“Vicdani ret”ten pazar yazısı olur mu?




Geçenlerde Ahmet Altan (Taraf, 12 Haziran), ilginç bir “gelişmişlik-azgelişmişlik” kriterinden söz ediyordu: Sorunların niteliği ve sayısı. Altan’a göre gelişmiş ülkelerde sorunlar çok, çeşitli ve “önemsiz” (bu son niteleme bana ait), geri kalmış ülkelerde ise az ve dev boyutluydu. Tam olarak şöyle diyordu:

“Gelişmişlik, sanıyorum, sorunların küçülüp çeşitlenmesi anlamına geliyor. Geri kalmış ülkelerde ise bunun tam tersi oluyor, az sayıda dev boyutlu sorunlar toplumları eziyor.

Bundan otuz yıl kadar önce babam İsveç izlenimlerini yazarken, o sıralarda İsveçlilerin en hararetli biçimde tartıştığı konudan da söz etmişti. Asansörlerde kat düğmeleri dik mi yoksa yatay mı yerleştirilsin, onu konuşuyorlarmış. Çünkü düğmeler dik yerleştirildiğinde çocukların boyu üst kat düğmelerine yetişmiyormuş. Doğrusu ya, böyle konular konuşabilen bir topluma gıpta etmiştim.

Biz böyle lükslere hiç sahip olamadık. Yıllardan beri hep aynı sorunu tartışıyoruz. Türkiye ne olacak? Ve, hepimiz bu sualin altında eziliyoruz. Hayatın ayrıntılarına ait sorunlar, “şimdi sırası değil bunların” etiketiyle kenara atılıyor. Kendi kişisel tercihlerimizi hayata geçirme isteklerimiz neredeyse ‘züppelik’ sayılıyor.”

Altan, bu girişi, basınımızda “züppelik” sayılıp sorunlarına asla yer verilmeyen vicdani retçilere getirmek için yapmıştı. Devamında şöyle diyordu:

“O koskocaman ‘Türkiye ne olacak’ sorusunun dışındaki soruları küçümsemeye öylesine alışmışız ki, bazen ‘hayat memat’ meselesi olan, çok önemli dertleri bile elimizin tersiyle bir kenara itebiliyoruz. O tür sorunları olan insanları bilerek isteyerek dehşetli bir acının içine yuvarlayıp arkamızı dönebiliyoruz. Toplumun içinde yeni yeni beliren bir sorun var. ‘Vicdani retçiler.’”

Osman Murat Ülke’den Mehmet Tarhan’a

Eğer gazete okuma tercihleriniz büyük basının sınırlarını içindeyse, ihtimal, bu iki ismi hayatınızda hiç duymadınız. Osman Murat Ülke, bu ülkenin ilk vicdani retçisi. Mehmet Tarhan da taa 2000 yılının başından beri “devletimiz”in başına bela olmuş bir retçi.

Tarhan’ın günahı katmerli: Hem vicdani retçi hem de deklare eşcinsel. Aslında ordu, eşcinsellerin eşcinselliklerini “kanıtlamaları” durumunda onları “çürük” sayıyor ve askerlik yapmamalarını kabul ediyor. Fakat bunun için, inanmayacaksınız ama, “ilişki halinde” bir fotoğrafı şart koşuyor. Mehmet Tarhan’ın ise, eşcinselliğinin “çürüklük” sayılmasına itirazı var. O nedenle böyle bir belgeyle askerlikten “yırtma”yı onuruna yediremiyor. “Ben” diyor, “vicdani nedenlerle askerlik yapmayı reddediyorum ve bunun bir hak olduğuna inanıyorum.”

Dediğim gibi, ana akım medyanın gazete ve dergilerinde vicdani retle ilgili fazla bir şey bulamazsınız. 2005’te Aktüeldergisi için hukukçu Ümit Kardaş’la bu konuda bir söyleşi yapmak istediğimde işin zorluğunu anlamıştım. Kurumun hukukçularına, “çok dikkatli olacağıma dair söz verdikten sonra” mümkün olabilmişti bu söyleşi. Söyleşinin tam metninin birkaç gün sonra (22 Kasım 2005) Sabahgazetesinde çıkması da şaşırtmıştı beni. Zafer Mutlu ve ekibi Sabah’ı yönetiyor olsaydı, herhalde düşünülemezdi böyle bir şey.

Tek millet, tek karar!

Ümit Kardaş, şöyle tanımlamıştı vicdani reddi o gün:

“Vicdani ret, kişinin ahlaki tercih, dini inanç, felsefi görüş ya da politik nedenlerle askeri eğitim ve hizmette bulunmayı, silah kullanmayı ve taşımayı reddetmesidir. Tariften de anlaşılacağı gibi kendi başına bir hak değil, din ve vicdan özgürlüğüne bağlı bir haktır. Kavram olarak yirminci yüzyılın ortalarında çıktı ve hızla yayıldı. Hak olarak tanınması ve uluslararası bir belgede ilk kez düzenlenmesinin tarihi 2000’dir.”

Ümit Kardaş’a o gün itibarıyla 46 Avrupa Konseyi üyesinde “vicdani ret” hukukunu da sormuştum. Şöyle yanıtlamıştı sorumu:

“Konumuz açısından Konsey üyesi ülkeleri üçe ayırabiliriz. Birinci grupta zorunlu askerliği zaten kaldırmış ülkeler var ve bu ülkelerde ‘vicdani ret’e de ihtiyaç yok: İngiltere, Almanya, İrlanda, Hollanda, Belçika, Fransa, Lüksemburg, İspanya, Malta, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan.

İkinci grupta zorunlu askerliğin sürdüğü ama aynı zamanda vicdani ret hakkının kabul edildiği ülkeler var. Bu grup çok geniş, hepsini saymayalım; birinci ve üçüncü grubun dışındaki ülkeler diyelim geçelim. En son kabul eden de Ermenistan’dır.

Üçüncü grupta ise sadece iki ülke var: Türkiye ve Azerbaycan.

İkinci grupta yer alan ülkeler, vicdani ret beyanında bulunan kişilere ya askerlik süresi kadar ya da daha uzun sürelerle kamu hizmetinde çalışma zorunluluğu getiriyor. Bu süreler mesela Avusturya’da 7 ve 11 ay; İsveç’te 7,5 ve 7,5 ay; Finlandiya’da 180 ve 395 gün; Yunanistan’da 8,5 ve 13 ay.”

Bazı vicdani retçiler, kamu hizmetinde çalışsa da askeri bir hiyerarşinin parçası oldukları gerekçesiyle onu da reddediyorlar. Mesela Mehmet Tarhan böyle bir retçi. Bu gruptakiler “total retçi” olarak anılıyor.

“Total uysal” büyük basın…

Başlıkta “Vicdani ret’ten pazar yazısı olur mu?” diye sormuştum. Olmaz tabii. Pazar yazısı dediğin “yumuşak” olacak, oysa burada korkunç şeyler oluyor. Fakat bunun pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuması da var, değil mi?

Uzatmayalım, tahmin ettiğiniz gibi “hayatın her alanını kapsayan” geniş yayın çizgileriyle gazetelerimiz ve her konuda görüş sahibi olan köşe yazarlarımız, iş “vicdani ret”e gelince susma haklarını kullanıyorlar.

Perihan Mağden gibi oyunbozanlara da “Halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle dava açılıyor hemen. Yukarıda sözünü ettiğim söyleşinin yayımlandığı tarihlerde Perihan Mağden yine Aktüel’de “Vicdani ret bir insan hakkıdır” başlıklı bir yazı yazmış, davalık olmuştu. O davadan beraat ettiğini hatırlıyorum, ama sanıyorum bu çerçevedeki her yazısı yeni bir davayla karşılanıyor.

Ahmet Altan’ın çağrısıyla bitiriyorum:

“Ben, hem askerî hapishanelerde çürüyen o çocuklar için… Hem de bir türlü insanca ‘küçük’ sorunları olamayan bu ülke için üzülüyorum. Biz ‘vicdani retçileri’ tartışabilir miyiz?

Bir kaya gibi hayatımıza düşen bu ‘Türkiye’ sorununu biraz kenara kımıldatıp, onlara gündemimizde minicik bir yer açabilir miyiz? Aslında buna karar verecek olan medya ve köşe yazarları.

Onlardan birkaçı bu çocuklara sahip çıksa belki ‘yeni’ bir sorunumuz olur. Hatta belki o çocukları baskılardan kurtarabiliriz. Ama önce bu sorunun ‘ciddiyetine’ inanan, vicdanında bu sorun için yer açabilen, mahalle baskısından korkmayan birileri lazım bize.”