“Küçüklüğümden beri bu işi yapacağımı biliyordum” sözleriyle giriyor konuşmasına. “İzmir’in açıkhava sinemalarında bir gecede üç film izleyerek büyüdüm. Fransız Kültür Merkezi sayesinde de Yeni Dalga akımı olmak üzere neredeyse bütün Fransız filmlerini ‘hatim ettim’ söyledi. İstanbul’a geldikten sonra getir götür” işlerinden, kamera asistanlığına ve dizi senaristliğine kadar pek çok iş yaptım.”
Semih Kaplanoğlu’nun “sıkıcı filmler” yapmasının nedeni çocukluğu mu?
Yönetmenin Avrupa’nın en önemli sinema organizasyonlarından Berlin Film Festivali’nde, festivalin en önemli ödülü Altın Ayı’yı kazandığı filmi Bal bugün gösterime giriyor. Bilindiği üzere Bal, Kaplanoğlu’nun Yusuf isimli karakter üzerine yazıp yönettiği üçlemenin son filmi. Üçlemenin ilk filmi Yumurta, 2007 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin en iyi filmi seçilmişti. Kaplanoğlu, üçlemenin ikinci filmi Süt’ü ise 2008’de çekmişti.
İlk filmi, 2001’de gösterime giren ilk filmi Herkes Kendi Evinde’den beri benzer eleştiriler yapılıyor. Filmlerindeki sıkca kullandığı uzun planları sıkıcı bulunan Kaplanoğlu, 30 Mart’ta Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde yapılan söyleşinde bu eleştiriyi şöyle cevaplıyor: “Bizi kendimizden koparacak filmler yapmak, filmlerimden çıkınca ‘Oh ne güzel vakit geçirdik bütün dertlerimizi unuttuk’ denmesini istemiyorum. Hayır dertlerimiz var, belki sıkıcı bir iş yapıyorum ama seyirciyi dertlerine geri döndürmek istiyorum.”
Kaplanoğlu’na göre herşeyin parçalandığı bir zamanda yaşıyoruz. Parçalıyoruz, parçalanıyoruz. “Ben bütüne inanıyorum” diyor yönetmen. “İnsan üzerine birşey yapıyorsak parçalamamamız gerekiyor. Çünkü uzun planların bizi gerçek zamana yaklaştırdığını düşünüyorum. Ayrıca bu tür sahneleri, filmlerimde zaman kavramını hissettirmek için de kullanıyorum.”
Manevi gerçeklik
Yönetmen, tarzı hakkında şu açıklamayı da yapıyor: “Oyunculardan aktörlük değil, kendilerini açmalarını isterim. Çünkü hepimizin duyguları hemen hemen aynı. Ve bu durumun insanları birbirine yaklaştıran birşey olduğunu farkettim. Duygular üzerinden filmler yapıyorum ve gerçekçiliği burada yakalıyorum.” Varoluşun sadece insanla anlaşılamayacağını düşünen Kaplanoğlu “sonsuz derecede büyük olanı, sonsuz derecede küçük olanla” anlatmaya çalıştığını söylüyor. Önemli olanın, duyuların ötesinde bildiğimiz ama tanımlayamadığımız yerlere dokunmak olduğunu ve zaten bunu sorgulayarak da sanata yaklaşmaya çalıştığını vurguluyor. “Filmi oluştururken bütün parçalar uyumlu olmalıdır. Eksiltmek, öze gitmek ve filmlerimin kalplerde duygu yaratması benim için çok önemli.”
İzleyiciye güvenen Kaplanoğlu, fimleriyle “birşey öğretme ve ya dikte ettirme” amacında değil. Öğeleri sembolleştirmeye çalışmıyor. Ona göre bu, işin kolayına kaçmak: “Ben buna yol açmaktan kaçınsam da filmler benden çıktıktan sonra, seyirci istediği gibi anlama ve yorumlama hakkına sahip” diyor. Filmlerdeki öğeler, farklı kültürlerde farklı algılanıyor. Örneğin Yumurta’daki köpek sahnesinin doğuda Mesnevi’yi çağırıştırken, Süt’teki yılan sahnesi Adem ve Havva’ya benzetiliyor.
Gençliğinden beri şiire büyük ilgisi olan Kaplanoğlu, şair ve aynı zamanda yönetmen Pasolini’nin “Yönetmenler hikâye anlatmayı bırakmalı, sinemanın şiirini yazmalı” sözünü gündeme getiriyor. “Şiir dilden geri kalandır. Benim için sinema da buna benzer” diyor. Hatta sinemanın “şiire ilgisi olan ve olmayanlar yönetmeler” şeklinde ikiye bölünebileceğini düşünüyor.