Ümit Bayazoğlu, “Bir zamandır Yeni Aktüel’de yazıyordum. Ama bana ancak altı hafta tahammül edebildiler. Yayın yönetmeni Defne Er’in çıkmasına izin vermediği bu yazıyı ibreti âlem olsun diye aşağıda herkese takdim ediyorum” diyor. Dergi yönetimi, yayınlamayacağı yazının yerine yenisini isteyince, Bayazoğlu bir daha dergiye yazı göndermeyeceğini bildirmiş. İşte Bayazoğlu’nun yazısı
Ümit Bayazoğlu
Makul bir saatte yatmıştım. Hayret, hiç debelenmeden uyumuşum. Gecenin bir saatinde sanki kalbime bir bıçak saplanmış gibi acıyla uyandım, “Hayırdır inşallah, bu ne biçim rüya” diye homurdanarak yüzümü duvara döndüm, derken sanki bir kuyuya düşer gibi yeniden uyuyakalmışım. Gün ağarıncaya kadar böyle tekrar tekrar uyuyup uyandım, rüyam peşimi bırakmadı, sanki bir televizyon dizisi gibi her defasında kaldığı yerden devam etti.
Yıllar önce, daha çocukken, Ankara’ya ilk gidişimizde ailecek kaldığımız bir otel vardı. Rüyamda işte bu oteldeymişim. Yıllar sonra gelip rüyamda bile olsa yine bu otele yerleşmiş olmamın bir izahı var: Çünkü bu otelin pencerelerinden Anıtkabir görülüyordu. O zaman gece inmiştik Ankara’ya, annem, babam, ablam ve ben. Sabah onlardan evvel uyanıp, hemen perdeleri açınca gördüğüm manzaradan irkilerek bir adım geri çekilmiştim. Karşımda sanki Atina’nın simgesi Akropol duruyordu. Sonra herkes uyanınca, babam “haydi bakalım, Atamızı ziyarete gidiyoruz, bir daha Ankara’ya ne zaman geliriz belli olmaz, hazır buradayken fırsatı değerlendirelim” demişti.
Rüyamda perdeyi açınca bu defa Anıtkabiri göremedim. Çevrede o kadar çok katlı yapılar yükselmişti ki, buna fazla şaşırmadım. Kahvaltıdan sonra yürüye yürüye Anıtkabir’in yolunu tuttum. Fakat kent o kadar değişmiş ki, çocukluk anılarımın rehberliği bir işe yaramadı. Koskoca Anıtkabiri bulamıyordum. Sonunda gençten birine sordum, yüzüme alık alık baktı, herhalde o da benim gibi yabancı diyerek gelip geçen başkalarına da sordum, kimse bilmiyordu. Benim böyle kıvrandığımı fark eden yaşlıca bir hanım yanıma yaklaştı, o zaman fark ettim, kadının yakasında bir Atatürk rozeti vardı. Yolu tarif etti. Ardımdan “Dikkatli ol, artık orası pek tekin bir yer değil” dedi. Bu sözlerine hiçbir anlam veremedim, yoluma devam ettim.
Sonunda bulmuştum, ama aman Allahım o da ne! Anıtkabir’in çevresini saran bilmem kaç bin metre karelik botanik park yok olmuş, yerinde her biri 25-30 katlı apartmanlar yükselmişti. Dünyanın çeşitli ülkelerinden özel olarak getirilip buraya dikilen ağaçlardan oluşmuş ormandan eser kalmamıştı. Safım ya, “Neyse, zaten park haddinden fazla büyüktü, biraz küçültülmüş olması hoş görülebilir” dedim, ilerledim. Sonra bir sokağı döner dönmez kendimi Aslanlı Yol’un başında buldum. Apartmanlar ta buraya kadar sokulmuş. Fakat o da ne, Aslanlı Yol’da aslan kalmamış, kalanları da ya devrilmiş ya kırılmış, kiminin başı yok, kiminin kuyruğu. Hâlbuki bunlar sağlı sollu 24 taneydi. Bu yoldan Ata’nın huzuruna çıkan insanları haşin bakışlarla süzerler, insanın içinde ister istemez ürküntüyle karışık bir saygı yaratırlardı.
Aslanlı Yol’un sol başında bulunan Hürriyet Kulesi içinde, elinde kâğıt tutan melek figürüyle meleğin yanında şaha kalkmış bir at tasviri vardı. Çocukken ilk gördüğümde bundan çok etkilenmiştim. Hemen kulenin içine girip bu tasviri görmek istedim. İçeri girmemle çıkmam bir oldu, çünkü yoğun idrar kokusundan az kalsın burnumun direği kırılacaktı. Bari Aslanlı Yol’un sağ başındaki İstiklâl Kulesi’ni göreyim dedim. Bunun da içinde besbelli tinerci çocuklar âlem yapmış, ateş yakmışlar; duvarlar simsiyah kurum kaplı, orta yerde onlarca kırılmış bira şişesi vardı. Duvara ancak dikkatlice bakınca fark ettim, kılıç tutan genç bir adam ve yanındaki kayaya konmuş bir kartal figürü güçlükle fark ediliyordu. Kartal Selçuklu mitolojisinde-sanatında gücü temsil ediyordu. Bu genç adam da Türk istiklâl ve bağımsızlığının bekçisiydi.
Şimdi Aslanlı Yol’un bitiminde sağda duran Mehmetçik Kulesi’nin önündeyim. Neyse ki bunun dış cephesindeki kabartmalar yerli yerinde duruyor. Yüksekte olduğu için bunlara zarar verememişler. Bu çocukken benim en sevdiğim motifti. Mehmetçiğin cepheye gitmek üzere evinden ayrılışını canlandırıyordu. Annesinin eli oğlunun omzundaydı. Kadın ağlamıyordu, çok gururluydu. Önceki iki tecrübemden sonra Mehmetçik Kulesi’nin içine girmeye cesaret edemedim.
Bunun karşısında yer alan kulenin adıysa Müdafaa-i Hukuk’tu. İçindeki kabartmada, sınırlarımızı geçen düşmana “dur!” diyen eli kılıçlı bir erkek tasvir edilmişti. Bir de Türkiye’yi temsilen ulu ağaç olacaktı. Acaba doğru mu hatırlıyorum diyerek, önce dalgıçlar gibi derin bir nefes aldım, burnumu tıkayarak kuleye daldım, ama imkânsız dayanamadım, çünkü içeride davul gibi şişmiş bir köpek leşi vardı.
Aslanlı Yol kâbus olmuştu benim için; nihayet 15 bin kişi kapasiteli tören meydanına ulaşabildim. Hey gidi hey, burada ne gövde gösterileri yapılmıştı vaktiyle. Oysa şimdi meydanda kovboy filmlerinde olduğu gibi rüzgârın savurduğu çalı yumakları tekerleniyordu, baldıranlar, karaçalılar basmıştı her yanı. Siyah, kırmızı, sarı ve beyaz renkte traverten taşlardan oluşan halı ve kilim desenleriyle bezenmiş plakalar sökülüp götürüldüğünden yer yer iki üç metre derinlikte çamur gölleri oluşmuştu meydanda.
Bu sırada üç – beş kişi gözüme ilişti. Eskiden 35 metre yüksekliğinde, yekpare çelikten yapılmış bayrak direği duran yere bir tabela dikiyorlardı. Merakla yaklaştım, okuduklarıma inanamadım, meğer tören meydanına mega bir alışveriş merkezi yapılacakmış, diktikleri onun tabelası. Düşsel maceram mozoleye dahi ulaşamadan yarı yolda kesildi. Çünkü birden nereden çıktıkları belirsiz karanlık yüzlü adamlar peydah oldu, bana “sen de nereden çıktın” der gibi ters ters bakmaya, aralarında homurdanmaya başlamışlardı. Korktum, usul usul oradan uzaklaştım. Mozoleyi bu yüzden ziyaret edemedim. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim, uzaktan görebildiğim kadarıyla Anıtkabir, Atina’daki bilmem kaç bin yıllık Akropol’den bile daha harap görünüyordu