Sadece vücutları olan, başı olmayan onlarca resim, görünmeyen figürlü sürrealist kompozisyonlar ve dahası… Hepsi de Dali’nin kendi fırçasından kendisini ifade etme biçimini içeriyor. Hiçbir notaya bağlı kalmadan özgürce, sınırsızca yakaladığı her bir düşüncesini elleriyle tablolara aktaran ressam, “Aşk duygusunu ifade eden iki parça ekmek” adını verdiği eserinde o kadar tanıdık geliyor ki…İnsanın aklına hemen şu cümleleri getiriyor: “Bu ne kadar da tanıdık, ne kadar yakın ve aslında ne kadar uzak.” Ya da şu soruları: “Ben de yaparım bunu, kafası olmayan bir adam ve kadın görüntüsü işte, biraz karalamayla aynısı olur, olmaz mı acaba?” Bir o kadar yalın, bir o kadar net ve bağımsız duyguların, dahi bir elden çıkan manzarası muhteşem… Dali tablolarının arasında gezerken, mütemadiyen sınırsız bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Birilerine bir şey anlatma derdinde olmayan bir ressamla tanışıyorsunuz. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin dediği gibi; Sen ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayacağı kadardır.” Bilen ve hisseden bir gözün resmettiği, karşısında da her duygunun bir şeyler bulacağı odacıklar var sergide. Görünsün ya da görünmesin, okunsun ya da okunmasın, içinde pek çok hissiyatın olduğu tanıdık odalar hem de…
Başı bulutlarla dolu adam
“Beethoven’ın kafatası” adlı tablosunda da “Departure for the great journey”de de (Büyük seyahat için yola çıkış) hep aynı sadelik göze çarpıyor. Sözcüklerin anlamı büyüttüğü ifadeleri seçerkenki üslubu dahi eserine bir zarar veremiyor. Bu zarar kötü anlamda değil; eseri gören gözlerde yarattığı ya da yaratacağı etkiyi değiştirememesi anlamında…
Sanattan anlayan bir insanın kılığına bürünerek zıplamaya, ya da sanki hep böyle bir dünyanın içindeymişsiniz gibi bir havaya bürünmeye ihtiyaç yok. Sadece kendi kimliğinizle, kendi özgür yolculuğunuzda, tıpkı sizin gibi özgür bir yolculukla tanışmaya bırakıyorsunuz kendinizi. Salvador Dali’nin eserlerini gören bir göz, ona çok da anlamlar yüklemek zorunda değil, çünkü o zaten anlamın kökenini sorgulamıyor. Bakan değil, görebilen bir gözün yandaşlığını istiyor sadece. Bunun için de büyük alıntıların okyanusunda, ya da büyük düşlerin sokağında yürümeye gerek yok. Başı sadece bulut olan bir adamda olduğu gibi, ne düşünüyorsan onu yaratırsın. Evet, başı bulut görüntüsünde bir adam işte, işte tüm yalınlık ve netlik burada. Bazen insanların düşünüp bulabildiği, ya da yine düşünüp tasarlayabildiği pek çok fikrin temsilcisi olduğunu hissettiriyor tablolarıyla.
Kimbilir, belki de diğerlerinin buna cesareti yoktur?! “Bir çelloya vahşice saldıran yatak ve komodin” adlı tablosunda, sıradan bir hayatın, sıradan kavgalarını getiriyor akla. Bunu yaparken tek farkı, bir sanatçı olduğu için çelloyu kullanması. Düşünce odur ki, her bir bireyin kendi tasarrufunda olsun ya da olmasın, karşılaşabileceği durumlarda ortaya çıkan görüntünün resmedilmesidir ve fakat bir ressam gözünden ve usundan…
Eserlerine verdiği isimler de tıpkı onlar gibi insanca geliyor kulağa. Bir şarkının melodisi unutulsa bile bir yerlerde tınısı duyulduğunda hemen akla gelebilecek bir görüntü gibi… Saf, berrak ve kokusu yok… Dali’nin tablolarında herkes kendine has kokusuyla el sıkışıyor… İçten, samimi ve bir o kadar yalnız…
Her eve lazım
20. yüzyıla damgasını vuran bir isim olan ünlü ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı ve filmci, her gözün görmesi ve özümsemesi gereken bir sanatçı. Bir gün bir dâhi olacağını ve bütün dünyaca tanınan bir isim haline geleceğini görebilmiş biri olarak da bir o kadar emin kendinden. Hem tanıdık, hem çok yabancı gelen böylesi bir ikilemi yaratmak nasıl bir niteliktir? Herkes ben ne olacağım diye düşünedursun, Dali kendi çizdiği haritada yolunu çoktan bulmuş ve onunla konuşmuştu: “Roma’dan döndüğümde bir dahi olacağım; bütün dünya beni hayranlıkla izleyecek. Belki küçümseneceğim ve anlaşılmayacağım, ama yine de bir dahi olacağım, büyük bir dahi; çünkü bundan hiç şüphem yok.”
(Salvador Dali Sergisi 20 Ocak 2009’a kadar İstanbul Emirgan Sakıp Sabancı Müzesi’nde görülebilir.)