Barış Aydın
II. Meşrutiyet’in 100. yılını idrak ettiğimiz şu günlerde Osmanlı’nın son dönemine yönelik ilgi yeniden alevlendi. Bu ilgiyi hem genç Cumhuriyet’e giden yolun altyapısını oluşturan, hem de Osmanlı gibi kozmopolit bir ahir zaman imparatorluğunun, çağı yakalamak uğrundaki son hamlelerini kapsayan 19. yüzyıl üzerinden değerlendirmek daha makul görünüyor. Eric Hobsbawn’ın 1789 Fransız Devrimiyle başlatıp 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla nihayete erdirdiği uzun 19. yüzyıl, Avrupa’da köklü dönüşümlerin olduğu bir dönem olmasının yanısıra, Osmanlı İmparatorluğu için de her bakımdan ciddi sıkıntı ve dönüşümlerin birarada yaşandığı bir tarihsel kesitti.
Düvel-i muazzamanın tek müslüman üyesi ve, artık siyasi, iktisadi ve teknik üstünlüğünü enikonu cari kılmış Batılı güçlerin nezdinde bir anomali olarak Osmanlı İmparatorluğu, Batı karşısındaki nisbi geriliğini tamir etmenin yolunu ilkin askeri reformlarda aradı. III. Selim’le başlayan bu süreç II. Mahmud’la kısmen devam etse de Tanzimat’la beraber yerini daha kapsamlı idari-siyasi reformlara bırakmıştı.
Modern anlamda bir devletin tesisi, imparatorluğun klasik iktidar yaklaşımının yeniden yorumlanmasını, hatta çözülmesini kaçınılmaz kılıyordu. Bünyesindeki yetmiş iki milletin sultanın mutlak otoritesine hikmetinden sual olunmaz bir biçimde itaati için elde, çağın gereklerine uygun bir kavramsal alet çantasına ihtiyaç vardı. Eski usül yönetme ve hükmetme tekniklerinin işlevini yitirmesinin getirdiği meşruiyet bunalımı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki bütün mesaisinin, sözkonusu meşruiyetin sağlanması ekseninde cereyan etmesinden anlaşılabilir.
Osmanlı’nın sancılı ve biraz savruk bir biçimde modernleşmeye çabaladığı bu yüzyıla dair halen de referans kitabı olma özelliğini koruyan İlber Ortaylı’nın İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı başlıklı çalışması en doyurucu ve derli toplu giriş niteliğindedir. İmparatorluğun bir yandan Batı’yla ilişkisini dönemin gereklerine uygun bir biçimde yeniden düzenlemek ve diğer yandan da içerideki yetmiş iki milleti belli bir düzen ve intizam içinde çekip çevirmek arasındaki gidiş gelişlerini, sıkıntılarını, travmalarını ve arada kalışlarını neredeyse bir edebiyatçı akıcılığında bir anlatıyla aktarmayı başarıyor İlber Ortaylı. Yıllardır biriktirdiği malzemeyi zaman zaman dipnotlara bile gerek duymaksızın yoğunlaşmış ve tek bir yersiz sözcüğü barındırmayan bir açıklık ve durulukta ifade eden Ortaylı’nın bu kitabı, bu yönüyle ecnebi okurdan ziyade doğrudan belli bir aşinalık düzeyine sahip yerli okura seslenmektedir.
İlber Ortaylı’nın yoğunlukla üzerinde durduğu ve asıl olarak II. Mahmud döneminin ürünü olan fakat Abdülmecid döneminde deklare edilen Tanzimat Fermanı (1839), İmparatorluğun, yukarıda değindiğimiz meşruiyet bunalımının giderilmesi ve devletin otoritesinin yeniden tesisi için attığı adımların belki de en önemlisidir. Napoleon sonrası Avrupasıyla beraber dünyanın muhtelif köşelerinin ciddi değişimleri yaşadığı bir dönemde Osmanlı da buna uygun hareket ederek modern bir devleti tesis etmenin siyasi-idari altyapısını oluşturma gayretinde olduğunu Tanzimat Fermanı’yla ilan etmiştir.
Genellikle dış baskılar odaklı bir emperyalist belge olarak lanse edilen bu fermanın ilanında dönemin ruhunu vukufla algılamış Osmanlı yönetici elitinin rolü sıklıkla göz ardı edilmektedir. İlber Ortaylı’nın sınıfsal ve sosyo-kültürel olarak melez bir toplumsal kesim olarak “Tanzimat Adamı” diye nitelediği bu kişiler, Batının dayatmalarını da göz önünde bulunduran fakat tamamen buna teslim olmuş bir biçimde değil, gayet pragmatik bir şekilde, memleketin selametini de göz ardı etmeyen bir anlayışın temsilcisiydi. Dönemin Avusturya Şansölyesi Metternich’in imparatorluk düşüncesinin hilafına her türlü cereyana düşman fakat devleti olduğu gibi payidar kılmak amaçlı teknik, idari, siyasi ve iktisadi her türden reforma yandaş tavrı, Tanzimat bürokratlarının da temel bakış açısıydı. Ortaylı’ya göre İmparatorluğun yeni bir durumla karşı karşıya olduğunun bilincinde olan ve değişimin acımasız çarklarının onları da öğüteceğini bilen bu kişiler, o değişime yetişmeyi kendi meşreblerine pek de halel getirmeden yapabileceklerine dair safiyane bir inanca sahipti. Bu trajik hâl tam da Osmanlı 19. yüzyılının temel karakteristiğini oluşturuyordu.
Toplumun bütün kesimlerinin can ve mal güvenliğinin teminatı, vergi adaleti, tebaanın üzerindeki keyfi tasarrufu gideren yargılama usulleri ve “laik” bir hukukun tesisi, ve özel mülkiyetin de güvence altına alınmasıyla müsaderenin kaldırılması gibi sultanı mutlak otorite, tebaasını da koşulsuz itaatkar olmaktan çıkaran ve karşılıklı birtakım ödev ve sorumluluklarla donatan hükümlere sahip Tanzimat Fermanı, Osmanlı yönetim aygıtı açısından da ciddi bir kırılmayı temsil etmektedir. Tebaanın mutlak tabiyetini artık belli ön koşullara bağlayan bu belge, bu tabiyet ilişkisine seküler birtakım gerekçeler getirmesi bakımından da ilginçtir. Sultanın tebaası üzerindeki tasarruflarını gerekçelendirme gereği duyması otokrat ile tebaa arasında başka türlü bir meşruiyet ilişkisinin tesis edilmekte olduğunun işaretidir.
Zamanla meşruti monarşiye evrilen bu süreç otokratik modernleşme deneyimi açısından da ilginç bir örnek teşkil eder. “Tanzimat Adamı” toplumu ve devleti değişen koşullara uyarlamaya, merkezi bir idarenin tesisiyle bunların geniş çaplı bir (demografik, iktisadi, sosyal) envanterini çıkartmaya çalışmış fakat bunları yaparken statükonun kökten değişmesini arzulamamıştır. Modern bir devleti tesis ederken dinsel motifler ve süslemelerden devşirilen bir dil kullanılması, sıklıkla kadime, geleneğe gönderme yapılması gibi pratikler bu arzunun somut bir tezahürüdür. Bu nedenle Tanzimat, bir devrim olarak nitelendirilemese de çok daha kapsamlı bir toplumsal değişimin arkaplanını, dilini, gramerini oluşturması bakımından hususiyetle üzerinde durulması gereken bir hadisedir. Dolayısıyla Ortaylı’ya göre Tanzimat, Osmanlı 19. yüzyılındaki çabaların menşei, membası, mukaddimesi olarak bir mikro kesit anlamında önemli olmasının yanısıra Cumhuriyet’in yapmaya çalıştıklarının bir ilk provası, ilham vericisi olması anlamında da özellikle dikkate değerdir.
Sonuç olarak 19. yüzyılın, Avrupa’nın tümünü ve Osmanlı’yı da önüne katan, debdebeli siyasal-toplumsal değişimlerinin yoğun etkisiyle memleketinin selametini bütün bu değişime kayıtsız kalmadan ama Devlet-i Âli’nin şahsiyetine de halel getirmeden nasıl gerçekletireceklerini kendilerine temel ilke edinen Tanzimat bürokratları, bu geçiş döneminin trajik figürleri olarak sonraki kuşakların daha “radikal” hamlelerine de ışık tutmuşlardır. Tanzimat, bugünkü Türkiye’deki modernlik namına düşünülebilecek cümle pratiğin membası olmasıyla ve halen de devam etmekte olan trajedi esinli siyasaların anlaşılması bakımından da dikkate şayandır. İlber Ortaylı’nın kitabın ve en önemlisi Osmanlı 19. yüzyılının olabilecek en ebedi ve şiirsel ifadelerle dile getirdiği şu cümlelerle bitirelim: “Her şeye rağmen Tanzimat hareketi Türkiye tarihinde toplumu ileriye götüren ve çığır açan bir rol oynamıştır. Tanzimat devri tarihi ne dramatik, ne grotesk ne de mutantan bir tarihtir, kelimenin tam anlamıyla bir trajedidir. Trajik çözülmezliğin içten içe, ağır ağır kaynamasıyla tarihin ilerlediği bir zamandır. Bir toplumun kurumlarıyla, gelenekleriyle, devlet adamlarıyla kaçınılmaz bir yazgıya doğru ilerlediği, karanlığın ve gafletin yanında fazilet ve aydınlığın ortaya çıktığı, çöküle ilerleyişin boğuştuğu, Osmanlı tarihinin en uzun asrıdır.” (s. 31)