“Bu ne yaman çelişki”




Filiz Küçük
Merve Yüksel

Şık kıyafetleri içinde, ayağa fırlamış bağırıp çağıran, küfürler eden kadınlı erkekli bir grup. Adeta toplu bir histeri krizi yaşanıyor. Havada çatal bıçaklar uçuşuyor. Saldırının hedefindeki kişi, olası bir linçe engellemek için önünde etten duvar ören garsonların arasından olanları anlamsız gözlerle izliyor. Bundan tam 10 yıl önce, “Televole Cumhuriyeti” vatandaşları için hayli prestijli sayılan Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde yaşandı bu görüntüler. Başarıya ulaşamayan bu linç girişiminin devamı medya eliyle gerçekleştirildi sonra. Linç edilen ise tüm Türkiye’nin bildiği bir isim, Ahmet Kaya’ydı. O geceden sonra bir daha asla eskisi gibi olamayan ve terk ettiği ülkesinin özlemiyle kısa sürede ölümün kollarına giden sanatçının suçu ise aldığı ödülün ardından yaptığı kısacık bir konuşma olmuştu: “Ben bu ödülü İnsan Hakları Derneği, Cumartesi Anneleri, tüm basın emekçileri ve Türkiye Halkı adına alıyorum. Çok teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var; şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayınlayacağım albümünde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda, bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum. Yayınlamazlarsa da Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum.”

Linç girişiminden devlet televizyonuna

Ahmet Kaya, kendisi için sonun başlangıcını yaşatan, onu ölümün kucağına iten linç gecesinde sadece bunları söylemişti. Bugün ise artık devlet eliyle Kürtçe yayın yapan ulusal bir televizyon kanalı var ülkemizde. Bu, Ahmet Kaya’nın anlatmaya çalıştığı Kürt ve Türk halklarının kardeşliğinin bir meyvesi mi? Yoksa arkasında yatan başka politik oyunlar mı var? TRT Şeş TV’nin yayın hayatına başlaması zamanlaması, amacı ve alt metni hakkında birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Aradan geçen 10 yılda Kürtleri yoksayan, Kürtçe şarkıya bile tahammül edemeyen bu anlayıştan, devlet eliyle Kürtçe yayın yapan Şeş TV’nin kurulması sürecine gelindi. Hemen ardından Nazım Hikmet’in tekrar Türk vatandaşlığına alınma kararı gündeme geldi. Bundan 3 ay önce Hakkari’de Kürtlere, “Ya sev ya terk et!” diyen, hala aydınlarımızı düşüncelerinden ötürü 301. maddeden yargılayan AKP hükümetinin tüm bu girişimlerini, yerel seçimlere 3 ay kala, “demokratikleşme” çabalarının bir göstergesi olarak okumak pek mümkün görünmüyor. Ahmet Kaya’yı fikirlerinden ötürü yargılayarak, vatanından koparılışına göz yuman bu anlayıştan Şeş TV’li Türkiye’ye geçiş sürecini, Kaya’nın yoldaşı, hayat arkadaşı Gülten Kaya ile konuştuk.

Ahmet Kaya’nın linç girişimlerine maruz kalmasının üzerinden geçen 10 yılda neler değişti de Kürtçe yayın yapan ulusal kanal açılması aşamasına gelindi?
Benim görebildiğim gerçek bir değişim yok. Devletin kalın ve halka kapalı duvarları arkasında yapılan konjonktürel hesaplar varsa da bunlardan haberdar değiliz, çünkü açık toplum olmanın gereklerinden uzağız. Bu kadar hızlı karar alabilen devlet, son çeyrek yüzyılda giderek ivme kazanan savaşı sonlandırmada kaplumbağa hızı bile gösteremedi ne yazık ki. Bunu bir değişim gibi algılamadığım için, belki nispi, küçük bir gelişme olarak tanımlamak şimdilik bana daha doğru geliyor.

Kürtçe yayın yapan Şeş TV’nin yayına başlamasını nasıl karşılıyorsunuz?

Ben devletin sanat ve kültürle ilgili alanlarda düzenleyici olmasına karşı olan bir insanım. Bu alanlar özgür ve/fakat kendi iç disiplinlerine sahip olması gereken alanlardır ve devlet disiplini içersine hapsedilmemelidirler. Oysa bizde devlet geleneği bu anlayıştan uzak olmanın da ötesinde, “Komünizm gerekiyorsa biz yaparız. Kürt kültürü isteniyorsa biz hallederiz” diyen bir yaklaşım içersinde oldu. Hem de tüm Cumhuriyet tarihi boyunca. Devlet, sanatı ve kültürü sadece desteklemekle yükümlüdür; düzenlemek, kendi disiplini içine almak ya da yönlendirmekle değil. Dolayısıyla, şaşkınlık yaratan bu aşamayı, geç, Kürt halkı ve Kürt kültürü adına yetersiz ve/fakat dikkate alınması, dikkatle izlenmesi gereken bir adım olarak görüyorum.

Böyle bir kanala ihtiyaç var mıydı? Var olan ihtiyacı ne kadar karşıladı?

“Böyle bir kanal” dediğiniz kanalın nasıl bir kanal olduğunu ve duyulan ihtiyacı karşılayıp karşılamayacağını anlayabilmek için henüz erken. Ama ihtiyaç var mıydı derseniz, bu kanalı kastetmemekle birlikte düşüncem şu: Dili, kültürü yok sayılmış ve bu kültürel kimliğinin tanınması için kendisine bunca acı yaşatılmış Kürt halkı için kaç kanal açılsa az! Ne yapılsa bir eksik!

Bu yeni durum, ulusalcı kesimlerin Kürtçenin bölünmeye yol açtığı iddialarını doğrular mı?

Ulusalcı kesim derken kimleri kastettiğinizi anlamadım ama değil ulusalcı, ultra ulusalcı bile olsanız, derhal yapmanız gereken şey “Kürtçenin bir bölünmeye yol açacağı” paranoyasından kurtulmanız olur.

Kürtçe eğitimin yolunu açar mı?
Umarım ve dilerim… Ama burada da fikrim şudur: Devlet, şimdilik temel eğitim hariç, eğitimden elini eteğini derhal çekmeli. YÖK gibi üniversitelerin ve özgür eğitimin başına bela edilmiş kurumlarını derhal lağvetmelidir.

Demokratik bir adım olduğu söylenebilir mi? Yoksa bir seçim propagandası mı?

Demokrasi anlayışınız bu kadar sorunlu ve çağın fersah fersah gerisindeki bir aşamada ise, eh, bir minik adım sayılabilir. Seçim propagandası olup olmadığını seçim sonrası değerlendiririz.

Medya bunu hükümetin başarısı olarak görüyor. Ancak bunun varolan Kürt mücadelesinin sonucu olduğunu söylemek mümkün mü?
Hangi medya? Örneğin bugün okuduğum bir köşe yazarının başlığı da şöyleydi; “Kürdün adı anılmazdı, gerilla olmasaydı…”. Kuşkusuz ki şu anda meclis çoğunluğunu oluşturanlar “çoğunluk” olmanın verdiği gücü kullanıyorlar. Elbette bu yetkiyi ülkemizin geleceği adına doğru kullanmalarının beklentisi içersindeyiz. Ama kimse çiğlik yapıp bunu bir lütuf gibi de algılamamalı. En doğru sonuçlara ulaşabilmemizin yolu, mutlak surette sebebi incelemekten geçer. Benim metodum budur ve sebep-sonuç diyalektiği kurmanın en sağlıklı metot olduğunu düşünürüm. Böyle baktığınızda da sorunuzun yanıtı ortaya çıkar zaten.

Abdullah Öcalan’ın iddia ettiği gibi hükümet kendi Kürtünü yaratabilir mi? Eline ne geçecek kendi Kürtünü yaratırsa?

Dünyada ya da ülkemizde, kültürünün ve dilinin onlarca yıldır yok sayıldığının farkında ya da bilincinde olmayan Kürt varsa bu vahim zaten. Devlet dediğiniz aygıtın çağımızda varoluş esprisi ise erk olabilmek ve bu erki mütemadiyen varlığını ve çıkarlarını korumaya dönük kullanmaktır zaten. Erk, karakteristiği gereği kendisini sorgulayanın, sarsanın, haklarının farkında olanların ve bu hakları talep edenlerin, bu hakları alabilmek için mücadele edenlerin, değişime ve dönüşüme ayak uydurmaya zorlayanların rengini pek sevmez zaten. Koyu bulur, çamaşır suyuna yatırıp, açmaya, beyazlatmaya çalışır. Yakın çağ, Obama üzerinden de gösteriyor ki, bu zaman denen sonsuzlukta faydasız bir çabadır. Zira tersine akış yoktur! İnsanlık tarihinde hiç yoktur!

Ahmet Kaya’nın o gece, “Kürt ve Türk halkları kardeştir ve Kürt realitesini de kabul etmek zorundasınız’’ demişti. Artık onun anlatmaya çalıştığı şeyin anlaşıldığını ve Türkiye’nin gelinmesini istediği noktaya geldiğini söyleyebilir miyiz?
Ne yazık ki söyleyemeyiz. Gerçek sanatçıların öngörüsü, devlet politikalarını saptayanların öngörüsüzlüğünün önüne geçiyor işte. Ahmet Kaya’nın ne anlatmaya çalıştığının anlaşılabilmesi için bu kadar zaman ve bu kadar acıya gerek yoktu. Ama devlet politikaları açısından bakıldığında Kürtlerin varlığını kabul etmeye de gerek yoktu. Zaten yoktular, kültürleri ve dilleri yoktu, hatta neredeyse koca bir halkın tamamı bu memleketi bölmeye çalışıyordu. Bu ülke bu kadar acılardan geçtikten sonra bile sahici ve samimi değiliz ne yazık ki. Zira Kürt realitesi bir devlet televizyonunun varlığı ile kabul etmez. Bu kabul, ancak doğuştan sahip olunan, anne sütü kadar hak sayılan dilin ve kültürün anayasal güvence altına alınması ile olur. Düşünün ki çok temel, insani bir haktan söz ederken dahi “anayasal güvence” demek zorunda kalıyoruz. Annesi ve babası ile seyahat ederken ve ülkesine gelirken, ismindeki W harfinden dolayı yapayalnız sınırdışı edilen bir çocuğun ismindeki harf alfabeye girmeden o kendini güvende hissetmeyeceğine göre… Bu örnekleri “yaman çelişkiler” olarak sayısız çoğaltabileceğimize göre ortada gerçek bir kabul yok demektir. Anayasanın, eğitim ve öğrenim hakkını düzenleyen 42. maddesi, siyasi partilerle ilgili 81. maddesi değiştirilmeden, 12 Eylül anayasası tümden değiştirilip düzenlenmeden bir kabulden söz edemeyeceğimizi düşünüyorum.

Linç gecesinde başı çeken Serdar Ortaç, Şenay Düdek, Reha Muhtar ve bir dolu isim şu anda Şeş TV konusunda herhangi bir yorumda bulunmuyorlar: Ne düşünüyorsunuz?

Adlarını ağzıma dahi almayacağım bu isimleri ben “pespaye amigolar” olarak tanımlıyorum. Fikirsiz, yaşadığı coğrafyadan, o coğrafyanın gerçeklerinden habersiz, insan hakları gibi en temel alanların bile gereklerini bilmeyen, yaşadığı toplumu daha nasıl ileriye taşıyabileceği konusunda donanımsız, sanatın hayata nasıl hükmetmesi gerektiği bilincinden çok uzak, sanatın en özgür alan olması gereğinin farkında bile olmayanların repertuarlarındaki en sağlam parça 10. Yıl marşı oluyor işte! O nedenle bunlar sadece pespaye amigolar! Onların soluklarını hayatın içindeki adalet keserken üzülemiyorum bile…

Yaşadığınız linç girişimi sürecinde ve bugün gelinen noktada medyanın nasıl bir etkisinin olduğunu düşünüyorsunuz?

En büyük pay medyanındır. Bize yaşatılanları kurgulayanlar her kimlerse, çok rahatlıkla medyadaki aynı zihniyetle buluşup, ittifakla hayata geçirdiler bu senaryoyu. 1993 yılında Almanya’da hiç yapılmamış bir konserin, hiç olmayan fotoğrafındaki montaj ustalığı nasıl açıklanabilir başka. Ve bu fotomontajla açılan dava… Eğer Hürriyet gazetesi Ahmet Kaya’nın asla kurmadığı bir cümleye cevaben sekiz sütuna “Vay Şerefsiz” diye başlık atmasaydı Ahmet ülkesine dönmüş olacaktı. Dönmüş olacak ama belki Hrant Dink gibi vurulacaktı. Medya kaçıncı kuvvet bu ülkede artık biliniyor. Savaşı, ırkçılığı, milliyetçiliği nasıl köpürttüğü ortada.

Nazım Hikmet’in tekrar Türk vatandaşlığına alınma kararının Şeş TV’nin açılışıyla aynı döneme denk gelmesi neyin göstergesi?
Eğer başlarına bir meteor düşmediyse, hiç değilse reformcu olmaya karar verdiler demektir. Aslında az öncede sözünü ettiğim gibi, bu kapalı toplum yapısından dolayı erken değerlendirmeler yapmayı doğru bulmuyorum, ama politik aktörlerin kendi içlerinde aldıkları kararları algılama sürecindeyiz hepimiz. Umuyorum ki siyasi muhafazakar zihniyetleri ile yüzleşiyor olsunlar.

Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye taşınması gündemde. Ahmet Kaya’nın mezarının ülkesine nakli adına, özlemini duyduğu tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülkenin inşa edildiği söylenebilir mi?
Hayır. O bizim için şimdilik uzak bir düş gibi görünüyor.