Neden bu kadar sinirliler?




Ahmet Altan ve Ahmet Hakan birbirine girdi. İnsan, iki kişinin kıyasıya kavga ettiği hâllerde genellikle taraflardan birini haklı bulur. Ama şaşırtıcı bir şekilde, karşılıklı hakaretler yağdıran iki Ahmet’i de söylediklerinde haklı buldum. Ettikleri her hakaretin altına imza atmayacak çok az insan tanıyorum.

Zaten ikisi de karşı tarafın iddialarına karşı kendilerini savunmak yerine sadece “görüyorum ve artırıyorum” diyerek yeni suçlamalar ve hakaretlerle polemiği sürdürdüğüne göre, onlar da suçlamaları kabullenmiş durumda. Yer yer “tencere dibin kara” yer yer de “Ben diyorum Ankara” kıvamını alan tartışmada taraflar birbirlerinin suçlamalarına cevap vermek yerine kendi amigolarına “Nasıl laf soktu! Nasıl geçirdi ama!” dedirtmekten başka hiçbir amacı olmayan süslü, yüksek perdeden cümlelerle bilinen hemen tüm safsata biçimlerini sergiliyorlar.

Biraz bu tartışmaya değineceğim ama benim derdim başka: Bu tartışma, derdimi anlatmak için bir fırsat.

Önce Ahmet Hakan. Daha önce bir yerde yazmıştım: Evet, Ahmet Hakan’ın uğradığı saldırıdan sonra ya da çalıştığı yayın grubunun çıkarları uğruna iktidara yakınlaştığı söylenebilir ama, ben buna bu kadar sert tepkiler vermeyi anlamlı bulmuyorum. Neticede kimi insan, düşüncelerini savunmak için gerekirse ölümü bile göze alır kimi insan da alamaz: Fedakarlık bir erdem olabilir ama hiç kimseyi korkak olduğu için suçlayamazsınız. Hatta bir insanı korkaklıkla suçlamak biraz acımasızca.

Ahmet Hakan günün birinde “Evet, bana saldıranların beni bir dahaki sefere öldürmelerinden korktum, belki bu yüzden tarafsızlığımı koruyamamış olabilirim. Beni koruyacak hiç kimse yok, bana bir daha saldırsalar, Ahmet Altan mı siper olacak?” dese ne diyeceksiniz? Korkmuş işte. Ya susup gazeteciliği bırakacaktı ya boyun eğecekti, o ikincisini tercih etti. Yarın öbür gün eğer ki devran dönerse kendisini Fatih Altaylı gibi “Ben olmasam başkası yine yapardı aynı programları ama daha da kötü yapardı,” diye savunması da kuvvetle muhtemeldir.

Ahmet Altan içinse farklı bir durum var. Adaşının Ergenekon’la ilgili suçlamalarını okuyunca resmen gözü dönmüş. Nedir mesele? Ahmet Altan, Ergenekon davasından yargılananlarla bir dizi görüşme yapan Ahmet Hakan’ın, sanırım “ergenekoncuları aklamak” maksatlı, kirli bir oyun oynadığını iddia etmiş.

Ahmet Altan’ın salt bu yaklaşımında bile, meselenin de ana unsuru olan bir problem var: Altan kendi kanaatlerinin delil sayılmayacağını bilmiyor gibi. Doğan Grubu’nun tavrını eleştirmek, söz verdiği mağdurlara cevap vermek başka, bu yapılanın kirli bir oyunun parçası olduğunu ileri sürmek başka bir şey. Bu kirli oyunun tek delili de “Bakarsanız görürsünüz.” Bir tür kralın yeni giysileri.

Çok daha sarih delillerle şüphelerini dile getirenleri niyet okumakla suçlayan Ahmet Altan’ın kendisi pekâlâ niyet okuyabiliyor yani. Ha haklıdır, değildir beni ilgilendirmiyor ama durum şu: Ahmet Altan kendi kişisel kanaatinin, insanları hapse attıracak kadar kuvvetli bir delil niteliği taşıdığını zannediyor.

Bu hukuk bilmezliğinin işaretleri, Ahmet Hakan’la olan tartışmasında da var: Muarızına verdiği cevaplar, sınavdan önce cevap anahtarını çalarak kopya çekmeye kalkan ama maalesef yanlışlıkla başka bir sınavın cevap anahtarını çalan bir öğrencinin cevapları gibi. Ahmet Altan galiba tartışmayı, kazanacağını düşündüğü başka bir alana çekmek istiyor ama kendisini orada çok daha ağır bir hezimetin beklediğini göremiyor. Biraz uzun olacak, ama yazacağım, çünkü bu yazıyla benzer konumdaki bazı insanların Ergenekon konusunda neden bu kadar sinirli olduğuna açıklık getirebileceğimi umuyorum.

Yargılanacaksın!

Özetleyecek olursak her şey, Ahmet Hakan’ın, Ahmet Altan’a Ergenekon davası sırasında hayatını kaybeden, hapis yatan ve intihar eden insanlardan ötürü yargılanacağını söylemesiyle başlıyor. Kurduğu cümlelerden biri şu “Cemaat ile AK Parti ortaklığının birlikte yürüttüğü projenin gazete ayağının başındaki isim olarak, zulmettiği insanlara hayli gecikerek de olsa mikrofon uzatılmasına öfkeleniyor. Hiç konuşmasınlar istiyor.” Ahmet Altan’ın buna cevabı bir kaç küçümseyici cümle ve meydan okuma: Hadi buyur yargıla bakalım beni CNN’deki programında, diyor.

Buraya kadar bir sorun yok. Bunun ardından Ahmet Hakan buyur gel diyerek Altan’ın restini görüyor ve bu “televizyon mahkemesine” Ergenekon davasının mağdurlarını da çağıracağını söylüyor. Mantıklı olan da bu: Öyle ya, bir yargılamanın iki tarafı olur ve taraflardan birinin Ahmet Altan’ın savunduğu operasyonların mağdurları olması olağan. Zira olay ne? Ahmet Altan, yargılanmayı kabul ediyor, Ahmet Hakan da yargılamaya konu eylemin mağdurlarından bazılarını bu mahkemede hazır edeceğini, isterse Altan’ın da savunmasında kendisi için tanıklık edecek kim varsa yanında getirebileceğini duyuruyor.

Bu cevap üzerine Ahmet Altan “Ne oldu korktun mu?” tadında bir giriş yaparak “Hakkımdaki o yazıları tek başına yazıyorsun ama iş benim karşıma çıkmaya gelince “biz arkadaşlarla geleceğiz” diyorsun,” diye yazarak ve bu televizyon mahkemesinde başka kimsenin bulunmasını istemiyor. Basbayağı “programa teke tek çıkalım ve ben sana o mağdurların suçlu olduğunu ispat edeyim,” diyor ama mağdurların da orada bulunmasını istemiyor. Ahmet Hakan’ın korkak olduğunu ben de biliyorum ama Ahmet Altan da pek cesur değil gibi. Başlı başına bu cevabı kendisine yöneltilen “zulmettiği insanların hayli gecikerek de olsa mikrofon uzatılmasına öfkeleniyor. Hiç konuşmasınlar istiyor,” suçlamasını kabullenmekten başka bir şey değil.

Tanıkların reddine…

Ha nedir, Ahmet Altan’ın bu cevabını matah bir şey zannedip, “Oo lafı sokmuş, nasıl da geçirmiş,” goygoyuna başlayan cemaatçi yazarların bile anlayabileceği şekilde izah etmeyi deneyeyim. Ahmet Altan’ın bu yaptığı; adam yaralamakla suçlanan bir sanığın, yaraladığı adamın mahkemede tanıklık yapmasını reddetmesine ya da iftira atmakla suçlanan bir sanığın, yargılandığı mahkeme salonuna iftira attığı insanların alınmasına karşı çıkmasına benziyor. İkincisine daha çok benziyor olabilir.

Ve sonra bu tartışmadaki en korkunç hatayı yapıyor Ahmet Altan. Tartışmayı kazanabileceği zannettiği ama kendisini hezimet bekleyen bir alana çekiyor. Bakın ne diyor:

“Ben senin gibi kalabalıkların arkasına saklanmaya çalışan bir korkak olsam, 17 bin faili meçhul kurbanının yakınlarıyla, Cumartesi Annelerini çağırırım, ‘Ergenekon’un’ olmadığını onlara anlatırsınız cesaretiniz yetiyorsa.”

Memo Tembelcizer
İllustrasyon: Memo Tembelcizer

Ahmet Hakan’ı, Ergenekon davası mağdurlarının arkasına saklanmakla suçlayan ve üstelik bu suçlamasında yerden göğe kadar haksız olan Ahmet Altan, Cumartesi Annelerinin arkasına saklanmakta beis görmüyor ve “Alet olduğun operasyonun kurbanlarından niye korkuyorsun,” çıkışına bu kez Tahir Elçi’den Roboski katliamının mağdurlarına, Güneydoğu’daki kanlı savaşta öldürülenlere kadar derin devletin ve yeni rejimin aklına gelen bütün kurbanlarının arkasına saklanmaya çalışıyor. Peki bu neden bu kadar korkunç? Zaten bir türlü gelemesem de, bu yazı onun üzerine, sıkın dişinizi.

Önce bir es verelim. Anlıyorum, Ahmet Altan’ın Ahmet Hakan’a üstün gelen belagat şehveti, bir çoklarının başını döndürdü, bazılarının içinin yağlarını eritti ama bu saçmalığa bir dur demek gerek:

Ortada iki farklı mağdur grubu var: Bir tarafta Ergenekon davası yüzünden hapis yatmış, intihar etmiş, hapishanede ölmüş insanlar; diğer tarafta derin devletin akla gelen bütün mağdurları. Ahmet Hakan’ın her iki tarafın mağduriyetlerinde de doğrudan ve anlamlı bir payı yok. Ne ilk grubun mağdur olmasına neden olan operasyonlara ne de derin devletin operasyonlarına cephane taşımışlığı var.

Altan’ın hepsinde payı var

Ama Ahmet Altan öyle değil. Ahmet Altan’ın ilk grubun mağduriyetinde, yönettiği gazeteyle doğrudan bir payı var. Ama nedense dikkatlerden kaçan bir gerçek: Ahmet Altan’ın sadece ilk grubun değil, Cumartesi Anneleri’nden derin devlet operasyonlarının diğer mağdurlarına ikinci grubun mağduriyetinde de, üstelik kallavi bir payı var.

İşte bütün mesele bu. Kuvvetle muhtemeldir ki Ahmet Altan’ın Ergenekon bahsinde öfkeden deliye dönmesinin de, bu işe kıyısından köşesinden bulaşan herkesin köpürmesinin de altında aynı korkunç suçluluk duygusu yatıyor. Çünkü onlarca yıldır Türkiye halklarının canına okuyan, Cumartesi Anneleri’ni evlatsız, nice bebeği anasız babasız bırakan, yüzbinlerce insanı yerinden yurdundan eden; belki de cumhuriyet tarihinin en kanlı katilleri, Ahmet Altan ve şürekâsı sayesinde bugün ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Günün birinde Ahmet Altan yargılanır mı bilmem ama şu saatten sonra hiç kimse bu derin devlet artıklarını, bu eli kanlı katilleri, darbe heveslilerini yargılayamaz.

Ahmet Altan da bunu biliyor. Bilmese de biliyor, kendisine bile itiraf edemese de biliyor. Sadece derin devletin bir daha asla yargılanamayacağını değil, bu suçların cezasız kalmasında çok büyük bir sorumluluk sahibi olduğunu da biliyor. Zaten o yüzden Okmeydanı’nın Arnavutköy’ün falan kendisine ait olduğunu iddia ederek onlarca yıldır mahkeme mahkeme dolaşan bir meczup gibi günün birinde derin devlet unsurlarının yargılanacağı umudunu hiç yitirmemeye çalışıyor. Çünkü ancak o zaman; yani bir türlü toz konduramadığı cemaatin ilkinde eline yüzüne bulaştırdığı, mundar ettiği davanın belirsiz bir gelecekteki başarılı tekrarında rahata erecek vicdanı. “Tarihte her şey iki kere gerçekleşir,” demişti biri ve “Evet ama ilkinde trajedi ikincisinde fars olarak,” diye eklemişti öğrencisi. Bir farsın tekrarının ne olacağını merak etmiyor değilim doğrusu ama hayır, bu kez bir tekrar olmayacak.

Bir daha yargılanamayacaklar

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 7. protokolünün 4. maddesi ve Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 14. maddesinin 7. fıkrasında yazan bir kişinin en üst mahkemeye kadar yargılanıp beraat ettiği bir suçtan bir daha yargılanamayacağı kuralını bir kenara bıraksak bile, yıllarca tutuklu yargılandıkları hâlde beraat eden, kimisi cezaevinde ölen, kimisi intihar eden insanların bir kez daha yargılanması Ahmet Altan istediği kadar “Söz valla bu sefer doğru düzgün yargılanacaklar,” diye yeminler etsin, kamu vicdanında kabul görmez. Ahmet Altan’ın, benim, dayımın, sarı çizmeli Mehmet Ağa’nın bu adamların suç işlediğine dair çok kuvvetli kanaatleri olmasının, bu adamların suç işlediğine adı gibi emin olmasının bir önemi yok. Nasıl ki benim kanaatim Ahmet Altan’ı cezalandırmak için yetersizse, nasıl ki ben Ahmet Altan’ın suçlu olduğunu adım gibi bildiğim hâlde bu kanaatimin hiçbir önemi yoksa Ahmet Altan’ın kanaatinin de bir önemi yok. Bunu duymak, kanaatinin bu dünyadaki hiçbir insanı, bir saat bile olsa hapsetmeye yetmeyeceğini öğrenmek Ahmet Altan’ı çıldırtıyor olabilir ama, Ahmet Altan dünyanın en zeki, en ileri görüşlü, en kimsenin bilmediklerini bilen, en şapkadan tavşan çıkartan, en kel başa şimşir tarak adamı bile olsa bir insanı cezalandırmak için bir sincapın kanaati ne kadar önemliyse Ahmet Altan’ın ki de o kadar önemli.

Ahmet Altan’ın kendince kutsal saydığı amacını anlıyorum ama hedefini vurmak için bir şansı vardı ve onda da dağları taşları taradı, hedef kâğıdı pırıl pırıl kaldı. Bu soruşturmaların başladığı ilk günden beri Ahmet Altan ve şürekâsının derdi adalet değil intikamdı. Bu yüzden Veli Küçük’ün cezaevine girmesine alkış tutarken cemaate eğitim alanında rakip olması dışında ne kabahati olduğunu bilmediğimiz ölüm döşeğinde bir kadının akla hayâle sığmaz iddialarla suçlanmasına göz yumdular. Çok güvendikleri savcılar, insanları hiç çekinmeden muhabbet tellalliğiyle, fahişelikle suçlarken oralı olmadılar. Ama işte, Veli Küçük’ü elini kolunu sallaya sallaya cezaevinden çıkaran da Cemaat ve AKP’nin doğal düşman olarak gördüğü hemen herkesin bu davaya/davalara dahil edilmesi oldu.

Ahmet Altan, bugün hâlâ, Ahmet Hakan’ın karşısına çıkıp bu davaların haklılığını ispatlayabileceğini zannediyor, deliller getireceğini ileri sürüyor. Bir yandan da bu getireceği delillerle suçlayacağı insanlar, aman ha sakın orada olmasın istiyor ve nedense bu korkaklık çoğunluğu cemaatin kalemleri tarafından “Nasıl da verdi cevabını!” diye alkışlanıyor. Eh, bu bile tek başına ortada kokuşmuş bir şeyler olduğunun kanıtıdır. Ben de Ahmet Altan’ın Sirius’tan dünyamızı işgâl için gelen Ajan Y8 olduğuna dair belgeleri sunayım televizyonda ama Ahmet Altan orada olmasın. Gayet kolay ispatlarım gibi geliyor nedense.

O denli büyük bir kibir var ki, yanılsa bile yanılmıyor

İşte Ahmet Altan, sırf o toz konduramadığı cemaatin hoşlanmadığı, AKP’nin düşman bellediği insanlar da girsin diye uydurulan bir araba delil yüzünden bir çuval incirin berbat edildiğini bir türlü kabullenmek istemiyor. Ha kabullenmeyecek de. Çünkü bu çevredeki insanlarda o denli büyük bir kibir var ki, yanılsalar bile yanılmıyor, haksız çıksalar bile haksız çıkmıyorlar. Yetmiyor, başka birinin haklı olabileceğini de asla kabullenmiyorlar. Hangisi hatırlamıyorum “Evet AKP’yle ilgili söylediğiniz her şey doğru çıktı ama yine de haksızdınız, paranoyaktınız,” diyebildi aralarından bir tanesi twitter’da. Yani bırakın “Haksızmışım,” demeyi, “Haklıymışsın,” demeyi bile kendilerine yediremeyecek kadar kibirliler.

“Neden bu kadar sinirliler?” sorusunun cevabı bu işte. Böylesi bir kibir nasıl kabul etsin, Cumartesi Anneleri’ni evlatsız bırakanların bugün ellerini kollarını sallayarak gezmesinin baş müsebbiblerinden biri olduğunu? Ama öyleler işte. “Türkiye darbelerle hesaplaşıyor, Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diye naralar atarken o darbelerin, darbe girişimlerinin bir daha asla yargılanamayacak olmasının da; kanlı katillerin, kanımızla duş almaya meraklı cinsinden olanlarının dahi dışarıda olmasının sorumlularından bir kısmı da bunlar. Ha dedim ya, böyle işlerden yargılanırlar mı, yargılanmazlar mı hiç ilgilenmiyorum. Ama günün birinde bu dönemi çalışan tarihçilerden en azından birinin, bu suçların bir daha yargıya taşınamamasının nedenlerini yazarken Ahmet Altan ve benzerlerine oylumlu bir yer ayıracağını biliyorum.