'Dışarıdaki kadınlar'ın gözünden Odatv davası




Odatv davasında 100 gün sonra yeni duruşma yarın yapılacak. Bu duruşma öncesinde Aysel Pehlivan ve Özge Terkoğlu’yla bir adaletsizliği konuşmak için buluştuk.

Bundan 16 ay önce 14 Şubat 2011’de gözaltına alınan ve ardından tutuklanan Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan’ın ve Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu’nun ve tutuklu yargılanan diğer gazetecilerin en yakın takipçileri onlar.

Bugüne kadar 12 duruşma gördüler. Biz de bugüne kadar olanları, yaşadıklarını, tanık olduklarını, yakından tanıdıkları adaletsizliği konuştuk. Onlar 16 aydır şahit oldukları, burada anlattıkları, anlatmadıkları, canlarını yakan onca hukuksuzluğa karşı onlara örülen gizli duvarların içinde yaşamaya çalışan “dışarıdaki kadınlar”.

14 Şubat 2011’de eşleriniz gözaltına alındıklarında ve sonrasında neler yaşadınız?
Özge Terkoğlu: Barış’ın başka davalarla ilgili haber yapması yani aslında gazetecilik yapması nedeniyle etrafınızda olup bitenleri biliyorsunuz tabii ki. Neler olabileceğini bilmeyen birisi değilsiniz ama yine de karşınıza kanıtlanmamış, hiçbir spekülasyona açık olmayan şeyleri görünce şaşırıyorsunuz. İlginçtir iddianamede ya da polis sorgusunda, yalan haber yaptıkları, bu yolla bir çıkar elde ettikleri gibi bir şey konmadı önlerine. Sadece niye yazdınız diye sordular. Yazılmayanı yazmak, bulmak, çıkarmak iyi gazetecilik diye biliyoruz biz. Ve bu yüzden ben Barış’ı almaya geldiklerinde bu sürecin bu kadar uzayabileceğini düşünmüyordum. Daha gerçekçi bakanlar vardı. “Bir yanlışlık oldu” demedik ama ortada bir suç olmadığına göre suç yaratmak konusunda nerelere gidebileceklerini bilmiyorduk. Sonra 17 Şubat 2011’de savcılığa ifade vermeye gittiklerinde haberlere ilişkin sorular Barış Pehlivan’a soruldu. Pehlivan’ın sorgusu oldukça uzundu, 4-5 saat sürdü. Tek tek, o haberi niye yaptınız bu haberi niye yaptınız gibi sorular sormuşlar. Terkoğlu’nun bir iftar fotoğrafı üzerine yaptığı haber var. Hakkında dava açılmış. Dolayısıyla orada Zekeriya Öz de fotoğrafta yer alan biri olarak, o davada mağdur sıfatıyla yer aldığı için Terkoğlu başka bir savcıya ifade verdi. Ve bu savcı kensine verilen soruları Terkoğlu’na sormadı. Ve hatta Zekeriya Öz’ün, uyararak  “bu soruları soruyorsunuz değil mi” demesine rağmen, savcının yanıtı “Onları sormadım, sormayacağım” olmuş.

Neler soruldu Barış Terkoğlu’na?
Bu savcı Terkoğlu’na beş tane soru sordu. Odatv binasındaki odaları ve bu odada bulunanları, Yalçın Küçük’le ilişkisi, Odatv yazarı Coşkun Musluk’u tanıyıp tanımadığı, Abdullah Öcalan’ın açıklamalarını neden haber yaptıkları ve “Ulusal Medya 2010”, “Hocadan notlar”, “Nedim.doc”, “Hanefi.doc” vb. gibi belgeleri daha önce görüp görmediği. Haberlerle ilgili sorular ilginç. Çünkü bu haberler Radikal’den Vatan’a kadar her gazetede çıktı. Barış belgeleri görünce çok öfkelenmiş. Çünkü o zaman burada neyle suçlanacağını bilmediği bir ortam olduğunu anlamış. Dosyaların adlarını söylüyorlar ama içinde ne yazdığını bile bilmiyor, açıklamıyorlar bunu.

“İnceleme aşamasındaki harddisk Boğaziçi’nden alındı”

Peki o dokümanlar nerden alınmış?
O dokümanları Odatv’deki bilgisayarlardan bulduklarını söylüyorlar. O dokümanların adı zikredildiği andan itibaren bizim avukatlarımız gidip Odatv’de bir bilişimci bulup, bu belgeler bilgisayarlarda var mı diye aramaya başlıyorlar. Bunların virüslü dosyayla geldiğini söylüyor bakan kişi. Bunlar normal dosyalar değil diyorlar. Ama hakim bunlar teknik meseleler deyip, tutukluyor hepsini. Şu da var: Barış’a yetişiyor bu sorular ve dosyalar ama Barış’ın bilgisayarında bulunan dosyalar değil bunlar. Barış evden çalışıyor zaten. Hiçbirinde ismi yok. Ama mesele bu değil zaten. Dosyalarla ilgili bilirkişi raporlarının çıkarılması için çok uğraştık. Ahmet Şık’ın kitabının toplanması sürecinde, hard disklerin hepsi toplandı. Boğaziçi Üniversite’sinde inceleme yaptırma aşamasında üniversiteden alınarak verildi hatta. Dolayısıyla dokuz ay boyunca hiçbir incelemenin yapılamadığı bir süreç yaşandı. Bu süreçte bütün bunlar, telefon konuşmaları parça parça medyaya servis edildi. “Bakın neler neler çıkacak, orada daha neler var, bu daha görünen yüzü” havası yaratıldı. Bizim o sürece ilişkin hiçbir şey söylememizin hiçbir aracı bize verilmezken bunlar yaşandı. Daha sonrasında iddianame yedinci ayda çıktığında, iddianamede pek bir şey olmadığı ortada ortaya çıktı ama Türkiye’de pek kimse iddianame okumuyor.

Dolayısıyla yaratılan bu ortam havada asılı kaldı, öyle mi?
O kadar büyük bir korku, bıkkınlık ve çaresizlik var ki, insanlar bilmeyerek rahat kalmayı tercih ediyorlar belki. Yaşamlarını sürdürebilmenin bir yolu olarak duyup, görüp, bir şey yapamayıp, yapamayacağını bilip rahatsız olmaktansa; yapanları görüp, “feyz alıp” geride duruyorlar. Ben duruşma sırasında her şeyin değişmeye başlayacağını düşünüyordum. Öyle de oldu. Herkes birbirini dinlemek zorunda kaldığı bir ortamın içersine girdi. Sonuçta medyanın takip ettiği bir dava oldu. Sonuçta Ahmet ile Nedim’in isminin ön plana çıktığı bir dava oldu. İnsanların Odatv sitesine girip haberleri bile okumaya çekindiklerini duyduğumuz bir dönem yaşandı. Ama artık “onlar gazetecilikten yargılanmıyor” argümanının çürüdüğünü gördük.

Aysel Pehlivan: 13 Şubat akşamı ben çalışma odasından ayrılıyorum. Yatmaya gidiyordum. Barış hâlâ Terkoğlu’yla kitap üzerine konuşuyorlardı. Bir heyecan var ikisinde de, uğraşıyorlar. 14 Şubat sabahı kalkıyoruz ve kapımızda bir dünya polis. 14 Şubat’a böyle başladık. Bekliyor musun? Bekliyorsun. Öyle bir zamandan öyle bir süreçten geçiyoruz ki onların yaptığı şeylerin, gazetecilik çalışmalarının, insanlara bir şey söyleme çabalarının böyle bir geri dönüşü olacağını bekliyorsun. Ama ben bu sürecin bu kadar uzun süreceğini düşünmemiştim. Beşiktaş sorgusu beş saat sürdü. Özge’nin dediği gibi dokümanlar çıktı birdenbire. Sürekli telefon konuşmalarından sonra bir mavi dosya çıktı ortaya. Bizimkiler bu dosyaları görmediklerini, bilmediklerini söylediler. Virüs ile gelmiş ve geldiği saniyede silinmiş ve Windows üzerinde açılamaz dosyalar bunlar. Bu fikir beyan edildi ama sürecin devamını yaşamak zorunda kaldık. Boğaziçi’nde harddisk incelenirken, Ahmet Şık’ın kitabı daha basılmadan yasaklı hale gelirken, bunun bahanesiyle inceleme askıda kaldı. Biz onların inceletmesini istedik. Bunu da yapmadılar.  

Özge Terkoğlu: Aylarca ısrar ettik.

“ ‘Madem aldınız, harddisleri siz inceletin’ dedik. İncelenmedi”

Aysel Pehlivan: Bu arada hapishane koşullarında nihayet kitabı çıkardılar Şubat 2012’de. Kitabın çıkmasından bir hafta sonra, haber geldi, Barış’ın yeri değiştirilmiş. Apar topar başka bir yere alındı. Gece koğuşları basılmış. Kitaba düşmanlığımız var diye anlıyorum ben. Kitap çalışması yürütenlerin başına sürekli bir şey geliyor. Duruşmanın başlaması itibariyle bizimkilerin artık kendilerini daha iyi savunabileceklerini, kendilerini ifade edebilecekleri bir mecra oldu. O an itibariyle de iddianamenin ne olduğunu insanların duyma şansı oldu. Ama harddisklerle, virüslü dosyalarla ilgili durum açıklığa kavuşmadı. Biz o süreçte, “Madem aldınız bizden harddiskleri o zaman siz inceletin” dedik. Tabii bu inceleme olmadı. Aylar geçti. İddianame çıktı. Ondan çok daha sonra alabildik harddiskleri. Mahkeme inceletmediği için alıp biz Yıldız Teknik Üniversitesi’nde incelettik. Müyesser Yıldız’ınki ODTÜ’den geldi. Sonra ABD’li bilişim şirketinden de rapor geldi. Aleni bir şekilde bunların virüsle nasıl geldiği  dosya dosya elimizdeki raporlarda var. Ancak bu da yetmedi. Mahkeme bu raporlarla tatmin olmadı herhalde. TÜBİTAK’tan rapor istendi. Hâlâ onu bekliyoruz.

Özge Terkoğlu: Haziran’a geldik rapor yok hâlâ ortada.

Peki 18 Haziran’daki duruşmaya yetişecek mi?
Özge Terkoğlu: Sonuçta avukatlar iki kez dilekçe verdiler TÜBİTAK raporuyla ilgili. Duruşmaya yetişecek diyorlar ama sonuçta duruşmaya iki gün kaldı ve henüz bir rapor gelmedi. Göreceğiz.

Barış’ların neden tutuklandıklarını düşünüyorsunuz?
Aysel Pehlivan: Ne diyebilirim ki, iddianameye bakıyorum, sadece “bu haberi niye yaptınız,” diye soruyorlar. Sürekli haberler sorgulanıyor. Bütün medyada yer alan, gazeteciyim diyen kimsenin haber yapmama ihtimali olmayan haberler suç olarak önlerine konuldu. Dolayısıyla gazeteci oldukları için içeride olduklarını düşünüyorum. Hep söylediğimiz gibi Odatv davasında gazetecilik yargılanıyor. Farklı perspektiflerden haber sunmuş olmaları önemli tabii ki. Ama zaten gazeteciliğin özü bu değil midir? Farklı yönlerden bakmak gerekmez mi olaylara?

Özge Terkoğlu: Haberlerin başlıklarına bakarak iddianame yazmışlar. Çok önemli bir kısmı, başka bir kaynaktan, başka bir gazeteden alınmış ve Odatv’de kullanılmış haberler. O zaman o haberleri yazan kaynaklar, gazeteler de mi suçlu? Bu, “Sadece bizim istediğimiz gibi gazetecilik yapılabilir,” demenin bir yolu. Odatv açıkça onların canını sıkacak türden yayın yapıyor. Onun çizgisini benimseyip benimsememek ayrı ama başka yerlerde kolay kolay kullanılmayan haberler de kullandı, yazdı. Ciddi bir izleyici kitlesi var. Günde yaklaşık 120.000 farklı bilgisayardan giriş yapılan bir site. Ama tepki de çeken bir yer. Bütün bu yaşadığımız süreç aslında ortak. Davaların hepsini tek bir bütün olarak görüyorum. Neticede bunların hepsi özel yetkili mahkemelerde yaşanan hukuksuzluklar ve bir düşman hukuku işletiliyor. Bu düşman hukuku işletilirken karşı tarafta, adını demokrasi koyamayacağınız bir süreç yaşanıyor ve bunun içinde tabii ki basın özgürlüğü de ortadan kaldırılıyor. Aydınların varlığı, istemedikleri kitapların çıkması… Bunlar olmaması gereken şeyler onlar için. Hatta kitapların daha basılmadan toplatılmaya çalışılması normal. Oysa en otoriter rejimlerde bile kitabın önce basılması gerekiyor. Bunun da ötesinde kürtaj yasağı konuşuluyor. İnsanın düşünme özgürlüğünden, bedeninin özgürlüğüne kadar her şeye müdahale edilen, aşama aşama gelişen bir süreç yaşanıyor. Basın özgürlüğü de bu bağlamın içinde bu hale geldi. Tekel işçilerinin o sürece gösterdiği tepkiyi haber yapmak… Bu mu terörizm? Mısır’da yaşanan olayları yazmak mı terörizm?

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği afişi delil diye alındı”
 
Delil olarak ne topladılar?
Aysel Pehlivan: Bizim evden bir afiş aldılar. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bir afişiydi. Van’ın Özalp ilçesine bir gezi düzenlenmişti. Projenin adı “Köy kent gençliği el ele” idi. Amacı da köyde ve kentte yaşayan gençleri tanıştırmaktı, kaynaştırmaktı. Biz Barış’la orada tanışmıştık ve bir anı olarak o afiş evdeydi. Barış orada flüt çalmayı öğretti çocuklara, satranç oynamayı öğrettik. Bunu delil olarak aldılar. Üstelik iddianameye bile girdi.

Özge Terkoğlu: Telefon defterlerini aldılar. Evde bulunan tüm CD’leri aldılar. Ciddi bir film ve müzik arşivi götürdüler. Doktora başvurumda bana yazılan referans mektuplarını aldılar. Türkel Minibaş yazmıştı. Bir de bizim düğün arabasının önüne ve arkasına Barış stickerlar yapıştırmıştı. “İttihatçı dediler, vermediler” diye. Bundan bir tanesi evde duruyordu. Ona baktılar uzun uzun.

Aysel Pehlivan: Arama çok üstünkörü yapıldı aslında. Evden bir şey çıkmayacağını zaten biliyorlardı bence. Sonradan zaten anladık ki başka yerlerde başka deliller üretilmiş.

“Hayata eskiden olduğu gibi karışamadık”

Bir kadın olarak neler yaşadınız?
Özge Terkoğlu: Başınıza böyle bir şey geldiğinde, her şeyi derli toplu bir arada tutmaya çabalıyorsunuz. Sanırım hepimizin yaşadığı şey bu. Maddi yükümlülüğünüz var. Eşinizle görüşmeye gittiğinizde onun moralini yüksek tutmaya çalışıyorsunuz. O da sizin karşınızda bunu yapmaya çalışıyor, bunu biliyorsunuz. Açıkçası ilk dönemde gerçekten nefesimin kesildiğini hissediyordum. Kendinizi nereye vursanız sakinleşemeyeceğiniz bir zaman o. Sonra iyi olduklarını görünce rahatladık. Hayatlarında ilk kez cezaevine girdiler. Orada yaşanan şeylerin psikolojisi çok başka. İnsanların algılarının bile oynadığı bir ortam. Orada bambaşka bir Türkiye var. Biz ilk kez gördük. Bu da anlaşılması gereken bir şey. Sonra büyük bir öfke geliyor insana. Bu bir haksızlık ama “Bunu nasıl yaşarım,” diye bir öfke değil. Sonuçta biraz sosyal bilinciniz varsa nedenlerini anlayabiliyorsunuz. Dolayısıyla büyük bir kader kurbanı olarak görmüyorsunuz kendinizi ama yine de insanın içinde adalet duygusu var. Onun yarattığı ciddi bir öfke var. İnsanların hiçbir şey olmamış hayatlarına devam ediyor olmalarını garipsiyordum. Pek çok kişiyle illiyet kuramıyordum. Bana onların konuştukları yabancı geliyordu. Dolayısıyla etrafımızda ciddi bir değişiklik yaşadık. Arkadaşların kimisi korkuyor, kimisi çekiniyor, kimisi yanınızda oluyor ve gerçekten bambaşka bir şekilde paylaşıyor. Açıkçası hayata aynı şekilde karışamadım. Bu da en çok canımı sıkan şey oldu.

Aysel Pehlivan: Gerçekten hayata eskisi gibi karışamıyorsun. Çünkü bir tarafın eksik oluyor. Daha hassas oluyorsun, daha içine kapanık oluyorsun. Bu süreçte de aslında hep dışarıdaki kadınlar var yanında olan. Biz Özge’yle Beşiktaş adliyesinin önünde tanıştık. Ondan sonraki bir hafta boyunca da birlikteydik. Çünkü bizi bizden başka anlayabilecek kimse yoktu. O süreçte dengeleriniz değişiyor, çok büyük bir maddi yükü sırtlamaya çalışıyorsun ama işin asıl kısmı psikolojik olarak verdiğin savaş. Gazetelerde onlarla ilgili anlam veremediğin haberleri gördüğün zaman hissettiklerin var tabii.

Bu süreçte en çok canınızı sıkan şey ne oldu?
Aysel Pehlivan: Göz göre göre bizim 16 aydır onları bekliyor olmamız çok canımı yakıyor. Hâlâ körü körüne, adaletsizliğin tekrarlanıyor olması, hâlâ bekliyor olmak çok can sıkıcı.

Özge Terkoğlu: Tek bir şey seçmek zor. Onun canı sıkıldığı için bir saat uykusu kaçsın ben ne yapacağımı şaşırırdım. Öyle koruduğunuz birini öyle çetin bir ortamda bırakıyorsunuz. Barış bunu kaldırır ve kaldırıyor da. Ama cezaevine ilk gittiklerinde Barış’ı ayırmışlardı. Herkes gazetecilerle kalıyordu ama Barış Ergenekon’dan tutuklu bir doktorla Mehmet Koral’ın yanına verildi. Sonuçta sohbetlerinin konuları daha sınırlı oldu. Barış çok güzel bir insandır, çok espritüeldir ve çok gülerek yaşar. Gülmek bir manifestodur ya, öyle…

“Aynı davanın sanığı cezaevinde öldü. Çok tedirgin oldum”

Bir de bir mektubunu hiç unutmuyorum. Yan koğuştan gelen çığlıkları duyduğunu anlatmıştı. Sonra aynı davanın sanığı [Kaşif Kozinoğlu] öldü duruşmadan on gün önce. Beni çok tedirgin etti bu. Can güvenliklerinin olması tek tesellimken,  o zaman ondan şüphe ettim. O günleri hiç unutmayacağım.

Onlar içinse en zoru görünmemek, çünkü orada görünmeyip aklını yitiren çok insan var başka davalardan. Bakırköy Akıl Hastanesi’ne götürülüp biraz iyileşince geri getiriliyorlar ve Barış onların çığlıklarıyla geçirdi bir dönemini. Ayrıca sağlık durumu iyi olmayanlar içinde aynı şey geçerli, doğru düzgün tedavi edilmiyorlar, çok geç hastaneye götürülüyorlar, ve sonra tekrar cezaevi, insanların yaşama hakkıyla oynanıyor. Bu insanı gerçekten diri diri gömmek ve kimse de duymuyor. Kulaklarını tıkamış durumda herkes.

Yarınki duruşmadan ne bekliyorsunuz?
Aysel Pehlivan: Her şey o kadar mantık sınırları dışında ilerliyor ki, hiçbir şey beklemiyorum bir yandan. Ama bu da eksik. Hiçbir şeyi anlamlandıramadığı için neyi beklediğimi bilmiyorum aslında ama artık Barış’ın gelmesini istiyorum…

Özge Terkoğlu: Beklememeye çalışıyorsunuz. Hep ikili oluyor. Hem bekleme halinin yerleşmesine izin vermemeye çalışıyorsunuz. Ama başkalarının “Tahliye beklemiyordunuz herhalde,” dedikleri duruşmada da aslında bekliyorduk. Nasıl beklemeyim ki. Ben aylık değerlendirmelerden bile bekliyorum çıkıp gelmesini. Ama bu umuda kapılmanın maliyeti ağır oluyor. Bu davada bir tahliye süreci başladı. Bu umut veriyor.

“Her halükârda kendimizi ağlarken görüyoruz”

Tahliyeler olduğunda ne hissettiniz?
Özge Terkoğlu: Tahliye olan herkes için seviniyorsunuz. Vecide’ye [Şener] de Yonca’ya [Şık] da sarıldım. Sait’in [Çakır] sevgilisine, Coşkun’un [Musluk] kız kardeşine sarıldım, arkadaşlarımıza sarıldım. Oradan dönerken ağlıyordum. Sonra beraber oturduk, eğlendik. Ertesi sabah uyanıp yine ağladım. İnsanı bu hale getirmeleri çok kötü. Benim en çok korktuğum şeylerden biri karar anında ne yaşanacağı. Kafamızda evirip çeviriyoruz neye benzeyecek halimiz diye. Biz her halükarda kendimizi ağlarken görüyoruz. Bunu bize yapmamalılar. Bu insanca değil. Bir de bir önceki duruşmada tahliye verip araya bir mevsim koyuyorsunuz. Nasıl bu kadar rahat tarih verebilirler? Bir mevsim daha ben sevgilimden ayrı kaldım. Şimdi tahliye olmasa bir 100 gün daha mı atılacak?

Aysel Pehlivan: Tahliyelere seviniyorsun çünkü en azından birileri akşam aileleriyle bir arada olacak diye düşünüyorsun. Bir yandan da Barış’ı, eşini göremeyeceğini düşünüyorsun, üzülüyorsun. Bu gerçekten insanlıktan çıkmak. Kamuoyu vicdanını yaralayan bir dava bu ve her şey bu kadar aleniyken hâlâ içeride olmalarını anlamak mümkün değil.