Son 10 dakika




O zamanlar, coğrafyanın, iklim şartlarının, yaşam koşullarının bugüne nazaran bambaşka olduğu yerkürede, Yarımburgaz Mağarası’nda insanın varoluşunun ilk yaşam belirtilerinin izlerini takip edecektik. İnsan, gelişiminde, henüz emeklemeye başlamış bir çocuk daha…

Yapılan ilk ve devamı getirilememiş jeolojik incelemeler sonucunda, oluşumunun yaklaşık bir milyon yıl önceye dayandığı tespit edilen bu mağaranın yaşının yanında, insanlığın yaşı ancak bir çocuğunkiyle mukayese edilebilir.

Bu yüzdendir ki, bu geçmiş yolculuğunda, zihinlerimizin içsel yolculuğu, ancak insanlık tarihimle sınırlı. 70 milyon yıl önce, üzerinde yaşadığımız bu toprakların oluşmasına yol açan Eosen Çağı’nın koşullarını zihnimde canlandıramıyorum. Varoluşumuzun olmadığı bir dünyayı elbette “eylemsiz” kabul etmemekle birlikte, varlığımızı bu eyleme dahil etmediğim bir dönemi nasıl tahayyül edebilirim ki? Biz gelmeden önce her şey “olağan” seyrinde devam ederken, bizden sonra dünyanın kaderi değişti.

Carl Sagan’ın “Kozmos; Evrenin ve Yaşamın Sırları” kitabından bir cümle beliriyor hafızamda: “İnsan; dünyaya 24’e 10 kala geldi.”

Dünya’nın yaklaşık 4,5 milyarlık yaşını; bir güne eşit sayarsak, 400 bin yıl önce bu mağarada yaşamış ilk atalarımızın ortaya çıkışı, tam da günün bitimine; yaklaşık 10 dakika kalaya denk geliyor.

Peki son 10 dakikada her şey nasıl bu kadar değişebildi? Tükenmez bir “kaynak” olarak gördüğümüz Yerküre, tükenmek üzere şimdi. 4,5 milyar yıl boyunca içinde biriktirdiği ne kadar varlık varsa hepsi, 400 bin yıllık bir “velet” tarafından sömürüldü. Bu arsız velet ise, kendi sonunu, elbette ki dünyanın da sonunu getirdiğini hiç düşünmeden, son 250 yılda hazırladı.

Henüz 10 dakikalık “bebek insanoğlu”nun esamesi “tüm türleri gelecek nesillerle birlikte yok etmenin 10 püf noktası” şeklinde okunabilir mi, yazsak mesela? Neden olmasın… Tüm su kaynaklarını zehirlemek, havayı solunamayacak derecede kirletmek, toprağın altını üstünü her türlü sömürmek, verimsiz kullanmak, har vurup harman savurmak… uzar da uzar. Ya katliamlara ne demeli? Kana susamışlık, sadece savaşlarla göstermiyor kendini, doğada insanoğlunun acımasızlığından nasibini almamış herhangi bir canlı kalmamıştır muhtemelen. Buna, beslenme zincirinin en üst halkalarından biri olan köpekbalıkları da dahil. Çorbasını yapıp içiyoruz nitekim, porsiyonu 500 YTL’den, adına da “yaşam tarzı” diyoruz.

İnsanoğlu, o 10 dakikasının bitimine buçuk kalmışken, “yaşam tarzı”nın geçmişe ve geleceğe ihanet etmek demek olduğunu, kendisinin doğal yaşam alanını katlettiğini fark edecek ve “tarz”ını değiştirecek mi? O son saniyeleri hızlandırmak yerine, onların değerini bilerek yaşamayı, daha sonra gelecek birkaç kuşağa da en azından kendisinin de sahip olduğu ve faydalandığı kadar bir yaşam alanı bırakmayı amaç edinebilecek mi?

Var oluşuyla bu evrendeki her bir varlık gibi başlı başına eşsiz ve değerli olan insanoğlu, can damarını keserek, yine kendisinin “muhteşem” sonunu getiriyor. Kendi yaşam alanının en “zeki”si olan muhteşem bir varlığa da böylesi yakışır zaten.

Madem sonun başlangıcındayız, en başa dönmek gerek o zaman. Hani derler ya, ölmeye yakın bir insanın tüm yaşamı “film şeridi gibi” gözlerinin önünden geçermiş. Ölüme yakın değilim belki, ama bu mağarada, tam da ortasında dururken, bir film şeridi gibi muhteşem varoluşumuz geçiyor gözlerimin önünden.

Yanmaktan kararmış, yaşlı bir mağaranın üst salonuna vuran loş güneş ışığında durmuş, bugünden geçmişe bakıyorum.

400 bin yıl önceki Yarımburgaz Mağarası’ndayım. Güneş aynı yerde, ben aynı yerdeyim. İnsanlık yıpratmamış mağarayı, kendisi de yıpranmamış, o 10 dakikanın başındayız henüz…

25 metre aşağım, denizin körfez yapıp bittiği yer; lagün olmasına birkaç yüz bin yıl var daha. Şu an gecekonduların bulunduğu çorak ve çöplük toprakların yüzü görünmüyor, yemyeşil ormanlarla kaplı üstü. Bir yüz bin sene sonra gerçekleşen deprem tsunamileri, aşağıdaki körfezin kumlarını henüz taşımamış mağarama. Burayı paylaştığımı bildiğim dokuz metrelik ayı, kış uykusundan uyanmak üzeredir şimdi. Acaba şu az ileriden başlayan zifiri karanlığın içinde beni mi gözlüyor avlamak için? Korkuyorum ölesiye… Onun karşısında tek başımayken çaresizim, biliyorum. Arkadaşlarım nerede?

Her gün birlikte avlandığımız, soğuk havalarda birbirimizi ısıttığımız arkadaşlarımın yanına gidiyorum hemen. Birlikteyken güvendeyiz, ancak birlikteyken daha güçlüyüz ayıdan.

Karanlık bir yol ayrımındayız şimdi. Kimimiz alt kattaki girişten ışığa çıkmak istiyor yeniden. Oysa ışık, dışarıdaki pek çok tehlikeye gebe, biliyoruz. Ondan bir parça alıp, mağaranın içine doğru önümüzde uzanan karanlık tüneli aydınlatmak istiyor kimimiz. O ışık, tehlikenin yol göstericisi olsa, kaşifi olsa karanlıkta kalanların, ayının yerini “bil”ebilsek, birazcık güvende hissedebileceğiz, “bil”ebilsek, korkumuzu yeneceğiz. İşte bu yüzden, bilmek için, ateşi bulduk. Güneşin alevi rehber oldu karanlık, rutubetli yolumuza. 200 metre sonra zifiri ve daha büyük bir salonun tam ortasındaydık, ayı ise biz gelmeden gitmişti sanırım, ama bunu biz yeni öğrendik.

Sonra yolumuzu aydınlatan o ışıkla, ısınmayı da öğrendik. Mağaranın duvarlarını kararttık, alevin isiyle. Avladığımız hayvanları pişirmeyi öğrendik, postlarından döşek yaptık, birbirimize sarındık gecelerce. Baba olduk, ana olduk, yeni gelen nesillerimizi, kendi korkularımızdan koruyan olduk. Onlara da korkmayı öğrettik, kendini korumayı öğrettik, “diğerleri”nden. Bizden ayrı bir yerlerde, bir “öteki”ler vardı, biliyorduk, arada bir rastlıyorduk, ama tanımıyorduk. Belki de ayrı’lığı da, ayrıcalıklı olmayı da o zaman kafamıza koyduk.

Hayatta kalmak zordu, bin bir tehlike içinde. Çalıştık, çabaladık, hep didindik yaşamı devam ettirmek için. Doğa şartlarına direndik, yırtıcı hayvanlarla savaştık, hatta birbirimizi öldürdük bazen. Varlığımızı ve var ettiklerimizi korumaktı tek amacımız.

Başka dertlerimiz de vardı elbet… Sorularımız vardı, cevabını merak ettiğimiz. Şu önümüzde uzanan denizin bir sonu var mıydı mesela? Nereye gidiyordu? Yaşanabilir başka diyarların hayalini kurduk hepimiz.

Belki tıkırtılara korkuyla uyandığımız ve bir daha gözümüze uyku girmeyen gecelerde, hayallerimizi canlı canlı görmek istedik gözlerimizle. Bu istek öylesine sarmaladı ki her yanımızı, yapraktan yeşil, kırmızı yemişten boya yaptık. Aslında içten içe, bizden sonrakiler hayallerimizi bilsin istedik. Birilerinin yüz yıllar sonra, bunu “ilk resim” sayacağını hiç tahmin etmedik. Biz var’dık, biz yaşadık, hayallerimizle yaşlandık. Bizi yaşatan o yaşlı duvarlar, sanatımızın tabloları oldu, biz onların ‘sanat’ sayılacağını bilmeden öldük. Silikleşti renkler, daha da yaş’landı duvarlar… Ama iz’imiz duruyor hâlâ…

Mağaranın hikayesi ise birikerek ilerlemeye devam etti. Yüz binlerce yıl kesintisiz olarak, insan neslinin kuşaklarına ev sahipliği yaptı. Her yeni gelene toprağı, havası, duvarlarıyla bir iki kilometre boyunca uzanan, kimi yerde daralan, basıklaşan, kimi zaman da geniş, rahat ama hep usul usul hikayesini anlattı mağara.

Kim bilir, belki de Aristo Assos tepelerinde ders vermezden önce öğrencilerine, Plato “idealar dünyası”nı bu mağarada keşfetmişti. Belki sırtı güneş ışığına dönük, duvarlardaki izdüşümleri izleyenlerdi buranın sakinleri.

Düalizm, diğerlerini “öteki”leştirmemizle ilk burada can buldu, doğrusuyla-yanlışıyla, iyisiyle-kötüsüyle… Siyah ve beyaz ise renk olarak zaten hep vardı… Biz yalnızca, birbirine karıştırıp onları “gri” yapmayı öğrenmedik mi?

Korkularımızı, arzularımızı, tüm hayal ve umutlarımızı, özenle yonttuğumuz sunaklarda tanrılara sunduk bu mağarada. Bir zaman adı Zeus oldu belki, sonrasında tüm günahlarımız için kurban edilen İsa… Bu mağarada, tüm yapmak isteyip de yapamadıklarımız için tüm korku ve zayıflıklarımızdan korunmak ümidiyle, özveri ve yeteneklerimizi kullanarak özenle mabetler inşa ettik, kubbeler oyduk tavanlara, yivleri olan…

Islak ve rutubetli yaşamımızda ya kupkuru olsaydı bedenimiz? Bunca mücadeleye rağmen yaratıcılığımız ve vaktimiz olmasaydı ya…?

Bugün burada durmuş, bunları düşünebiliyorsam, insanım ve geçmişimle buradayım. Zamandan bağımsız gelmedik hiçbirimiz bu günlere… Ama zamanlarüstü düşünebiliriz. Bunu yapabilmemizi sağlayacak, her türlü malzemeyi sunuyor Yarımburgaz Mağarası. İçinde hazine aramak uğruna delik deşik edilmiş olsa da, zaten kendisi bir hazine.

Şimdi bugündeyim ve tam mağaranın girişinde duruyorum hâlâ, oysa 10 dakika geçmiş daha… Sesi yumuşak ve melodik hocamın engin bir sabırla mağaranın hikayesini anlatışını dinliyorum. Etrafında bir çember oluşturmuşuz, o çemberin son halkasıyım. Arkamda bu mahallenin (bazılarımızın, tinerci olabileceğini düşündüğü) beş delikanlısı duruyor, farkındayım. Ziyaretimizle, şimdi onların kullanım alanı olan bu mağarayı işgal etmiş durumdayız sanırım. Korkmuyorum ben onlardan. Çünkü onlar “öteki” değil benim için. Zaten saldırgan da değiller, sadece biraz pervasız, ama bir o kadar da meraklılar. Onlar da katılıyorlar aramıza, dinliyorlar hikayeyi bizim gibi. Dönüş yolundayken, mağaranın her tarafına açılmış “hazine” çukurlarından bizi korumak için yol gösterdiler sonra. Kimi “el” verdi düşmememiz için. Biliyorlardı.

Hiçbirimiz burada “kalıcı” değildik ki… “İz”imiz kalır geriye sadece.

1940’lardan bu yana, “devlet baba” tarafından sit alanı ilan edilmiş Yarımburgaz Mağarası, yine onun tarafından “yetim” bırakılmıştı. Zeugma’yı sular altında bırakan, bu topraklara ait tarihi hazinelerin kaçırılmasına göz yuman da aynı “baba” değil miydi zaten? Mağaranın varlığına işaret eden tek bir tabela dahi yoktu ortalıklarda. Üstelik içi çöp dökme alanı gibiydi şimdilerde, ne arasan vardı. Oysa elimi sürdüğüm ıslak duvarlarındaki o kara çamur, ot ve toprak kokuyordu hâlâ, her şeye rağmen direniyordu zamana, unutulmuşluğa… Oraya yalnızca ayak izlerimi bıraktım. Onu daha fazla bozmamak için elimde olsa onları da bırakmazdım.

Nitekim 1970’lerde Cüneyt Arkın’lı, yani “kurtarıcı”lı, “kahraman”lı bir film çekmeye gelen ekip, yeterince bozmuştu mağaranın dokusunu. Üst salonun tam ortasına havuz yapmak için bir çukur açmışlar, işleri bitince de gerisin geri doldurmuşlar, mağaranın, arkeolojik kalıntıların altını üstüne getirip, tahrip etmişlerdi.

Otobüse binmeden arkama baktım son kez; öyle tek başına, terk edilmiş duruyordu. Ağzı karanlık bir çığlık atmak istermişçesine açılmış gibi geldi bana… Halbuki o, kaderine bırakılmış ve unutulmuş… Ama hep keşfedilmeyi bekler duruyordu öyle. Ben ise kendi adıma, hep “bil”mek istiyordum.