Hıncal Uluç, Arda’yı Portekiz maçının ilk 11’ine almayan Fatih Terim’i eleştirirken şöyle demişti: “Elinde Arda gibi birisi varsa, önce onu alırsın. Yanına da 10 kişi koyarsın…” Rıdvan Dilmen de Çek Cumhuriyeti maçından sonra “Arda ve arkadaşları” dedi ısrarla. Bence de doğru bu eleştiriler, fakat bir yandan da, onun sahip olduğu “futbol neşesi”nin “büyük futbolcu” vurgusunun gölgesinde kalmasından korkuyorum.
Alper Görmüş
İsviçre maçı ile Çek Cumhuriyeti maçının arasında bir tarihteydi, tam olarak hatırlamıyorum, Volkan Demirel ve Arda Turan bir basın toplantısında gazetecilerin sorularını cevaplıyorlardı.
Artık ezberlediğimiz klişelerin ardı ardına tekrarlandığı bu türden basın toplantılarına karnım toktu, fakat Arda’yı görünce böyle durumlardaki klasik tepkimi göstermedim; oturdum, izlemeye başladım.
Volkan bölümü tam beklediğim gibi geçti. Sıra Arda’ya geldiğinde, daha suratındaki mimikleri, yüzündeki gülümsemeyi görünce anladım farklı bir şeylere şahit olacağımı… Yok, öyle çok radikal, çok farklı şeyler söylemedi, fakat başka bir elektrik yayılıyordu halinden, tavrından. Neşeliydi, rahattı, espri yapıyordu. Belli ki birkaç gün sonraki maçı bir “milli onur” sınavı gibi yaşamıyordu. Belli ki öyle bir maçta oynayacak olmasının sevincini, neşesini yaşıyordu.
Çek Cumhuriyeti maçından hemen sonra takımın kaptanı Nihat Kahveci’yle yapılan ayaküstü söyleşiyi hatırlıyor musunuz? Devre arasında soyunma odasının halini anlatırken “Birbirimizle şöyle konuştuk” dedi, “yenilirsek de iyi oynayarak yenilelim.”
İnanın, ben bu sözlere inanmakta bugün dahi zorluk çekiyorum. Aklıma Arda gibiler, Nihat gibiler geldiğinde ikna olabiliyorum, “Doğrudur, öyle konuşmuş olabilirler” diyebiliyorum kendi kendime.
Portekiz kâbusunun ardından bu sayfalarda şöyle yazmıştım:
“Milli Takımımızın Portekiz’le oynadığı maçtan hemen önce, soyunma odalarının dışında gerçekleştirilen televizyon çekimlerini siz de izlemişsinizdir. Birbirlerine başarı dilerken, ‘gaz verirken’ suratlarında öyle bir şey vardı ki, ben ürktüm. ‘Çıkalım, şunlara günlerini gösterelim’ gibi bir şey ama tam da öyle değil. Biraz ‘ya yenilirsek biz ne yaparaz’ hali, biraz üzerlerindeki ağır yükün altında ezilmişlik duygusu… Belki başka şeyler de, ama, onlar her neyse, bizimkilerin üzerinde yarattığı şey, belli ki son derece negatif bir şeydi.”
Bana bunları bir daha düşündürten şey, Umur Talu’nun Sabah’ta yayımlanan bir yazısıydı. Onu da hatırlayalım:
“Statta olsak belki anlayamayacağız. Kamera yakın çekimlerde yüzleri ekrana getiriyor. Bizimkisi asık yüzlerden kurulu bir takım arkadaş. Onlar ise, adeta eğleniyor. Futbolun da zevkini çıkarıyor. İyi bir pasın, iyi bir şutun, iyi bir verkaçın nasıl keyifli bir şey oyduğunu hissediyor, biliyor, yaşıyor. Bizde bu gülümsemeye, keyfe, neşeye en yatkın iki isim, Nihat ile Tuncay bile gergin. Yüzlerinden düşen bin parça.
“Biz, nasıl olduysa, hep kazanmak, mutlaka kazanmak, çok kazanmak, hemen kazanmak isteyen bir kültür edindik. Lakin, tat alma, keyif alma, paylaşma, gülümseme, sabırla ve akıl ile vicdanla mücadele etmeye dair yarı yollarda kaldık.”
Şimdi siz bakmayın çeyrek final vizesi almış takımımızın rahatlığına, “neşe”sine… Bilin ki “arızi”dir o. Kültür öyle kolayına değişmez. İşte o nedenle, neredeyse “futbol neşesi”yle doğmuş bir futbolcu Arda’nın her şeyden önce bu özelliğinden yararlanmayı bilmeliyiz.
Arda gibi iyi futbolcular 10 yılda bir ancak gelir, deniyor. Doğru, peki Arda gibi oyundan haz alan futbolcular kaç yılda bir geliyor?