Behemehal lağvedilmeliler!




Dünkü ve bugünkü icraatlarına bakarak ne kadar sendika, meslek örgütü, vesaire varsa “behemehal lağvedilmeli” bilahare yeniden yapılanıp örgütlenmelidir.

Ümit Bayazoğlu

Son sözü en başta söyleyerek açalım konuyu: Dünkü ve bugünkü icraatlarına bakarak ne kadar sendika, meslek örgütü, vesaire varsa “behemehal lağvedilmeli” bilahare yeniden yapılanıp örgütlenmelidir. Aylardır dilimdeydi bu, cesaret edip ortaya çıkaramıyordum. Ta ki, BirGün yazarlarından şair, avukat Akif Kurtuluş’un, kendine demokrat sendikaların foyasını ortaya dökün yazılarını okuyuncaya kadar.

Bir memleket düşünün; 30 senedir orada tek grev olmamış, öyleyse bu memlekette her şey güllük-gülistanlık. İş barışı kurulmuş, alan razı, satan razı. İşler tıkırında. Sosyal haklar garanti, sigortalar tamam, iş güvenliği sağlanmış, sağlık hizmetleri şahane. İşçiler patronları seviyor, patronlar işçileri.

Öyleyse sendikalara ne lüzum var?

Bir memleket düşünün ki, orada seçim yapılıyor fakat partilerin seçim bildirilerinde işçi haklarına dair tek vaat yok. Demek ki bu ülkede sınıf çelişkisi bitmiş. Ekonomik demokratik örgütlenmeye gerek kalmamış.

Öyleyse sendikalara ne lüzum var?

Fakat bakıyoruz, bu memlekette bakkaldan çok sendika tabelası var. Ve her birinin önünde makam arabası bir Mercedes.

Kurtuluş, bu konuya dair iki yazı yazdı. Bunların ilkinden yeni bir şey öğrendim; hani seçimlerde % 10 barajı var ya, meğer bu baraj yalnız parlamenter temsilin değil, emeğin de önünü tıkayan bir illetmiş. Hafıza tazelemek ve benim gibi bilmeyenleri uyandırmak için Kurtuluş’un 17 Ağustos 07 tarihli yazısından aynen naklen:

“…benzer bir baraj, bu yirmi beş yıl boyunca, işçilerin toplu pazarlık yapabilmesi önünde önemli bir engel olarak varlığını sürdürüyor. Çünkü bir işyerinde çalışan işçinin yarısından fazlasını üye yapmanız yetmiyor, daha önce, o işkolunda çalışan toplam işçinin en az % 10’unun üyeniz olması şart. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) bu süre boyunca, Türkiye’yi sayısız kereler uyardı, bu nedenle kara listeye alınması gündeme geldi. Son olarak Haziran toplantısında ILO, kendi içinde çok önemli bir aşamayı işaret eden, Türkiye’ye araştırma yapmak üzere bir heyetin gönderilmesi kararı aldı ve örneğin seçim sürecinde bu gelişme gündeme gelmedi, kamuoyunda bir tartışma yaratamadı. Her defasında da Türkiye, verilen sözlerle deyim yerindeyse “direkten döndü.” ILO önünde Türkiye’yi canhıraş biçimde savunan, işverenlerden önce sıranın önüne geçen, hemen her seferinde, işçi sendikaları oldu. Barajın kaldırılması yönündeki yasa değişikliği tasarısına da, barajın üstündeki birçok sendikanın karşı çıktığının doğrudan tanığıyım. Altındakilerin itirazının da, büyük ölçüde konumlarından kaynaklandığının, ‘mağduriyet durumundan demokrat’ olduklarının da farkındayım.”

Sendikalar böyle, ya meslek odalarına ne diyorsunuz?

Üç yıl önce Ankara Kızılay’da T.M.M.O.B’nin odalarından birine, Maden Mühendisleri Odası’na yolum düşmüştü. İlk gözüme çarpan rafların-dolapların kitapsızlığıydı, bir köşede güya bir bar-amerikan, suyu bulanık bir akvaryum, kaloriferden kavrulmuş saksılar ve perdeler. Başkanla tanıştırıldım. Laf olsun, torba dolsun diye, “yıl içinde yapacağınız en önemli iş ne olacak” diye sordum. Kutlanmayı bekleyen bir yüz ifadesiyle “üst katı alacağız!” dedi ve ilave etti: “o zaman burası bar, üst kat lokanta olacak”.

Bir kere de İstanbul’da Beyoğlu’ndaki Mimarlar Odası’na yolum düşmüştü. İçeri girer girmez gözleri yakan bir sigara dumanı bulutu ve patates tava-paçanga-sigara böreği yanık yağ kokusu. Kül tablaları dolmuş taşmış. Sıradan bir bardan bile b.ktan bir yer. İçeride üç-beş kadın, 25 – 30 erkek var. Bıyıklar buruluyor, etekler çekiştiriliyor. Duvarlarsa çırılçıplak.

Paylaşmak istediğim bir gözlemim daha var, lise yıllarından bir arkadaşa rastladım. Okumuş mühendis olmuş. Halen yaşadığı ilin mesleki teşkilatında yönetici. O da bana yaptıkları faaliyetleri anlattı. Kemalist derneklere angaje olarak yaptıkları eylemleri sıralarken, gözlerinde 1970’li yıllardan kalma kıvılcımlar yanıp sönüyordu. Son genel kurulda az kalsın teşkilatı mollalara kaptıracaklarmış, bunları anlattı.

Ne zaman “Biz aşağıda imzası olanlar” diye gazetelerde bir ilan görsem , “Eyvah! Yine kaybettik” diyorum. Çünkü böyle ilanların altında mutlaka bu sendikaların, bu güya sivil toplum kuruluşu olan derneklerin, odaların adı var. Ve eyvah diyorum, yine kaybettik.

Kurtuluş, 25 Ağustos 07 tarihli ikinci yazısında meselenin özünü ortaya çıkarıyor: “Sendikalar (meslek örgütleri), kurumsal yapısı, yönetici formasyonu ve sınıfla ilişki biçimi ile bir bütün olarak demokrasiyi istemiyor. Demokrasiyi güçlendiren, ama aynı zamanda demokrasi içinde güçlenebilen çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık, sendika nomenklaturası (baskıcı Polit Büro üyeleri gibi) için ciddi tehdit oluşturmakta. Elinde muhalefet bayrağı varken çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık kavramlarını dilinden düşürmeyen bir ‘mücadele anlayışı’, çok geçmeden bu ilkelerin ‘sınıfa fazla’ olduğunu, tıpkı ‘halk’ gibi, işçinin de demokrasiden anlamadığını, ‘tecrübeyle’ kavramaktadır. Sendikaların bütün enerjisini şubelerden başlayan iktidar kavgalarında harcaması, aslında aynı dili kullananların neden bu kadar çekiştiklerini de anlamamızı gerektirmektedir.” (Parantez içleri üb).

Yine bu yazıdan ibreti âlemlik bir rezaletle vedalaşalım:

“Bir sendikanın yöneticileri aleyhine, aynı sendikanın bir şubesinin yöneticileri tarafından, bir taşınmaz alım satımında yolsuzluk yapıldığı ve menfaat temin edildiği iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunulur. Savcılık iddiayı ciddi bulur ve bu yöneticiler yargılanırlar; mahkeme genel başkan da dahil olmak üzere yöneticilerin atılı suçu işledikleri kanaatine varır. Dava Yargıtay’da iken, ‘Rahşan affı’ sonucu beş yıl içinde aynı nitelikte bir suç işlememek kaydıyla dosya işlemden kaldırılır. Bir süre sonra yapılan genel kurulda, suçlayan sendikacılardan ikisi ile, suçlanan genel başkan, birlikte liste çıkarıp, yönetime aday olurlar. İşçi, menfaat temin ettiği iddiasıyla suçlanan ve hakkında kesinleşmemiş mahkûmiyet kararı bulunan (ve bu bakımdan tabii ki suçsuz) genel başkan ile, suçlayan şube başkanı ve şube sekreterinin yer aldığı listeyi hem de önemli bir sayısal destekle yönetime getirir. Daha doğrusu suçlanan, zaten onbeş yıldır genel başkandır; suçlayan şube başkanı da aynı listeden seçilir ve birlikte sendikayı yönetirler. Bu üç sendikacıyı bir araya getiren ortak değerin ne olduğunu kimse sormamış, muhalefet sormuş ise de, sonuca bakılırsa, ‘dersini almıştır’. Bugün hırsızlıkla suçladığı başkanla yarın kol kola giren birini ayıplayacak bir ‘içtihat’ olmadığı gibi, tam tersine siz, genel kurulu, yani demokrasiyi hazmedememek gibi bir ayıpla karşı karşıya kalıyorsunuz.”

Sizleri sendikalar, odalar, barolar gibi sivil-toplum örgütleri üzerine düşünmeye davet ediyorum.