1950 yılında “Amerikan liberalizminin” yılmaz koruyucusu Joseph Mc Carthy sanatçılara, bilim insanlarına ve tüm özgürlük savunucularına yönelik “komünist avı”na başlamadan önce birkaç yıllık kısa bir hazırlık dönemi geçirmişti. Bu dönemde özellikle anti-komünist sanatçılardan ve akademisyenlerden raporlar ve değerlendirmeler toplanıyor, özenle biriktiriliyordu. Örneğin Ayn Rand daha sonra Mc Carthy’cilik yılları olarak adlandırılan ve 1954’e kadar sürecek bu dönemin temel enstrümanlarından “Amerika’ya Karşı Çalışmalar Kurulu” (HUAC) için henüz 1947 yılında hazırladığı bir raporda “Komünistlerin filmlerinde her zaman kullandıkları bir propaganda yöntemi, çektikleri filmlerde insanları gülerken göstermektir…”diye yazıyor, bunun söz konusu filmleri çekenlerin mali kaynaklarının dönemin Sovyetler Birliği olduğunun kanıtı olarak görülebileceğini iddia ediyordu. Bu tür “komünist kahkaha”lara dayanan raporlar ve inanılması zor yorumlar Mc Carthy’cilik dönemindeki suçlamaların da temelini oluşturuyordu, tıpkı bugünkü tuhaf telefon konuşmaları, talimat listeleri ve henüz yayınlanmamış kitaplar gibi.
Bugün Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarının tetiklediği tartışma zincirinin Mc Carthy’cilik döneminin düzmece iddialarını akla getirmesi bu bakımdan hiç şaşırtıcı değil. Şık ve Şener’e yönetilen suçlama ve ithamlara karşı verdiğimiz tepkiler, tıpkı Mc Carthy döneminde olduğu gibi hepimiz için bir vicdan ve akıl sınavı olarak iş görüyor.
Bir yandan bugüne kadar “medya etiği” ve “basın özgürlüğü” bayrağını elinden bırakmayanların, o bayrağı artık bir kenara fırlattıklarına şahit olurken, bir taraftan da hiç ummadığımız isimleri, gazetecileri ve “kanaat teknisyenleri”ni basına özgürlük yürüyüşleri içinde görüyoruz. Evet, basın özgürlüğü konusunda yapılması gerekeni yapanların ya da Ahmet Şık ve Nedim Şener’e olduğu kadar aynı zamanda gerçeklere ve mesleğine karşı da vicdani bir sorumluluk gösterenlerin ayakta alkışlanması gerekmiyor. Ama ya diğerleri? “Soruların tamamını görelim”, “Hukuki sürecin sonucunu bekleyelim”, “Mahkeme süreci olduğu için konuşamayız!”, “Ergenekon sulandırılmasın!”, “Kime sahip çıktığınıza dikkat edin”, “Gizli delilleri bilmiyoruz!” diyenleri ne yapacağız..
Mahçupyan, Görmüş, Margulies, Dumanlı, Kemal ve diğerleri…
Evet, Etyen Mahçupyan, Roni Margulies, Alper Görmüş, Ekrem Dumanlı, Lale Kemal, Cengiz Çandargibi isimlerden ve Şık’la Şener’in tutuklanması sonrasında yarattıkları “utangaç” pozisyondan söz ediyoruz. Bu pozisyon belki Ergenekon davası sürecinde işgal ettikleri mevziyi, “Ergenekon davasını” savunmayı amaçlayan pasif-agresif bir savunma refleksi içinde koruma çabası olarak nitelenebilir. Bu niteliğiyle de eleştirilmek kaydıyla anlaşılabilir, çirkinleşmediği müddetçe de bu pozisyonla tartışılabilir. Ama bu reflekse, Ahmet Şık ve Nedim Şener’i itibarsızlaştırmaya yönelik bir kanaat üretme çabası ya da Şık ve Şener’in tutuklanmasına ve Ergenekon davasına yönelik tüm eleştirilerin “Ulusalcı-Ergenekoncu” bir düşünce dünyasından kaynaklandığını ya da ona benzemeye başladığını ima eden mide bulandırıcı bir sinizm de eşlik ediyorsa “orada durun bakalım” demek boynumuzun borcudur.
Roni Margulies’in İslamcıların milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr olmasının suçunu “Kemalist rejime” yüklemesi gibi(*), bu yazarların Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasını “Ergenekoncuların Ergenekon davasını itibarsızlaştırmaya” yönelik bir komplosu olarak görmeye meyletmesi küçük bir “hata” olmadığı gibi, “gerçeğin bir başka yönüne işaret etmek” olarak da açıklanamaz. Ama polisi, savcıları, hükümeti, mevcut yasaları göz ardı eden, pek çoğu sosyalist basından, azınlık yayınlarından ve Kürt hareketinden olan cezaevlerindeki onlarca tutuklu gazeteciyi görmezden gelen, Şık ve Şener’in en fazla bir yol kazası olduğunu ima eden bu şaşkınlık karşısında son tutuklamalar kapsamında söylenecek birkaç şey daha var.
Ghost Writer: Kitabı kim yazdı?
Mahçupyan, Görmüş, Kemal, Çandar gibi isimlerin Şık ve Şener’in itibarsızlaştırılması kampanyasına “sessizce” katılıvermesi ve ortaya attıkları “soru işaretleri” içinde en önemli argümanlardan biri şu ünlü “ghost writer”lik, “Hanefi Avcı’nın kitabını gerçekte kim yazdı?”, “Ahmet Şık Ergenekon talimatıyla kitap mı yazıyor?” davası. Bunu iddia edenlerin kaçı Avcı’nın kitabını okudu bilemiyoruz, ama kitap (ortalıkta dolaşan çok sayıdaki Ergenekon ya da cemaat komplosuyla dolu saçma sapan “araştırmacı gazetecilik” kitapları gibi) büyük ölçüde yazı deneyimi olmayan biri tarafından yazılmış bir metindir. Kimi bölümlerin başkaları tarafından yazılmış olabileceğini ya da bazı bölümlerini Avcı’nın anlatıp bir başkasının yazdığını düşünmek için de yeterli sebep var. Ama böyle bir şey söz konusu olsa bile, yani kitabı Avcı, Şener ya da isterseniz de Orhan Pamuk ya da Umberto Eco yazmış olsun; ne “ghost writer”lik dünyanın herhangi bir yerinde suç teşkil eder, ne de “Kitap yazmak yoluyla terör örgütü üyesi” olmak, “Dışarıdan talimatla yazılan kitabın terör faaliyeti olduğu” konusundaki iddialar herhangi bir hukuki geçerliliğe sahiptir.
Söylemeye gerek yok bu tür hukuki kanıtlar ancak Nazi Almanyası ve ondan örnek alan Mc Carthy Amerikası gibi ülkelerin hukuk rejimlerinde geçerlidir. Dahası özellikle ABD, İngiltere gibi ülkelerde “ghost writerlik” saygın olmasa da yaygın, best seller piyasasının etkin mesleklerinden biridir. Piyasada dolaşan ünlülerin yayınladığı kitapların büyük bir bölümü de gerçekte “ghost writer”lerin eserleridir. Yayın piyasasının sermaye ilişkileri içindeki artan rolünü tartışmak ve “Anglo Sakson liberalizmi”nin ghost writer’lik gibi “saygın” ve neşeli sonuçlarını konuşmak isterseniz onu ayrıca tartışırız, ama dünyanın neresinde olursa olsun sözünü ettiğimiz şey kitaptır.
Bir kitabı, dergiyi ya da yasal olarak üretilmiş herhangi bir yayını “terör örgütü” denilen bir dudağı gökte diğeri yerde şeyle ilişkilendiren hukuk anlayışı, şu anda cezaevlerinde çok sayıda gazetecinin bulunmasının temel nedenidir. Evet, bugün Ahmet Şık ve Nedim Şener için isyan eden gazetecilerin geçmişte çok sayıda meslektaşları tutuklandığı zaman ses çıkarmamaları ve tepkisiz kalmaları ayrıca eleştirilmelidir. Ama her şeye rağmen bugün Ergenekon olarak adlandırılan Kontrgerilla, Gladio türü karanlık ilişkilerin, demokratik muhalefeti etkisizleştirmek için maharetle kullandıklarını bu hukuk anlayışını, bugünkü iktidarın da kullanıyor olması, mevcut iktidarı, hukuk sistemini vs. haklı göstermez. Geçtik solu, sosyalisti, herhangi bir demokrat, liberal vb. entelektüelin bu hukuk anlayışını savunması, içselleştirmesi, “olur böyle şeyler” demesi, “Ama ya Ergenekon!”, “Ama gizli deliller!” diyerek mazur göstermeye çalışması kabul edilemez.
Servis haberciliği
İkinci olarak özellikle Mahçupyan’ın “… çünkü burada sözünü ettiğimiz kitaplar, ‘araştırmacı’ gazetecilerin kendi çabalarıyla buldukları, sınadıkları ve açıkladıkları belgelere dayanmıyor. Bunlar toplu halde servis edilen belgeler. Dolayısıyla da bu içerikteki herhangi bir kitabı inceleyerek, belgelerin muhtemel kaynağına gitmek mümkün. Bu noktada yeniden mesafe alarak bakmamız lazım…”(**) şeklindeki iddiası. (Aynı iddianın Dumanlı, Çandar vb. isimler tarafından da paylaşıldığını ekleyelim.)
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın yazdıkları ya da hazırladıkları kitaplar hakkında gündeme getirdiği bu iddia, yani kitapların “servis edilen” belgelerden oluştuğu iddiası karşısında ise söylenecek şey basittir. Bir haberin ya da kitabın, belgenin vs. servis edilmesi, servis edilen kişinin “terör örgütü” bağlantısı için geçerli kanıt oluşturuyorsa, o halde bugün Taraf, Zaman, Yeni Şafak, Akit, Cumhuriyet, Oda tv, Aydınlık, Milliyet, HaberTürk, Hürriyetvs. neredeyse tüm gazetelerin ve dergilerin yönetici ve muhabirlerinin Mahçupyan, Alper Görmüş, Ekrem Dumanlı vs. dahil derhal gözaltına alınması ve tutuklanması gerekir. Geçmişteki haberleri vs. geçtik, Nokta’nın yayınladığı darbe günlükleri de dâhil olmak üzere, son yıllarda yayınlanan bütün önemli haberler, “gazetecilik başarısı” olarak atılan manşetler “servis haberi”dir. Yine söylemeye gerek yok, bunu başta gazeteciler olmak üzere, okuyucular dâhil herkes bilmektedir. Şık ve Şener’in gazetecilik pratiklerinin gösterdiği gibi “servis haberleri”ne kuşkuyla ve dikkatle yaklaşan isimler olmaları ise ayrıca traji-komiktir.
Lale Kemal gibi fırsattan istifade ederek yargılanmasına neden olan 301’i eleştirmek yerine Ahmet Şık’ı “yaptığı röportajı kontrol için kendisine geri göndermediği” için tutuklandığı gün isim vermeden kalleşlikle suçlayanlar (***), Yeni Akit gibi “İşte o provokatör”, Zaman gibi “Gazetecilik bu değil” manşetleri atanlar ise önümüzdeki yıllarda üzerinde durmaya değmez utanç örnekleri olarak hatırlanacaklar.
Sonuç olarak Ergenekon, Gladio, Kontrgerilla, adına her ne derseniz deyin, bu tür örgütlerin tüm figürlerinin ve uygulamalarının yargılanmasını isteyen, seçmece isimlerle yürütülen soruşturmaların derin devletin yeniden yapılandırılması ve aklanması anlamına geldiğini vurgulayan gazetecilere karşı açılan bu “kanaat üretme” kampanyasına katılanlar için söylenecek fazla şey yok. Artık bırakınız solu, sosyalistliği, demokratlıkla, liberallikle vs. de ilgisi kalmamış Görmüş, Margulies, Mahçupyan, Kemal, Çandar gibi isimler için yargıyı yine meslektaşları, arkadaşları, yazarlar ve okuyucular verecekler. Ama kimse kuşku duymasın Lillian Hellman’ın Mc Carthy dönemi hakkında yazdığı kitapta o yılları Alçakların Çağı (Scoundrel Time) olarak adlandırması gibi, birkaç yıl sonra geriye dönüp baktığımızda biz de bu dönemi adına layık bir şekilde hatırlayacağız…
(*) http://www.taraf.com.tr/roni-margulies/makale-erba