NTV için şiir vakti

Geçen gün, NTV’nin, Leonardo da Vinci belgeselinde ressamın Vitruvius Adamı (Altın Oran) olarak bilinen resmini sansürlediğini duyunca, medyada nasıl oran tanımaz biçimde kişilik yamulmaları olduğunu düşündüm.

Bir sanat eserini sansürlemek ve bunu hazmetmek! RTÜK’ün tırpanından sakınmak için sansürlendiği söylenebilir!! Ama unutmayalım ki, her sansürün bir “gerekçesi” vardır. Ben de birçok kişi gibi “pes” dedim Vitruvius Adamı’na sigara muamelesi yapılmasına, ama doğrusu pek şaşırmadım. Bu sansür, hiç öyle hükümet baskısının falan gelemeyeceği başka bir şeyi hatırlattı bana.

Dış haberler editörüydüm o zamanlar NTV’de. İşim başımdan aşkındı. Bütün dünya kaynıyordu, ABD Irak’a ya saldırmıştı ya saldırmak üzereydi; okuyorduk, yazıyorduk, beğendiğimiz yazıları tercüme ediyorduk, tartışıyorduk… Sürekli bir seferberlik halindeydik sanki. Bu seferberlik hali zevkliydi, ama –mecburen—gündelik olayların içinde hapsolmuştuk bir yandan da. Gazetecilik için de başka kaynaklardan beslenmek ya da şimdiye kadar beslendiğiniz kaynakları canlı tutmak iyi, hatta elzem bir şeydir. Gündelik cehennemî gerçekliğin dışına çıkmak, biraz temiz hava teneffüs etmek gerekir. Güzel şeylerle beslenmeye ihtiyacımız var.

Yatak meceralarımı anlatmak istemem ama..

Ben dönem dönem şiire dadanırım mesela. Her zaman bir elim şiirde olur da, bazan dadanırım. Bu dadanma dönemlerimde, -size yatak maceralarımı anlatmayı hiç istemem ama- her akşam uyumadan en az yarım saat şiir okurum. İşte o zamanlar da böyle bir dönemimdeydim ve şeytani (!) bir fikir geldi aklıma. Benim nasıl güzel şeylere, başka bir “gerçekliğe”, üstelik uyarıcı, zindelik verici bir güzelliğe ihtiyacım varsa, şu kanalda çalışan 800 küsur arkadaşımın da -en azından bir kısmının- vardır, diye düşündüm.

Bana kalırsa, şiire herkesin ihtiyacı vardır da büyük çoğunluğun kendi ihtiyacından haberi yoktur. Dikkat ederseniz “iyi” şiire herkesin ihtiyacı olduğunu söylemedim; çünkü, ahbaplığımız artık sürmese de, büyük şair İsmet Özel’den sık sık duyduğum gibi, kötü şiir yoktur; şiir ya şiirdir -iyidir yani- ya da şiir değildir.

Neyse… Yatakta şiir gecelerimden birinde, karşılığında maaş aldığım “halkı bilgilendirme” işimin dışında, büyük bir kısmını tanımadığım iş arkadaşlarımı irşad vazifesiyle gönderildiğime hükmettim. Artık her ay başında, bütün çalışanlara bir şiir yollayacaktım.

Şairlerin ruhu bile duymadı…

Hiç de öyle ilk düşündüğüm kadar kolay olmadı şiir seçmek. Sevdiğim birçok şair ve daha da çok şiir vardı. Onların ruhu bile duymadı benim bu yaptığımı, ama ben haksızlık etme kaygımdan kurtulamıyordum. Hangi birini seçseydim o güzelim şiirlerin?

Fakat biraz daha düşününce, sesleneceğim –yani şairlerimin sesleneceği- kitleyi düşünmenin daha iyi bir yol olduğuna karar verdim. Bir şiir beklentisi içinde olmayan, dahası, şiirle ilişkilerini hiç bilmediğim bir topluluk için şiir seçecektim. Onları her seferinde yakalamak, nasıl bir zenginliğe gönül ve zihin açacaklarını anlamalarını sağlamak istiyordum. Şimdi tam hatırlamıyorum ama galiba Cemal Süreya ile başladım. Postalarım şu başlıkla gidiyordu: “NTV için şiir vakti.”

Daha işin başında birkaç tebrik ve teşekkür mesajı aldım. Bir karşılık beklemiyordum ben, bu işi yapmakla eğleniyordum. Başkasına bir rahatsızlık verdiğimi de düşünmüyordum. Hoşlanmayan, okuma zahmetine katlanmadan bir tıkla çöpe atıverirdi nasıl olsa.

Herkese birden 'mail' atan adam

Beklemediğim karşılık, yayın kurulu toplantısında geldi. Gündem konuşmaları tamamlandıktan sonra Genel Müdür Cem Aydın her zamanki güleç ve sevimli haliyle şunu sordu: “Herkese birden mail atmayı nasıl becerdin abi?”

Benim afallamış halimi görünce, bir açıklamayla devam etti: “İşten attığımız biri, ayrılırken genele bir mektup göndermişti. Bunun üzerine biz de genele mail atılmasını engellemiştik de.”

E bravo, bir iletişim kurumunda iletişimin engellenmesinden daha normal ne olabilir ki! O sıralarda Avrupa Birliği’ne girme, aday olma meseleleriyle yatıp kalkıyordu memleket. İfade, iletişim özgürlüğünün en ön sırada yer aldığı Kopenhag Kriterleri’ni Ankara Kriterleri yapmaklar konuşuluyordu.

Hem sonra, birini işten atmışsın, haklı da olabilirsin, fakat onun da canı yanmış, üç, beş kelam edecek, etsin. N’olur? Birkaç lafla devrim yapabilecek biriyse, bu toplumun onu derhal değerlendireceği sürüsüne bereket alan var; bırakın göstersin kendini, hem onun, hem toplumun önünü açmış olursunuz işte. Ha, siz de Coşkun Ermiş gibi devrimden korkuyorsanız da sıkmayın canınızı, reform yapılabilir alternatif olarak!

Fakat bir dakika, o da ne, tarihten gelen bir ses sana ne diyor dinle: “Gençler bilsinler ki, meşrutiyetin ilanından önce Türk okullarında kendi tarihimiz bile yalan okutulurdu; padişahların tahttan indirilmesinden asla söz edilmezdi.” (Yüz yirmi sene kadar önce gazeteciliğe başlayan bir meslekdaşımız, Ahmed İhsan Tokgöz.)

Ulu Hakan II. Abdülhamid’in dümen suyu

Koskoca padişahların işten atılmasından söz edilmiyor da sen, gazeteci paresi, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanete garkolup işten atlıdığın için arkadaşlarına mektup mu göndereceksin!

Galiba reformdan da, her türlü değişimden de korkuyoruz. Bakınız, izinde olduğumuz tek lider Ulu Önder Atatürk de değil, Ulu Hakan II. Abdülhamid’in de dümen suyundan ayrılmıyoruz katiyen.

Şanlı tarihimizin mümtaz simaları ve erişilebilemez örnekleri beni bugünden aldı ama geri dönelim. (Ben de Coşkun Ermiş gibi, meseleyi geniş bir sahada ve daha da geniş bir zaman diliminde ele almaktan kendimi alamadım. Toparlıyorum.)

Cem’in hayret dolu sorusuna şu cahilce cevabı verdim: “Benim öyle genele gönderme marifeti olan tuştan nasıl haberim olsun! Bildiğin gibi, bu konuda tam bir embesilim ben. Hepimizin posta kutusunda bütün çalışanların isimlerinin olduğu bir liste var ya, onun tepesine çıkıp tıkladım, elimi kaldırmayıp dibine kadar tarayıp kopyaladım ve adres hanesine yapıştırdım.”

Bu arada, Genel Müdür Yardımcısı Görkem Yaşayan atıldı: “Abi niye o kadar zahmete katlandın ki? Tepeye gelip tıkla, sonra Shift ve Alt tuşlarına basıp bir de en alta tıkla, hepsini seçer ki zaten.”

“Eyvallah”, diye şükranlarımı bildirdim. Fakat Cem, “Hay Allah, biz senin yöntemini düşünememişiz” diye hayıflandı.

“Çok güzel”, dedim, “siz ileri seviyedekiler için tedbir almışsınız, ama benim gibi karabaltaları düşünmemişsiniz. Güvenlik zaafı!”

Başka konularda da söyleniyor ya, polisiye tedbirlerle sorun çözülmez diye… Gülüşmelerle toplantı bitti.

Toplu şiir vaktinin sonu

Pıt diye geliverdi ay sonu. Haftasonu evde yeni şiirimi seçtim. Yeni ayın ilk iş günü… Her zamanki gibi erkenden gittim ve ilk iş olarak “NTV için şiir vakti”ni postalamaya giriştim. Şiiri yerleştirdim. Bu sefer, sağolsun, Görkem’in söylediği yöntemi kullanarak tüm listeyi kolayca kopyaladım. Ama o da ne, adres hanesine yapıştıramıyorum; almıyor. Hık deyip Abdülhamid’in mendebur burnundan düşen bizim yeni “jön” Türkler istibdad sansürüyle yarışmaya ahd etmişler meğer.

Bende Namık Kemal’in veya Fikret’in vatan kurtarma aşkını, azmini ve yeteneğini aramayın boş yere, fakat şiir inadım tuttu bir kere. Bir de iletişimi, şiiri tehdit olarak gören bu kafayla eğlenmek istiyorum. Hayır, ne bileyim, Nedim’den de şiir koyuyorum; zaten “okurlarımın” şiirde bulabilecekleri bir siyasi kulpa sarılmalarını istemiyorum ki, şiire sarılmalarını istiyorum. Ama galiba “onlar ümidin düşmanıdır sevgilim”…

Adres hanesi listenin tamamını almıyordu, evet; 5 veya 6 postada gönderiyordum ben de. Ama gel gör ki, bunu da daralttılar sonraki ay; baktım, mesela 50 ismi de almıyordu. Sadece 15-20 ismi taşıyabiliyordu. 12 Eylül darbesi günleri gibi, üç kişiden fazla insanın biraraya gelmesinin yasaklanmasına benzemiyor mu? Anladığım kadarıyla, bu 20 kadar isimlik hacmin altına inmeyi onlar da tercih etmiyordu; çünkü o zaman, şiirlerin yayılmasını önleyelim derken gündelik işin yürümesini zorlaştırabilirlerdi. Kendimden biliyorum, bazan 15 kadar kişiye, mesela dış muhabirlerin hepsine birden, mesaj atmak gerekebiliyordu.

Bu şekilde bir yıl kadar devam etti “NTV için şiir vakti”. Zamanla, düşündüğümden iyi tepkiler aldı, tahminimden fazla ilgi gördü. Bazıları her ay bekliyordu artık yeni şiiri. En azından ayda bir şahane bir şiir okuyorlardı. Sonra istekler gelmeye başladı. En çok istenen şair Attila İlhan’dı. “Ben kendi sevdiklerimi gönderiyorum, siz de sizinkileri gönderin” diyordum. Türkiye’de iyi bir haber kanalı yapmak hayal, ama böylelikle belki de Türkiye’nin en iyi şiir kanalı, saçma oldu bu, en şiirli kanalı olabilirdik. İstekler neyse, değerlendirmem için kendi şiirlerini gönderenler bile oldu. “Ben şiir uzmanı değilim, halimce şiirseverim. Anlamam o işlerden” diye savıyordum.

Türkiye’nin  en şiirli kanalı olabilirdik

Sonra, bir ara bıraktım. Belki de Nedim’den gönderdiğim şiire gelen itirazlar yüzünden! Nedim’in şiiri hiç de anlaşılmaz değildi halbuki. Buyrun:

Bir söz dedi canan ki keramet var içinde,
Dün geceye dair bir işaret var içinde.

Meyhane mukassi görünür taşradan amma
Bir başka ferah, başka letafet var içinde.

Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım,
Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde.

Olmakta derununda hava ateş-i suzan
Nayın diyebilmem ki ne halet var içinde!

Ey şuh, Nedima ile bir seyrin işittik
Tenhaca varup Göksu’ya, işret var içinde.

Nedim’ime yüz çevirmeleri canımı sıkmadı değil. Fakat bu bir şeyin de işaretiydi: NTV kitlesi bu şiir vaktini enikonu sahiplenmişti.

Beş, altı aylık bir aradan sonra tekrar başlamaya karar verdim. Bu sefer işi biraz daha büyütmüştüm: “NTV için şiir vakti + resim.” Anlayacağınız, her ay bir de tablo seçiyor ve gönderiyordum. Her ikisinde de temel kriterim, çeşitli tarzlardan örnekler göstermekti.

NTV için gazetecilik vakti

Bu arada, bizim dış haber ekibinden Işın (Eliçin) arkadaşım, bir gün, Gabriel Garcia Marquez’in, bildiğiniz gibi gazeteci kökenlidir, gazetecilik üzerine yaptığı bir konuşmanın metnini getirdi. Yıllar önce Independent’ta yayınlanmış, o da kesip saklamış. Şahaneydi. İş güç arasında hemen çevirdim ve ay başını beklemeden, ertesi gün “NTV için gazetecilik vakti” başlığıyla yine “genel”e postaladım. (Meraklısı için metin aşağıda.) Başka bir birimde çalışan bir arkadaşımdan derhal bir mesaj geldi: “Metin şahane de, ne yaptığının farkında mısın? Kanalın ağzına sıçtın!”

Sonra… Sonra o görevden alındım ve biraz uzun bir tatil yaptım. Şiir ve resim yayma faaliyeti de o kadarla kaldı. Ve yine Cemal Süreya sözü aldı:

Celali

Şelaleye

Düşmüştür zeytinin dalı

Celaliyim

Celalisin

Celali.

 

Bir gazeteci olarak hayatım
Gabriel Garcia Marquez

Elli yıl kadar önce gazetecilik okulları yoktu. İşi haber merkezinde öğrenirdi insan, matbaada, civardaki kahvede ve Cuma akşamı meyhanelerinde öğrenirdi. Tüm gazete, gazetecilerin yetiştiği ve ıvır zıvır tartışmalar olmaksızın haberlerin basıldığı bir fabrikaydı. Biz gazeteciler daima omuz omuza dururduk, ortak bir hayatımız vardı ve öylesine tutkuyla bağlıydık ki işimize, başka hiçbir şeyden konuşmazdık. İş, kişisel hayata çok az yer bırakan sıkı arkadaşlıklar geliştirirdi. Rutin editoryal toplantılar yoktu, ama her akşamüstü saat beşte tüm gazete haber merkezinin bir köşesinde kahve molası için toplanırdı. Bu, gazetenin her bölümündeki günün konularını tartıştığımız ve ertesi günkü gazeteye son rötuşlarımızı yaptığımız açık bir toplantıydı.

Gazete, o zaman, üç büyük bölüme ayrılmıştı: haberler, makaleler ve editoryal. En prestijli ve hassas olanı editoryal bölümdü; muhabir en alt basamaktaydı,bir stajyerle getir götür işleri yapan biri arasında bir yerlerde. Ben 19 yaşında acemi bir muhabir olarak başladım kariyerime ve basamakları yavaş yavaş çıkarak en üst pozisyon olan editoryal yazarlığa kadar yükseldim.

Sonra gazetecilik okulları ve teknoloji geldi. İlk mezunlar, kısıtlı bir gramer ve sentaks bilgisiyle, karmaşık kavramları anlama zorluğuyla ve tüm etik mülahazaları hiçe sayarak bedeli ne olursa olsun “atlatma” habere önem veren tehlikeli bir mesleki yanlış anlamayla avdet ettiler.

Meslek, anlaşılan, kendi iş aletleri kadar hızlı gelişmedi. Teknoloji labirentinde kaybolan gazeteciler, hiçbir kontrol olmaksızın mesleği delice bir hızla geleceğe taşıdılar. Başka bir deyişle; gazeticilik işi, meslek ruhunu güçlendiren eski katılım mekanizmasını bir yana bırakarak, maddi modernizasyon için kendini gözü dönmüş bir rekabetin içine soktu. Haber merkezleri, okurların kalplerindense uzak uzay varlıklarıyla iletişim kurmaya elverişli labaratuarlar haline geldi.

Teleks icat edilmeden önce, Allah yoluna baş koymuş bir rahibe radyoyu dinlerken, gaipten gelen fısıltılar gibi havada uçuşan dünya haberlerini yakalardı. İyi donanımlı bir yazar, sanki bir tek omurdan yola çıkarak bir dinozorun iskeletini yeniden kurar gibi, arka plan bilgilerini ve diğer ilgili ayrıntıları ekleyerek dağınık parçaları biraraya getirirdi.

Bir tek editoryal yazmak yasaktı, çünkü o, gazete yayıncısının kutsal hakkıydı; o yazmamış olsa da herkes editoryalleri onun yazdığını varsayardı ve istisnasız içinden çıkılmaz durumda gelen bu metinler daha sonra yayıncının kendi sekreteri tarafından anlaşılır hale sokulurdu.

Şimdi, olgu ve fikir içiçe geçmiş durumda: Haberlerde yorum var, editoryaller de olgularla bezeli. “Haber kaynakları”ndan veya (adının açıklanmasını istemeyen) “hükümet yetkilileri”nden veya herşeyi bilen ama kim olduklarını kimsenin bilmediği gözlemcilerden alıntılar cezasız kalan tüm ihlalleri örtbas ediyor. Ama suçlu taraf, ahmakça alet olup olmadığını, bilgiyi haber kaynağı tarafından seçilen biçimde aktarırken manipüle edilip edilmediğini kendine asla sormaksızın kaynağını açıklamama hakkını elinde tutuyor.

Ben kötü gazetecilerin haber kaynaklarına kendi hayatları gibi bağlandıklarına inanırım; özellikle, bu bir resmi kaynaksa, onlara mitik nitelikler bahşettiklerine, onları koruduklarına, beslediklerine, ve sonunda ikinci bir kaynak ihtiyacını reddetmesine yol açan tehlikeli bir suç ortaklığı geliştirdiklerine inanırım.

Bence bu oyundaki diğer suçlu ses kayıt cihazıdır. O icad edilmeden önce, iş sadece üç şeyle gayet iyi yapılıyordu: Not defteri, şaşmaz bir ahlak (etik) ve kaynakların söylediği şeyleri duyan bir çift kulak. Kayıt cihazı için mesleki ve ahlaki kılavuz henüz icat edilmemişti. Birilerinin genç muhabirlere öğretmesi gerekiyor ki, kayıt cihazı hafızanın yerini tutacak bir şey değil, eski moda not defterinin geliştirilmiş basit bir türüdür.Kayıt cihazı dinler, tekrar eder —dijital bir papağan gibi— fakat düşünmez. Sadıktır, fakat kalbi yoktur; ve nihayet, harfi harfine kaydedeceği şey, konuşulan kişinin gerçek kelimelerine kulak kesilen ve aynı zamanda, o kelimeleri bilgisi ve tecrübesiyle ele alıp değerlendiren gazetecinin yakaladığı şeyden asla daha güvenilir olmayacaktır.Kayıt cihazı, şimdilerde röportaja verilen aşırı önemden dolayı bütünüyle suçlanmalıdır. Radyo ve televizyonun doğası gereği, onlar için vazgeçilmez olacağı belliydi.

Şimdi öyle görünüyor ki, yazılı medya bile gerçeğin sesinin gazetecininki değil, mülakat yapılanınki olduğunu kabullenen bu yanlış fikri paylaşıyor. Belki de çözüm, gazetecinin dinlediği şeyi edit edebileceği adi not defterine dönmek ve kayıt cihazını paha biçilmez bir tanık olarak asli yerine oturtmaktır.

Günümüz gazeteciliğini yozlaştıran ve mahcup eden etik ihlallerinin ve diğer sorunların her zaman ahlaksızlıktan değil, aynı zamanda mesleki yetenek eksikliğinden kaynaklandığına inanarak biraz rahatlayabiliriz. Belki de gazeticilik okullarının talihsizliği, kimi yararlı hilelerini öğretirken, mesleğin kendisi hakkında az şey öğretmeleridir.

Gazetecilik okullarındaki her eğitim üç temel ilkeye oturmalıdır: İlki ve en önemlisi, istidat ve yetenek olmalıdır; sonra, “araştırmacı” gazeteciliğin özel bir şey olmadığı, tüm gazeteciliğin, tanım olarak, araştırmacı olduğu bilinmelidir; ve üçüncüsü, ahlakın (etik’in) öylesine bir meslek şartı değil, vazgeçilmez bir şart olduğu bilinmelidir.

Her gazetecilik okulunun nihai hedefi, temel iş eğitimine dönmek ve gazeteciliği orijinal özelliği olan kamu hizmeti haline getirmek; eski haber merkezlerinin tutkulu, gayrıresmi beş çayı molası seminerlerini yeniden keşfetmek olmalıdır.