Kadıköy’de tıraş




İşvecan Özen

Traş. Gayr-ı resmi stand-up. Sinandülger. Avam, politik, komik. Moda Sanat Tiyatrosu. Bunlar yazıyor oyunun gazetedeki tanıtımında. Hiçbir fikrim yok ne olduğu hakkında. Tiyatro salonunun kapısının önünde “bir elin parmaklarını geçmez” deyimini yerine getirecek dört izleyici adayıyız.

Bir kadın salonun ahşap kapısını açıp bizi içeri buyur ediyor. Salon küçük. 60 kadar koltuk var. Önden üçüncü sıranın ortalarına oturuyorum. Arkamda 30’larında iki genç delikanlı; biraz garipsiyorum onları. Lig maçlarının olduğu bir günde ve saatte, iki erkeğin beraber bir tiyatroya gelmesini… Uzun boylu olan diğerine “Senin için tiyatro kapattım bak” diyor.

Işıkların sönmesini, tiyatrocunun sahnede belirmesini beklerken, afişteki o “ürkünç” adam, Sinan Dülger giriyor salona. Salona diyorum çünkü girdiği kapı bizle, yani izleyicilerle aynı: “Merhaba! Geciken iki kişi varmış. Telefon etmişler. Onları beklememiz gerekiyor” diyor. Ve sahnenin tam ortasındaki tabureye oturuyor. Salonda o ana kadar dört kişi olduğumuza göre gelen iki kişinin, toplam “kitle”nin üçte biri olduğu gerçeğini düşünerek bekliyoruz. Bu arada sahnenin solundaki ahşap masanın üstünde biri su dolu iki rakı kadehi, sigara ve kül tablası olduğunu fark ediyorum.

“Ne bekliyorsunuz oyundan” diye soruyor Dülger. Şaşırıyoruz. “Oyuncu oynar, seyirci izler” diye öğretmişler bize ne de olsa. Cevabı kendi veriyor: “Daha önce bazı seyirciler Sinan’ın yaptığı esprileri başkası yapsa gülmekten kırılırdık demiş. Hayır! Burada berber benim, traşı da ben yaparım.”

Seyirci-oyuncu sohbeti koyulaşmışken geciken iki kişi geliyor nihayet. Oyunun başladığını Dülger’in ses tonunun, hareketlerinin değişmesiyle fark ediyoruz. Çünkü salon kararmıyor; bütün ışıklar açık. Göz teması var, bütünüyle sivil.

“Bu memlekette herkes traş yapar” diyor. İnce dokunuşlarla, ölçülü ustura hareketleriyle giriyor “tıraş”a. Otoriteyi, askeri, hükümeti eleştiriyor. Daha iki yaşında resim yapmaya başlayan, ilk sergisini üç yaşında Amerika’da açan ve bunu CV’sinin en başına yazan dahi Türk ressamın trajikomik durumundan tutun, her Türk çocuğuna ilkokul çağlarında öğretilen dogmatik bilgilere kadar gözden kaçırdığımız veya sırtımızı döndüğümüz konuları mizahla harmanlayarak kafamıza vuruyor. “Çağımızın suçunun ortağı” olduğumuzu gösterircesine… Cinselliği de taşıyor sahneye, dini de. Arada da ağzını ıslatmak için bir yudum rakı, bir yudum su içiyor. Oyunun ortasında bir de kedi giriyor salona. Sessizce arka sıradaki koltuklardan birine kıvrılıp, bizi ve oyunu seyrediyor.

Bir buçuk saatin sonunda bastırılan düşüncelerim, görmezden geldiğim konular cirit atmaya başlıyor beynimde. Kaptırmış giderken nokta koyma zamanı geliyor. Altı kişilik bir izleyici topluluğundan çıkabilecek –belki de salon boş olduğu için- en yüksek alkış ile sahneden inip, koltukların bulunduğu yere, yanımıza geliyor Sinan Dülger. Oyundan önceki sorusu, “Eee, şimdi ne düşünüyorsunuz”a dönüşüyor.

Seyirci olarak işimiz daha kolay bu kez: En azından artık alışmışız “sahne”yle ile sohbete. Dülger, sigarasını alıyor masanın üstünden, yakıp, bir nefes alıyor. Yeleğin düğmelerini çözüyor. Seyirciye nefes aldıran bu kısa mola işe yarıyor. Salondakiler genellikle olumlu şeyler söylüyor. Onların merak ettiği şey, merak ettiğimiz şey, oyunun diğer izleyiciler tarafından nasıl algılandığı: “Farkındalık yaratabildiniz mi oyununuzla?”

“Gayr-ı resmi ‘stand-up’çı” finali bu soruyu cevaplayarak yapıyor:

“Ben üzerime düşeni yapmaya çalışıyorum. Halkı düşündürmeye, etkilemeye çalışıyorum. Bir kısım sanatçılar vesayet altında. Sanatçı sahneye çıkıp aklındakileri söylemeli. Sanatçının bir derdi olmalı, takıntılı rahatsız olmalı. Yoksa sanatçı olamaz zaten. Ben takmasam kafama, rahatsız olmasam oynayamam bu oyunu. Eleştiremem etrafta olan biteni. Gündem her geçen gün değişiyor. Gündem değiştikçe ben oyuna yeni şeyler ekliyeceğim ve eleştirerek tiye almaya devam edeceğim. Dokundurmamdan rahatsız olan gelmesin tiyatroma, izlemesin oyunumu.”