Betül Okçu
Ergenekon soruşturması başladığı günden bu yana, soruşturmaya konu olan kimi belgelerin bazı yayın organlarına sızdırılması zaman zaman tartışma konusu oluyor. Son olarak, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan emekli albay Levent Göktaş’ın avukatıyken kendisi de Ergenekon zanlısı haline gelen tutuklu eski asker avukat Serdar Öztürk’ün bürosunda yapılan arama sırasında ele geçirildiği iddia edilen “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlıklı belge Taraf Gazetesi’ne servis edildi. Vahim iddialar içeren Albay Dursun Çiçek imzalı belgenin yayımlanmasından sonra ise belgenin gerçek olup olmadığına dair şüpheler üzerinden sert tartışmalar yaşandı. Askeri Savcılık tarafından yürütülen soruşturma sonunda ise belgenin Genelkurmay’da hazırlanmadığının tespit edildiği belirtilerek herhangi bir soruşturma açılmadı. Ergenekon savcılarının yürüttüğü soruşturmada ise belgenin altında imzası bulunan Albay Çiçek’in, farklı imzalar kullandığı belirlendi.
Belgenin sahte mi doğru mu olduğu tartışması o kadar ön plana çıktı ki, adeta bir darbe girişimini ifşa eden belgenin içeriği bile tartışılamaz hale geldi. İşin mesleki boyutuna bakıldığında ise bir belgenin doğruluğu kesin olarak onaylatılmadan yayımlanmasının gazetecilik etiği açısından ne kadar doğru olduğu da ayrı bir tartışma konusu oldu. Kamusal önem arz eden böyle bir belgenin hangi koşullarda ve nasıl yayımlanması gerektiğini gazeteci Ragıp Duran’la konuştuk.
Ergenekon soruşturmasının başından beri birtakım belgelerin öncelikle Taraf Gazetesi olmak üzere belli ideolojilere yandaş olarak değerlendirilebilecek yayın organlarına sızdırılarak yayımlandığına şahit olduk. En son ortaya çıkarılan İrtica ile Mücadele Eylem Planı başlıklı belgeye dair şüpheler ise devam ediyor. Buradan yola çıkarak bir yayın organının doğruluğunu onaylatmadığı bir belgeyi yayımlayıp, bu belge üzerinden haber yapması meslek etiği açısından ne kadar doğru? Böyle bir belgenin haberleştirilmesinde nasıl bir yol izlenmeliydi? sorularından yola çıkarak bir belge, bilgi veya duyumun, doğru olduğu kesin olarak belirlenmedikçe yayımlanmaması gerektiğini söylemeliyiz. Bilgi kirliliğine karşı mücadele için bu denetim şarttır. Gazeteye ulaşan/ulaştırılan herhangi bir bilginin denetlenmeden yayınlanmasının sayısız sakıncaları/tehlikeleri var. Çünkü haberciliğin birinci kuralı kamuya iletilen bilginin doğru olmasıdır. Haber demek zaten doğru bilgi demektir. Bir haberin doğru olduğunu söyleyebilmek için en az 2 kaynak tarafından bilgi doğrulanmalıdır.
Doğruluk makamı emekli general olmaz
Ayrıca aktarılan bilginin yanlış olduğu ortaya çıkarsa bu durum gazetenin güvenilirliğini ve prestijini sarsar. Söz konusu belge için bu iki kaynak belgede imzası bulunan asker ve Genekurmay’dan sorumlu bir yetkili. Henüz doğrulanmamış bir belgeyi yayımlamak habercililk açısından eksiklik göstergesidir. Öncelikle belgede adı geçen kişi ve kurumların ayrıntılı olarak görüşlerine başvurulmalıdır. Belgenin haberini yapan muhabir Mehmet Baransu belgeyi emekli bir generalin görüşünü alarak onaylattığını ifade etmiş fakat emekli bir general bu konuda görüş bildirmek için yetkin kişi değildir. Nihayet, okur açısından bakıldığında, gazete okura, doğruluğu denetlenmemiş belki de yanlış bilgi vermiş olur.
Gazeteci-Haber kaynağı ilişkisi mesafeli olmalı
Taraf gazetesi Türkiye’nin önemli tabularından biri olan TSK konusunda yankı yaratan haberler yayınladı. Ne var ki bu gazetenin haberciliği/yayın politikası tartışmalı. Geçmişte de aynı kaynaktan çıktığı/sağlandığı belli olan ve aynı kutba vuran belgeler yayınladı. Kaynağın şimdiye kadar servis ettiği belgelerin orijinal olduğu belirlendi. Ne var ki, beş kez hatta on kez hakiki belge sağlayan bir kutup, 11. keresinde sahte bir belge servis edebilir. Taraf ile sözkonusu kaynak arasında artık mesafe kalmamış durumda. Sadece temas var. Üstelik Taraf, sadece bu tür belgeleri yayınlayan bir gazete olarak nam salmaya başladı. Bu durum da, Taraf’ın, ciddi bir gazete olmaktan çok, bir kaynağın yayın organı haline gelmesi demek. Taraf, bu sefer de, Türkiye’de bir çok gazetenin/gazetecinin yaptığı gibi, sürati de bahane ederek, belgeyi denetlemeden yayınladı. Sonra da Altan ve Çongar’ın kaleminden belgenin gerçek olup olmadığı konusunda ihtimaller içeren yazılar yayınlandı. Böylece gazetenin yöneticileri, belgeyi denetlemeden yayınladıklarını itiraf etmiş oldular.
Bilgi kirliliği ve kafa karışıklığı
TSK, AKP ve Gülen cemaatini ilgilendiren bu belgenin, gerçek veya sahte olması tartışması bir yana, Türk egemen medyasının belki de yüzde 90’ı bu üç kutuptan bir şekilde biriyle organik ya da siyasi-ideolojik bağlantı içinde olması nedeniyle, bu haberi doğru dürüst yayınlayamaz. Çünkü habercilik her üç kutuptan bağımsızlık ya da her üç kutuba eşit mesafede durmayı zorunlu kılar. Ergenekon soruşturmasıyla ilgili haberlerin AKP yandaşı ve karşıtı şeklinde kutuplaşan medyada ideolojik yaklaşımlara alet edilerek yayımlanıyor olması, bunun sonucu olarak soruşturmak süresince ortaya çıkan bulguların kamuoyuna oldukça taraflı olarak aktarılması bir bilgi kirliliği ortamı ve kamuoyunda da kafa karışıklığı yaratıyor. Türk medyasının genel yapısı da ne yazık ki bu şekilde. Medya bazı kurumlarla sıkı bir bağlantı içinde. Egemen medyaya baktığımızda, belgeyle ilgili haber ve bilgi yerine tartışmanın tarafları haline gelmiş olan medya organlarının kanaat ve yorum ürettiğini görüyoruz. Her gazete, bu konuda, kendi siyasi-ideolojik tutumunu savunuyor. Eğer sürekli belli bir kesime oynayan haberler yaparsanız ve sürekli olarak aynı kaynaklardan bilgi alırsanız o kaynağın organı haline gelirsiniz. Halbuki medya bu tür kurumlardan bağımsız ya da bu kurumlara eşit uzaklıkta olmalı.
Başbuğ’un söylediklerinde yeni bir şey yok
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bugünkü (26 Haziran 2009) basın toplantısında söyledikleri açısından baktığımızda gerek bilgi gerekse tutum olarak yeni bir şey yok. Belge/kağıt parçasının yazarı, amacı, basına sızdırılması konusunda şimdiye kadar açıklanmamış bir bilgi olmadığı gibi, Askeri Savcılığın kararının tekrarı ve savunması Başbuğ’un ilk bölüm konuşmasını oluşturdu. Özellikle bu bölümü ‘sert bir savunma’ olarak nitelemek mümkün. Başbuğ, belge/kağıt parçası hakkında yeni/önemli bir bilgiye sahip olsaydı, tüm basın toplantısında söyledikleri önemli ve anlamlı olabilirdi. Başbuğ, bir yandan soruşturmanın yeniden açılabileceğini söylerken, bir yandan da belgenin bir kağıt parçası olduğunu yineledi. Çelişkili ve riskli bir yaklaşım vardı.
Gazeteciler bildiğimiz gibi
İşin medya ayağı kısmına baktığımızda ise 32 generale karşı medyanın Ankara temsilcileri ve bazı muhabirlerin katıldığı basın toplantısında sorulması gereken bir kaç soru sorulmadı. Başbuğ’un bazı bilgi yanlışlarına da gazeteciler müdahale edebilirdi. Şöyle ki;
1- Belge yayınlandıktan sonra neden basın yasağı konuldu? Bu yasağı bilahare bizzat kendisinin ve Başbakanın çiğnemesi nasıl değerlendirilir? Bugün bu basın toplantısını düzenleyerek basın yasağını çiğnemiyor musunuz?
2- Sözkonusu belge/kağıt parçasının Ergenekon soruşturması sırasında polis tarafından ele geçirilmesinin, gerek Ergenekon bağlantısı gerekse Emniyet Müdürlüğü açısından anlamı nedir?
3- İsim vermeden Mehmet Altan’ı eleştiren hatta cahillikle suçlayan Başbuğ, Altan’ın “Askeri Yargıtay, Askeri Danıştay” tezini tahrif ederek sadece “Askeri Mahkemeler”den söz etti. Star temsilcisi söz alarak bunu düzeltebilirdi.
4- Başbuğ, Askeri mahkemelerin bağımsız olduğunu söylediğinde, eleştirinin sadece Mahkemelere değil özel olarak Askeri Savcılara (Çünkü emir üzerine soruşturma açmışlardı) yönelik olduğu belirtilmeli, askeri savcıların gerek atama gerekse sicil amirlerinin kimliği nedeniyle bağımsız olmadıkları hatırlatılmalıydı.
Askerden medya dersleri
Bunların dışında Başbuğ’un somut örneklerle yaptığı gazetecilik/habercilik eleştirisi genellikle doğru idi. Uğur Mumcu’dan da alıntı yaparak medyaya yönelik eleştirisi, kendi görev alanında olmamasına rağmen olumlu sayılabilir. Salondaki gazetecilerin tümünün bu konuda sessizliği koruması manidar. Başbuğ’un, çatışmanın/yıpratmanın medya üzerinden yapıldığı tesbiti de doğru ancak başka türlüsü de herhalde düşünülemezdi. Başbuğ’un toplantıda dile getirdiği “Asimetrik Psikolojik Harekat” (APH) deyimi, savaş teorisyeni Clausewitch’in tezlerinden kaynaklanan bir deyim. Yakın zamanda özellikle de 11 Eylül’den sonra Pentagon ve Nato’nun literatür ve terminolojisinde sık kullanılan askeri bir deyim. “Asimetrik”, çok güçlü bir rakibe karşı, zayıf bir tarafın, geleneksel ve hukuki olmayan yöntemlerle mücadele etmesi/savaşması anlamına geliyor. Başbuğ, bu deyimi kullanarak, rakiplerini, yani kendi deyimiyle “TSK’yı yıpratmaya çalışan güçleri”, dolaylı olarak teröristlikle itham ediyor. Evet bugün Türk egemen medyasında, özellikle AKP’ye yakın medya organlarında TSK aleyhinde bir eleştiri kampanyasının yürütüldüğünü görüyoruz. Ne var ki bu kampanyanın asimetrik ve psikolojik olduğunu kanıtlayan herhangi bir emare, bir kanıt yok. Başbuğ, şimdiye kadar tabu ya da dokunulmazlık zırhına sahip olan TSK’nın eleştirilmeye başlamasını APH ile açıklayabilir ama somut gerçek bu yaklaşımı doğrulamıyor. TSK, kendisine yönelik eleştirileri şimdiye kadar açık, net, şeffaf bir şekilde yanıtlama beceresini/yeteneğini gösteremediği için (Şemdinli savcısı, bulunan silahların kime ait olduğu, Andıç, Lahika…) çeşitli kesimlerce eleştirilmeye devam ediliyor. Sonuç olarak, bir kesimin “darbe hazırlık planı” olarak betimlediği bir belgeyi diğer kesim “kağıt parçası” olarak niteliyor. Bu da kutuplaşmanın kesafetini anlatıyor. Milli Güvenlik Kurulu ya da sivil savcılığın hatta medyanın da yumuşatamayacağı kadar kesif ve keskin bir kutuplaşma…