Her gün farkında olmadan giriyoruz Google’a; arıyoruz, tarıyoruz, isimler çıkıyor karşımıza. Sonra Facebook’a düşüyor yolumuz. İstemeden. Bu sırada bir sekme de Twitter için açıyoruz, an be an yazmak için ne yaptığımızı çünkü o sırada yiyor içiyor oluyoruz, gülüyoruz, ağlıyoruz. O kadar sosyaliz yani, bunları yaşarken cep telefonu ya da bilgisayardan alamıyoruz kendimizi. Modumuza uygun müzik açıyoruz Fizy’den mesela ya da YouTube’da videousunu izliyoruz her ne kadar yasak da olsa. Sonra kendi blogumuzda derdimizi anlatıyoruz, ben burdayım, ben de varım demek için, paylaşmak için. Bütün bunların toplamına sosyal medya deniyor şimdilerde hatta okullarda dersleri bile veriliyor.
Eskiden kulağa pek de manalı gelmezdi bu sosyal medya. Medya zaten sosyal olmaz mı? Bu yeni bir icat mı? Aynı eski zamanlarda, Facebook da saçmaydı. Klasik kız tavlama sitesiydi hatta. Bu klasik görünümlü akıllı site; benzer sitelerin eksiklerini, yanlışlarını kavrayıp, kullanıcı odaklı çözümlerle altı yıl içinde beş yüz milyona yakın kullanıcıyla dünya çapında en çok tıklanan yedinci site haline geldi. Aslında çok basit, yakın arkadaşın, uzak arkadaşın, şimdiki sevgilin, eski sevgilin, ilkokul öğretmenin, ortaokul sıra arkadaşın ve daha pek çok insan burnunun dibinde. Olay da bu zaten, herkesin hayatına erişebilir olmak, belki de fiziksel olarak yan yanayken bu kadar içli dışlı olamadığın insanların şu an yatak odalalarının neye benzediğini görebiliyor olmak, en son hangi partide sarhoş olduklarını ya da en son hangi ülkeyi gezdiklerini bilmek. Facebook böyle bir şey aslında. İnsanların en karşı koyamadıkları duyguları üzerine oynuyor; meraklarıyla. O ne yapmış, bu ne giymiş, yeni sevgili kimmiş?.. Seviyoruz da itiraf edelim. Ama yine de olmuyor on yıldır görmediğin arkadaşın ekleyince bir merhaba bile demiyorsun, demezsin çünkü desen tuhaf, iki yüzlülük. Samimiyetsiz de geliyor zaten, gelmez mi? Ben çok yaşıyorum tek başıma oturup sıkılırken bütün gün, bazen 500 arkadaşımın bir tanesi bile aramıyor. Bazen kapatıyorum tüm online hesaplarımı sonra bakıyorum ki arkadaşımın şifresini alıp girmişim, yine kurcalıyorum. Savunuyorum, ”medyacıyım ben karşı koyamam Facebook’a hem hastalık değil, zararı yok” ya da yabancı arkadaşlarla nasıl haberleşiriz sonra diye… Düpedüz kara delik. Hepimizi içine çekti şimdi, sosyal günlerimizi özler olduk, unuttuk çünkü gerçek sosyalliği.
Tüm bunları beni yazmaya zorlayan; Facebook’un kurulum aşamasında yaşananlar, sonrasındaki çekişmeler, bir David Fincher filmi: The Social Network. Türkçe’ye Sosyal Ağ adıyla çevrilen filmin tanıtımını ilk gördüğümde, filmin türünün ”dram” oluşu dikkatimi çekti. Açıkça bu film, inek bir öğrencinin nasıl bir anda okulun zengin ve popüler çocuğu haline gelmesiyle ilgili değildi. Zaten Seven, Fight Club, Zodiac gibi filmlerden hatırladığımız yönetmen David Fincher varsa sıradan olan hikaye bile tuhaflaşacaktı. Nitekim Sosyal Ağ, ilk yarısında durağan da geçse; seyirciyi geri dönüşlerle, kendi içindeki ufak aksiyonlarla ayakta tutmayı başarıyor. Filmdeki görsel öğeler ve seçilen müzikler filmi yukarılara taşıyor. Karanlık Harvard manzarası, sonbahar-kış renkleri; filmin dram türünü ve en başta Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in ruh halini anlatıyor. Facebook’un çıkış hikayesi de gayet sıradan. Kız arkadaşı tarafından terk edilen bilgisayar ustası esas oğlanın kendini ve zekasını gösterme çabasıyla, arkadaşlarının yardımını alarak bir site kurması. Öncesinde bu siteye ön ayak olacak siteyi, pek çok kızın nefretini kazanma pahasına ”Facemash”i hazirliyor. Okuldaki kızların karşılaştırıldığı bu güzellik yarışması konsepti o kadar hızlı yayılıp tutuyor ki sabaha karşı bir saatte 20.000 civarı tıklama alıyor. Facebook’tan sonra ise, işin içine telif davaları giriyor. Bu davalar uzuyor, bitmiyor. En yakın ve hatta tek yakın arkadaşıyla da arası açılınca kahramanımız epey yalnız kalıyor. Filmde genel olarak sevgiyi, hırsı, kıskançlığı, yalnızlığı ve azmi görmek mümkün. Belki de Sosyal Ağ, fırsatları yakalamanın filmi tabii ki zekayla doğru orantılı olarak.
Hergün yaptığımız rutin aktiviteler ve giderdiğimiz temel ihtiyaçların yanında yerini alan ”Facebook kontrolü” bu filmle beraber artar mı azalır mı bilinmez. Zira filmde pek çok kez bira, kıyafet, bilgisayar markası reklamı yapılsa da gündemde en çok yine Facebook vardı. Ancak bu sefer Facebook’un içinden gelen hayatları, çekişmeleri, kavgaları görmek insanları Facebook’tan soğutur mu bilinmez. Sosyal ilişkilerin sadece internet ortamında yaşandığı şu günlerde, insanların sosyal becerilerinin ne yöne doğru ilerlediği merak konusu. Şu an bunları yazarken Jason Mraz dinliyorum çünkü az önce ünlü bir fotoğrafçının Twitter’ında görüp, hatırladım özlediğim bir şarkıyı. O fotoğrafçı benim ne tanıdığım ne yakınım ama benle ve binlerle her şeyini paylaşacak kadar açık aslında. Bu biraz onun karizmasından kıssa da. Ünlüleri ayağa düşürdü deniyor Twitter için, bu da başka bir yazının konusu…
-Film, Ben Mezrich’in ”Kazara Milyarder” adlı kitabından Aaron Sorkin’in senaryosuyla beyazperdeye uyarlandı. Ancak senaryonun 166 sayfa olması David Fincher’ı diyalogları hızlı bir şekilde aktarmaya zorladı.
-Filmin ikinci yarısında sahneye çıkan Napster’ın kurucusu rolünde Justin Timberlake’i görüyoruz. Şarkıcı, kötü adam rolünün hakkını veriyor. Hatta bu rol için kilo kaybedip daha genç görünmeye calıştığını öğreniyoruz. Ayrıca Justin Facebook’un kuruluşundan bile önce filmdeki karakteri Sean Parker’la tanışıyor.
-Filmde telif davalarından dolayı tanıdığımız Harvard’lı yakışıklı, çalışkan, sportif ikizler Cameron Winklevoss ve Tyler Winklevoss için aranılan benzerlikte ikizler bulunamadığından, akraba bile olmayan iki farklı aktör onları canlandırmış. İkizlerin sahneleri post produksiyonda efektlerle desteklenmiş.
-Film IMDB Top 250 listesinde, 121. sırada yer alıyor. Ayrıca şimdiye kadar sadece Amerika çapında yaptığı hasılat elli milyon dolar civarında.
-Mark Zuckerberg filmle ilgilenmediği için seyretmediğini söyleyip, duyduklarına göre filmin de kendisiyle alakasız olduğunu belirtmiş.
Kamera arkası için kaynak: www.imdb.com