28 Şubat süreci medyada sürüyor




Köşe yazılarını okuma alışkanlığım yok; hergün takip ettiğim kimse de yok. Arasıra bakıyorum gözüme takılanlara. T24, Star’dan Yalçın Akdoğan’ın bir yazısını tivitlemişti. Baktım, 28 Şubat gazeteciliğiyle ilgiliydi. Yetti artık, deyip ben de yazmaya koyuldum ve bitirdim. Sonra Akdoğan’ın yazısına link vermek için Star’ı açtım ve gördüm ki, T24 yanlışlıkla, Akdoğan’ın 24 Nisan’daki yazısını koymuş, 24 Temmuz yerine. Elimde ne yapacağımı bilmediğim bir yazıyla kalakaldım, ama sonra zamanı geçmiş olmadığına karar verdim ve Doğan Akın’a gönderdim. Bu küçük hatayla beni bir yazı yazmaya sevkeden T24’e müteşekkirim.

Üzerinde çalışmakta olduğum kitabı “saklamakta” kararlıydım, ama bu direncimi kıracak bir sürü gelişme, beyanat ve yazının bardağı taşıran son damlası Yalçın Akdoğan’ın son makalesi oldu: Darbecilerle hesaplaşmak.

Şu 28 Şubat gazeteciliği meselesi. Aslında, “28 Şubat gazeteciliği”nin, gazetecilik bakımından, hiçbir özel yanı yok. Tehdit-talimat-rüşvet-mükafat yolu her zaman işlemiştir, işliyor.

Beni bu konuda yazmaya sevkeden saik, aslında, şimdiki yargı süreci değil, itiraflar. Yargı süreci, gazetecilerin yüzleşmesini sağlamayacak; ders almasını da sağlamadı, sağlamayacak. İki itiraf üzerinden derdimi anlatmaya çalışayım.

İlki İsmet Berkan’ınki: Medya olmasaydı 28 Şubat olmazdı. İsmet şunları söylüyor: “Bence 28 Şubat’ta en büyük rolü hiç kuşkusuz medya üstlendi. Üstelik özellikle merkez medya buna neredeyse gönüllü oldu. (…) 28 Şubat’ın ana aktörlerinden biri de medyaydı ve medya olmasaydı 28 Şubat başarılı olamazdı. Medya neredeyse gönüllü olarak psikolojik harekatın parçası oldu.”

Evet, böyle bir genelleme yapılabilir ve söyledikleri doğru bu “medya” genellemesi düzeyinde. Fakat hemen peşinden gelen şu iki kısa cümlede çok büyük bir sorun var; ve benim de itirazım: “Hepimiz kullanıldık ve kendimizi kullandırdık. 28 Şubat sürecinde hepimizin günahı var.”

Hayır efendim, ne münasebet! Ben kullanılmadım ve kendimi de kullandırmadım ve belki daha önemlisi, kimseyi de kullanmadım, günahım da yok. Tam tersine, bu kullanma-kullanılma ilişkisine itiraz bile ettim (aşağıda bir örnek göreceksiniz).  Üstelik, daha tehlikesiz bir zamanda bile, herkes bayılırken, layık bulmadığım için o gazeteye imza atmayarak, kendimi korudum. Bedava diye boş bulduğu mezara giren adam misali imzasını her çöpe basanlardansanız ve şöhretin iyisi kötüsü olmaz, diyorsanız başka; öyle şöhretlerim yok benim.

Biraz daha geriye gidelim, çünkü genellikle ihmal edildiği üzre, 28 Şubat denen “süreç”, aslında, neredeyse bir sene öncesinden başlıyor. 1996 Şubatında Anavatan Partisi ile Refah Partisi koalisyon kurmaya çalışıyordu. Siyaset dediğiniz alan bir lağım çukurundan farksızdı: yolsuzluklar, çeteler, cinayetler… RP belki de en temiziydi partilerin, fakat o da kimi yolsuzlukları görmezden gelebileceğinin işaretlerini veriyordu, vs.. Necmettin Erbakan ile Mesut Yılmaz’ın pazarlıkları sonuç vermiş gibiydi, herkes hükümet listesinin Cumhurbaşkanlığı’na gitmesini bekliyordu ki … aniden iş yattı. 25 Şubat 1996 tarihli Yeni Yüzyıl’da İsmet Berkan’ın “Döndük mü başladığımız yere” başlıklı bir yazısı yayınlandı. İsmet o zaman Yeni Yüzyıl’ın Ankara temsilcisiydi. Sabah gazeteye gelip yazıyı okuyunca, bir cevap yazmaya karar verdim ve bilgisayarın başına oturdum. Siyasi gelişmeleri, asker veya sivil çeşitli temasları, demeçleri ve benzer ayrıntıları ele alıp, askerin elaltından da olsa müdahale ettiğini söyleyip “Başladığımız yere falan dönmedik, aslında darbe oldu” diyen bir yazı yazdım. (Ne yazık ki, dağınıklığım yüzünden o yazı elimde yok; gazetedeki bilgisayarda yazmıştım ve bir kağıt çıkışı almış olsam bile nerede olduğunu bilmiyorum.) Yorum sayfasına nadiren de olsa birşeyler yazıyordum; yine sayfanın editörüne verdim. Fakat az sonra, yazımı koymayacaklarını öğrendim. Hatta bir ara, yazı işleri müdürlerinden Gürsel Göncü, Sabah’ın yazı işlerinden birini ayarlayıp, sert ve uygunsuz yazım dolayısıyla beni korkutma numarası bile yapmıştı: ‘Genelkurmay’dan aradılar, yazıyı sordular, haber almışlar’ vs gibi komik olmayan bir şaka.

Tamam, bunlar benim kendi kendime böbürlenmem olabilir, ama İsmet’in başvurduğu gibi bir genelleme hem onun gibi davranmayan benim gibilere büyük bir haksızlık, hem de kabahatini cümle aleme yayarak, anonimleştirerek küçültme, önemsizleştirme, araziye uyma biçimsizliğidir. Suçun şahsiliği diye bir hukuk prensibi var, değil mi? Kabahat, hata için de aynı prensip geçerli; aynı kabahati birçok kişi işlemiş olsa bile. Yüzleşme böyle olabilir mi? Yüz’leşme diyoruz, son derece kişisel bir şey. İsmet “hepimiz” dediğinde, yaptığı o boktan şeyin karşısına ve toplumun karşısına kendi yüzünü koymuyor ki, “hepimiz” diye bir yüz koyuyor. “Hepimiz” diye bir yüz yoktur. Bir Hıristiyanın, başkalarıyla beraber işlediği bir suçtan, girdiği bir günahtan ötürü, papazın yanındaki küçücük günah çıkarma kulübesine suçortaklarıyla beraber doluştuğunu düşünebiliyor musunuz? Müslümanlar, günah çıkarma adetleri yoksa da, Allah’larıyla konuşurlar; yardım istedikleri gibi pişmanlıklarını da söylerler. Ve bu “konuşmada” Allah’la yüzyüzedirler. Konuşurken, yazarken, röportaj verirken “hepimiz” denip kalabalığa karışılabilir, ama Sırat köprüsünden kalabalığa karışıp geçmeyi beceremezsiniz.

İsmet’in ve onun “cesaret”ini bile gösteremeyen “kullanılmış”, “kendini kullandırtmış” ve başkalarını kullanmışların yapması gereken ilk şey, neyi nasıl yaptıklarını açık seçik anlatmaktır. “Ben, ben” diyerek; yani daima bayıldıkları, söylemekten kendilerini alamadıkları şekilde. Çünkü kullanılmak, burada ima edildiğinin aksine, safiyane bir şey değildir. Kullanılanlar kullanıldıklarını biliyorlardı. Kendilerini kullandırdılar. Ve kullanılanlar, başkalarını da kullandılar. Bilmeden kullanıldıkları konusunda ısrar edeceklere uyarı: bu saflık değil, aptallık.

“Ben” demek zor geliyorsa şöyle bir şey önereyim: T24, medya için bir “Günah Kutusu” koysun kendi sitesinde bir yere, şikayet kutusu gibi. Buraya isteyen istediği günahını atsa, isteyen ismini verse, isteyen vermese. T24 de belli aralıklarla, gelen mektup sayısına bağlı olarak, bunları yayınlasa. Hatta, her yıl bir kitap çıkarsa bunlardan. Editörlüğünü gönüllü yapmaya hazırım.

Gazeteciler özeleştiri yapmayınca, kendilerini denetlemeyince, baskıya direnmeyince, zaten pek matah bir “tür” sayılmayan siyasetçinin maskarası olur. AKP’nin “fikir makyözü” Yalçın Akdoğan gibiler ve o zamanın mağduru olan İslami kesimin gazeteleri ve gazetecileri de, şu anda nasıl gazetecilik yaptıklarına, iktidarla ilişkilerine, iktidarın yapısına ve medya ile kurduğu ilişkiye ve “medya pazarı”nda bu ilişkilerin sağladığı avantajlarla semirmelerine hiç bakmadan bugünkü gibi üst perdeden konuşurlar.

İkinci örneğim, Sabah grubunun (eski) sahibi Dinç Bilgin’in bir ara “soap opera” kıvamına eren itirafları. Dinç Bilgin, gazeteciliğe ihanet kabilinden işleri yaparken, yukarıda da dediğim gibi, ben de onun gazetelerinden birinde, Yeni Yüzyıl’da çalışıyordum.

(Şu bilgileri vermem iyi olacak sanırım: Gazetenin kuruluşunda işe başlayan 6-7 kişiden biriydim. Yazı işlerinde editör olarak çalıştım. Bir ara haber müdürlüğü de yaptım, ama adımın künyede yer almaması şartıyla. Yazı işleri müdürü Kerem Çalışkan’a şunu söylemiştim: “Ben bu gazeteye imza atmam, imza atabileceğim bir düzeye gelirse, söylerim. Ayrıca, bazı muhabirlerin kadro sorunlarının halledilmesi lazım.” Benim istediğim düzeye gelmesi kolay değildi ve işler 28 Şubat’a doğru gitti işte. Fakat arkadaşların kadro işlemleri halledilmeyince kısa süre sonra haber müdürlüğünü bıraktım.)

Evet, 28 Şubat sürecinde nasıl bir sinir harbi yaşadığımı gayet iyi hatırlıyorum. Üstelik, ilgisiz kalmak imkansızdı ama, siyaset/Ankara haberleriyle doğrudan ilgili değildim o sıra. Yine de İstanbul’dan yaptırılan kimi kışkırtıcı, tahkir edici haberler yüzünden Kerem’le birkaç kere bağıra çağıra tartıştığımı da gayet iyi hatırlıyorum. Bunlardan birkaçı gazetede çıkan haberlerle ilgiliydi, biri de yine böyle bir habere muhabir gönderilmesini engellemekle.

Gazetenin tutumunu göstermek için iki örnekle yetinelim. 13 Aralık 1996 tarihli Yeni Yüzyıl, sürmanşette “Ordudan sert tepki” başlıklı bir “haber”le çıktı. Aslında bu bir haber değildi. Askeri Şura kararlarına yargı yolu açılmasını isteyen Refah Partililere Genelkurmay “tepki” göstermişti. Gazete muhtıra kıvamındaki bu Genelkurmay açıklamasını aynen sürmanşete yerleştirmişti. Ne içeride ne bir haber, ne bu metinle ilgili bir yorum, ne başyazıda bir değinme … hiçbir şey. Bu, o gün Genelkurmay bülteni olarak çıkmak demekti. Genelkurmay metninin hemen altındaki Yeni Yüzyıl logosunun yanında duran “Türkiye’nin en kaliteli gazetesi” ibaresinin hakkını veren tutum. Aynı gün, mesela, Milliyet aynı haberi birinci sayfanın dibinde küçük bir başlık ve iki satırlık bir spotla vermiş.

İkinci örnek için 28 Şubat muhtırasından iki gün sonraki, 2 Mart 1997 tarihli, gazetenin birinci sayfasındaki Yeni Yüzyıl imzalı başyazıdan birkaç cümleye bakalım: “Umarız muhtıranın ‘adresi’ olan siyasiler, geçmişte görüldüğü gibi, ‘Bu bildirinin muhatabı ben değilim’ yanılgısına düşmezler.  (…) MGK Bildirisi, 21 Yüzyıl’a, Avrupa’ya ve çağdaşlığa yürüyen Türkiye’yi geri çekmek ya da çelme takmak isteyenlere ciddi bir uyarıdır. Dileriz açılan bu yeni sayfaya güzel şeyler yazılır.”

Dolayısıyla, Dinç Bilgin’in sırf yediği herzeleri söyledi diye kahraman mertebesine yükseltilmiş olması, sadece Türkiye’ye has bir saçmalık ve kurnazlık. Adamın biri 16 kişiyi katletse, o sırada birileri “Cinayet işleniyor!” diye feryat etmesine rağmen oralı olunmasa ve sonra şartlar tamamen değişince, o adam çıkıp “Ben 15 sene önce 16 kişiyi öldürdüm” diye itiraf etse… Kahraman saymayı bırakın, “bravo” der misiniz? Durum bu.

Keşke bu olsaydı! Durum daha da kötü. Az önce verdiğim iki örnek Dinç Bilgin’in değil, bu gazeteyi yapıp yöneten gazetecilerin marifeti. Hiç olmazsa Dinç Bilgin gibi çıkıp, arşivlerde herkesin kolaylıkla bulabileceği, üstü örtülemez bu pislikle ahali önünde yüzleşmeleri, muhasebe yapmaları gerekmez miydi? Dinç Bilgin bütün günahlarınızı üstlenen İsa’nız mıydı sizin? Böyle bakınca, Dinç Bilgin’e haksızlık ettiğim bile düşünülebilir. Hiçbir gazetecinin yapamadığını yaptığı için bir kahraman belki de.

İmdi, bir daha darbe olmayacak, kimsenin darbeye teşebbüs edemeyecek olması bir siyasi derstir, evet; fakat gazetecilik için ders olmaya yetmez bu. Gazetecilik için ders, iktidarla, her tür güçle kurulan ilişki biçiminin değişmiş olması olurdu. Ama bugünkü durum bunu göstermiyor. Müslüman gazete patronlarının, Dinç Bilgin’inki gibi, akçeli ilişkileri var hükümetle veya devlet kurumlarıyla. (Çalık grubunun Sabah’ı nasıl ele geçirdiği yeter örnek.) Dinç Bilgin’in kendi gazete ve televizyon kanallarında oluşturduğuna benzer bir yönetimle iş görüyorlar: En hafifinden, ticari-iktisadi avantajlar eşliğinde iktidar yandaşlığının veya içselleştirilmiş baskının alt kademelere doğru yayılmasıyla. Çalışanların tepesinde duran Damokles’in –işsizlik- kılıcının da sayesinde.

Anlıyoruz ki, gazeteciler de, patronlar da ders almamış 28 Şubat sürecinden, çünkü onu sadece “asker”, “darbe” kelimelerine indirgemişler. Halbuki, 28 Şubat süreci gazetecilik için bitmedi, sürüyor ve bu gidişle daha da sürecek. Çünkü gazetecilik, çeşitli güç odaklarıyla kurduğu ilişki tarzını değiştirmedi. 28 Şubat süreci, medyadaki işleyişi, neredeyse tamamen, emir-komuta zincirine kilitlemişti. Siyaseten o devir geçti, askeri vesayet budandı, “post-modern darbe” yapanlar da, daha sonra darbe planlayanlar da yargılanıyor… Ama medyada emir-komuta zinciri, kudretinden hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor.

Bu kudreti kırmak için atılacak adımlardan biri, samimi itiraflardır, gerçek dersler çıkarabileceğimiz, yançizmeyen ve bize de yançizdirmeyecek ayrıntıda ve kalitede itiraflardır. Halihazırda gazete ve televizyon kanallarını yöneten insanlar bunu yapamaz, yapacak olsalar oralarda bulunamazlardı, ama artık gazete yönetmeyenler için tehlike kalmadı. Yeni Yüzyıl’ın yayın yönetmeni Okay Gönensin’in söyleyecekleri olmalı mesela. Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesinin bu toplumu nasıl rahatlatacak bir adım olduğunu düşünüyorsa, ki haklı, kendi yüzleşmesi de öyledir. Bu arkadaşların yaptıkları gazetecilikle yüzleşmesi, gazeteciliğe, yeni yetişen ve yetişecek olan genç gazetecilere de eşi bulunmaz büyüklükte büyük bir katkıdır. Ve mevcut yöneticilerin önüne de bir ibret vesikası, iyi niyetli bir yaklaşımla, bir çıta koyar.

Önümüze konan itiraflara rağmen, belki daha doğrusu o gayrısamimi itiraflar sayesinde mahir, donanımlı gazeteciler o zaman da (28 Şubat süreci) istenmiyordu, şimdi de istenmiyor. Kendime mahir demek istemiyorum ama, ibret verici bir örnek olduğu için söyleyeyim: 2005 Temmuzunda, üçbuçuk yıllık çalışmadan sonra, NTV dış haber editörlüğünden (nazikçe) alındığımda, Genel Müdür Cem Aydın, “Abi burası BBC değil, gözünü seveyim” demişti. BBC, Cem için gazetecilik kabesiydi, biliyorum; Kabe’den kaçan Müslüman olur mu? Anlayın artık durumun vahametini; daha fazla bir şey demeyeyim.

Benzer işler yapan bütün gazetecilerin yeteneksiz, cahil olduklarını söylemek istemiyorum tabii; nasıl bir baskı altında olduklarını göstermek istiyorum. Mahir olan maharetini, bilgili olan bilgisini göstersin istenmiyor. “Başımıza bela açmayacak şekil ne olabilir” kaygısına göre ayarlanıyor herşey. Bir de tabii, “başa bela olmayacak” birileri.

“Hepimiz” yüzleşme yerine geçince, AKP’nin her yaptığını — ilkesiz, erdemsiz, zararlı, kısıtlayıcı, haksız olanları bile — bir demokrasi manzumesi haline getirme vazifesinin Abdurrahman Çelebisi de dile gelir tabii.

Bir de tabii, başa bela olmayacak birine gazeteci denir mi?

 

malpda@yahoo.com