Nıvart Taşçı
Küresel ısınma ve artan petrol fiyatlarının yarattığı krizle başa çıkma yolunun biyoyakıt üretimi olmadığını ortaya koyan raporlara bir yenisi daha eklendi. Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam tarafından yayınlanan “Bir başka uygunsuz gerçek” (Another Inconvenient Truth) başlıklı son rapor, yaklaşık bir yıldır süren gıda krizinin yüzde 30 oranında biyoyakıt üretimine bağlı olduğunu gösteriyor.
Küresel ısınmaya neden olan sera gazlarında kısıntıya gitmek zorunda olan gelişmiş ülkeler için biyoyakıtlar son derece çekici bir seçenek. Çünkü kömür, petrol, doğalgaz gibi atmosferde karbon kirliliğine neden olan fosil yakıtlarının aksine biyoyakıtlar mısır, buğday, şeker pancarı gibi bitkilerden veya soya, palmiye gibi bitkilerin tohumlarından elde ediliyor. Bu bitkilerden üretilen etanol ve biyodizelin aynı zamanda petrole bağımlılığı da azaltacağı söyleniyor. Oysa durum daha şimdiden yoksul ve gelişmekte olan ülkeler açısından feci sonuçlar doğurmaya başladı.
Açlık milyonlarla telaffuz edilir oldu
Dünya Bankası verilerine göre son üç yılda yüzde 85 artan gıda fiyatları, özellikle, gelirlerinin yüzde 50 ila 80’ini gıdaya ayırmak zorunda olan yoksulları vurdu. Fiyatlardaki artış 290 milyon kişinin hayatını doğrudan etkiledi. Krizle birlikte 100 milyon insan temel besin maddelerini dahi bulamayacak kadar yoksullaştı.
Gıda fiyatlarındaki artış aslında 2002’de başlamıştı. 2008 martına gelindiğinde pirinç fiyatları son 19 yılın, buğday fiyatlarıysa son 28 yılın en yüksek düzeyine ulaştı. Açlık tehdidi başta Meksika, Mısır, Tanzanya ve Senegal olmak üzere onlarca ülkede insanları sokaklara dökünce, hükümet liderlerinin ilk işi üretimde azalma olduğu bahanesine sığınmak oldu. Aslında, Avustralya ve Afrika gibi yarı kurak bölgelerde üretimin azaldığı doğruydu.
Fakat gıda fiyatlarındaki krizin nedenlerinden sadece biri, belki de en az belirleyicisi olan verim kaybı, üzerinde en fazla durulan konu haline geldi. Verimlilikteki düşüşlerin en büyük nedeni elbette küresel ısınma, bu illetle başa çıkmanın birinci yoluysa biyoyakıt üretimine geçmekti. Sera gazı emisyonlarında kısıntıya gitmek zorunda olan gelişmiş ülkeler büyük bir aceleyle biyoyakıt kullanım hedefleri belirlemeye, hatta yakıt üreticilerine belli oranlarda biyoyakıt kullanım zorunluluğu getirmeye başladılar.
Biyoyakıt üstüne anlaşmakta zorlanmadılar
Biyoyakıt üretimine ilişkin en büyük yatırımların hedefinde ulaşım sektörü yer alıyor. Nitekim, küresel CO2 salımlarının yüzde 14’ü de taşıtlarda kullanılan fosil yakıtlarına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Taşıt üretiminde veya halkın taşıt kullanımında herhangi bir kısıtlamaya gitmek istemeyen AB ülkeleri ve ABD, çözümü petrolün yerini alacak olan biyoyakıtlarda arıyor. Oysa araştırmalar biyoyakıt üretimini sağlayacak olan endüstriyel tarımın da küresel sera gazı salımlarına aynı oranda katkı yaptığını ortaya koyuyor.
Oxfam’ın raporuna göre zengin ülkelerde petrol tüketimi o kadar fazla ki, petrolün yerine geçecek biyoyakıt üretimi için tarımsal üretimi devasa boyutlara çekmek gerekecek. ABD Başkanı Bush’un açıklamalarına göre, bu yeni teknoloji sayesinde ülkesi, “güvenilmez ve terörist yuvası ülkelerin” petrolüne bağımlı olmaktan kurtulacak. Nitekim, ABD’de ekilen mısırın üçte birinden fazlası etanol üretiminde kullanılıyor.
Yalnız ortada ufak bir hesap hatası var! Ülkenin tüm mısır ve soya rekoltesi biyoyakıt ütetimine harcansa dahi petrol ihtiyacının yüzde 12’si, dizel ihtiyacının ise yüzde 6’sı giderilebiliyor. Tüm dünyadaki karbonhidrat kaynaklarının (şeker pancarı ve nişasta) etanole çevrilmesi mümkün olsa dahi küresel petrol tüketiminin ancak yüzde 40’ı karşılanabiliyor.
Durum AB ülkeleri açısında daha umutsuz olsa da, hükümet liderleri biyoyakıt seçeneğinden vazgeçmeye yanaşmıyor. AB ülkelerinde üretilen bitkisel yağların yarısı biyodizel üretimine gidiyor. Ayrıca, Avrupa Komisyonu 2020’ye kadar tüm üye ülkelerin, ulaşımda kullanılan enerji kaynaklarının en az yüzde 10’unu “yenilenebilir kaynaklardan”, yani biyoyakıtlardan karşılanması kararını aldı.
ABD de, 2005 tarihli Enerji Politikası Kanunu ve 2007’de yürürlüğe giren Enerji Bağımsızlığı ve Güvenliği Kanununa göre 2022’ye kadar yıllık 36 milyar galon yenilenebilir yakıt kullanılmak zorunda. Kanada ise şu anda parlamentodan geçirilmeye hazırlanan Yenilenebilir Yakıtlar yasa teklifi uyarınca 2010’a kadar araç yakıtlarının yüzde 7’sini etanol ve biyodizelden karşılayacak. Tüm bu yasalar, söz konusu ülkelere getirilen iklim değişimiyle mücadele zorunlulukları kapsamında ele alınıyor.
Sıfır karbon tamam da, gübresi ne olacak?
Biyoyakıt üretimi üzerinde düşünürken bu küçük yüzdelere takılı kalmamak gerekiyor. Biyoyakıtı savunanlara göre bu yöntem karbon kirliliğine yol açmıyor. Çünkü yakıta çevrilen bitkinin atmosfere saldığı karbon, tarlada büyürken atmosferden aldığı karbonun kendisi; yani “sıfır karbon” bir yöntem!
Oysa biyoyakıt üretimi çok katmanlı bir süreç. Bir defa, çok geniş alanlarda tek ürün tarımını (örneğin binlerce hektarlık alanda mısır ekimi gibi) sürdürmek için kullanılan nitrojenli gübre, CO2’den 296 kat daha güçlü sera gazı salıyor. ABD’de mısırdan elde edilen etanol üretiminde ve AB ülkelerinde kolza bitkisinden biyodizel üretiminde bu kimyasaldan yararlanılıyor.
Zaten endüstriyel tarım faaliyetlerine bağlı olarak ortaya çıkan sera gazlarının büyük bir kısmı da, bu tür kimyasal gübrelerin kullanımından kaynaklanıyor. Nobel ödüllü araştırmacı Paul Crutzen’in çalışmasıyla ortaya konan bu verilere, tarla makinelerinin kullanımı ve ürünlerin işlenmesi sürecinde fosil yakıtlarının kullanıldığı diğer basamaklarda ortaya çıkan seragazlarını da eklemek gerekiyor.
ABD’nin 167 yıla ihtiyacı var!
Rapora göre, diğer bir önemli sorun “arazi kullanımı”. Biyoyakıt üretimi için ekim yapılamayan atıl alanların devreye sokulacağı iddia ediliyor. Fakat durum yine göründüğü gibi değil! Bir kere, enerji ihtiyacının çok küçük bir kısmını karşılayabilecek olan bu teknoloji, sulak alanların, otlakların ve ormanların ortadan kaldırılmasını gerektirecek.
Gelişmiş ülkelerin, sera gazı emisyonlarını azaltmak için önlerindeki 10-15 yılı kısa yoldan kurtarma derdinde oldukları bilimsel verilerle de destekleniyor. Science dergisinde yayınlanan bir çalışma, ABD’nin mısırdan etanol elde etme programı kapsamındaki arazi kullanım şeklinin bedelini 167 yıl olarak belirlemiş! Yani, bu alanların ormansızlaştırılması, gübrelenmesi, ekilip biçilmesi ve elde edilen ürünlerin işlenmesi için harcanan bedel hesaba katılmamış gözüküyor.
Benzer bir durum Avrupa ülkelerinde de geçerli. AB’nin biyodizel merakı, üretimde kullanılan palmiye yağı talebini ciddi anlamda arttırdı. 2020 itibariyle palmiye ekimine bağlı arazi kullanım değişimlerinin bedeli 3.1-4.6 milyar ton CO2; biyoyakıt kullanarak tasarruf edilmesi planlanan CO2 miktarının 46 ila 68 katı!
Birleşmiş Milletler’e göre atıl alan tanımının belirsizliği, kırsal alanlarda yaşayan 60 milyon kişiyi risk altına sokuyor. Kaldı ki, ekim yapılacak alanlar ve yöntemler açısından AB veya ABD birtakım standartlara uygun davranacak olsa da, asıl ihtiyacın üçüncü dünya ülkeleri tarafından giderileceği düşünüldüğünde, durum daha da iç karartıcı bir hal alıyor.
Örneğin topraklarının yarısının biyoyakıt üretimine uygun olduğu saptanan Tanzanya’da yatırımcılarla yerli halk arasında gerilim şimdiden tırmanmaya başladı. Pirinç yetiştirilen Wami Basin bölgesindeki bin çiftçi, şeker pancarı ekmek üzere 400.000 hektarlık alanı satın almaya çalışan İsveçli bir yatırımcıyla mücadele ediyor.
Kişi başına düşen petrol tüketiminin ABD’dekinin 100 kat altında seyrettiği Tanzanya’da biyoyakıtlara yapılacak yatırım, bu ülkenin petrole bağımlılığını azaltabilir. Ama hükümet politikalarının bağımsızlığının ciddi anlamda tartışılır olduğu bir siyasal ortamda Tanzanya gibi bir ülkenin öz çıkarlarını korumasından söz edilebilir mi? Bu gibi örneklerin bolluğu AB’nin biyodizel ihtiyacının yüzde 20’sini karşılamaya hazırlanan Malezya ve Endonezya’dan da benzer haberlerin geleceği endişesini yaratıyor.
Biyoyakıtlar muhtemel bir hata
Tüm bu gelişmeler kaş yaparken göz çıkarmak istemeyen kimi hükümet yetkilileri için yeterli olmuşa benziyor. Fransa Çevre Bakanı Nathalie Kosciusko-Morizet AB’nin biyoyakıtları bir seçenek olarak kullanmasında diretiyor, fakat yüzde 10 gibi bir hedef koymanın “muhtemelen hata olacağını” kabul ediyor. İtalya ve İngiltere de biyoyakıtların yaratacağı muhtemel olumsuzlukların daha ayrıntılı incelenmesi gerektiğini savunuyor.
İngiltere merkezli Yenilenebilir Yakıt Ajansı tarafından önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan Gallagher Raporu bu anlamda tüm AB ülkeleri açısından bağlayıcı olacak. Önümüzdeki günler “Biyoyakıt kötüdür, çünkü”lerle başlayan cümlelerin “ikinci-nesil biyoyakıtlarla” savuşturulmaya çalışıldığı görüşmelerle geçecek. Oysa gıda olarak kullanılmayan odun tozu, saman ve yosun gibi bitkisel atıkların yakıta çevrilmesi anlamına gelen ikinci nesil biyoyakıtlar da aslında yoksulluk ve çevre yıkımının çaresi olmayacak. Çünkü tek ürün tarımı, arazi kullanımıyla ilgili sorunlar, kullanılan girdilerin yarattığı çevre tahribatı gibi biyoyakıtlarla bağlantılı dolaylı sorunlar çözümsüz kalmaya ve Oxfam’ın raporunda biyoyakıtlar ve yoksulluk arasında kurulan şu ilişki Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanmaya devam edecek: Artan biyoyakıt talebi aç yaşayan insanların sayısına 2025’e kadar 600 milyon kişi daha ekleyebilir.