2008 Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ve Siyaset Bilimi – Uluslararası İlişkiler Bölümü tarafından düzenlendi. Arundhati Roy, suikastın hem Hrant Dink’i cezalandırmak hem de bu ülkede onun sadece söylenemez olanı söyleme değil, düşünülemez olanı düşünme cesaretinden ilham alabilecek olanlara gözdağı vermek için yapıldığını belirtti.
Roy, “Hrant Dink susturuldu. Fakat onun öldürülmesine sevinenler bilsinler ki yaptıkları geri tepti. Sessizlik yerine büyük bir gürültü yarattı. Hrant’ın sesi artık ne kurşunlarla, ne hapis cezalarıyla ne de hakaretlerle bir daha asla susturulmayacak bir haykırış haline geldi” dedi. Bu durumun, dünyanın Anadolu’da, 93 yıl önce olmuş bir olayı merak etmesine yol açtığını söyleyen Roy, Dink cinayetinden sonraki ilk tepkisinin 1915 hakkında bulabildiği her şeyi öğrenmek, tarih okumak ve tanıkları dinlemek olduğunu ifade etti.
“Beyaz berelilerle savaş”
Hindistan’da da benzer sorunların yaşandığını söyleyen Roy, kendisinin de ülkesindeki Hintli “beyaz bereliler” ve meşale taşıyıcılara karşı savaş verdiğini şu sözlerle ifade etti: “Türkiye’de suskunluk, Hindistan’da ise kutlama veya övgü var, hangisi daha kötü gerçekten bilemiyorum. Zaman zaman suskunluğun utanca, utancın da vicdana işaret ettiğini düşünüyorum.” Roy, Türkiye’nin geçmişinden çıkan derslerin, kendi ülkesinin geleceğini daha iyi kavramasına sebep olduğunu da sözlerine ekledi.
Boğaziçi Üniversitesi’nin büyük toplantı salonunu dolduran dinleyiciler, konuşmanın sonunda Arundhati Roy’u ayakta alkışlarken, Hrant Dink’in eşi Rakel Dink tarafından kendisine plaket verildi.
Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Ayşe Soysal, “Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü” adlı konferansı her yıl yapmaya karar verdiklerini ve böylelikle Hrant Dink’in anısını yaşatmaya çalışacaklarını açıkladı.
Suskunluk mu kötü, kutlama mı?
Hrant Dink’le hiç tanışmadım, bundan böyle bu şanssızlıkla yaşamak zorundayım. Onun hakkında; yazdıkları, söyledikleri ve yaptıkları, nasıl yaşadığı hakkında bildiklerimden hissediyorum ki (bir yıl önce bugün İstanbul’da olsaydım) bu kentin kışa girmiş sokaklarında “Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant’ız” yazılı pankartlarla onun tabutunun yanı başında yürüyen yüz bin kişinin arasında olurdum. Belki “Bir buçuk milyon artı bir” yazılı pankartı taşıyor olurdum.
Hrant Dink’in tabutunun yanında yürürken acaba neler geçerdi aklımdan? Belki dostum David Barsamian’ın annesi Araxie Barsamian’ın ve ailesinin başına gelenleri anlatan sesi yankılanırdı kulaklarımda. 1915’te on yaşındaymış. Şimdi Diyarbakır olan tarihi Dikranagert’in kuzeyindeki köyü Dubne’ye üşüşen çekirge sürülerini hatırlıyordu. “Köyün yerlileri telaşlandılar” demişti, çünkü çekirgelerin kötüye alamet olduğunu kemiklerinde hissedebiliyordu. Haklıydılar. Birkaç ay sonra tarlalarda başaklar hasada hazır hale gelmişti.
“Ayrıldığımızda ailemde 25 kişi vardı”, diyor Araxie Barsamian, (konuşmanın kayıtları hâlâ duruyor). “Bütün erkekleri aldılar. Babama ‘Silahın nerede?’ diye sordular. ‘Sattım’ dedi. Bu sefer, ‘Git, getir’ dediler. O da almaya Kürt köyüne gitti, orada dövüp üstündeki bütün giysilere el koydular. Geri geldiğinde – bunu bana annem anlattı – çırılçıplak hapse attılar, kollarını kestiler… Ve hapiste öldü. Bütün erkekleri tarlaya götürdüler, ellerini bağladılar ve ateş ettiler, hepsini öldürdüler.”
Araxie ve ailenin diğer kadınları tehcir edildi. Tek hayatta kalan Araxie oldu. Bu kuşkusuz çok tartışmalı bir tarihten tek bir tanıklık.
Buraya “uluslararası aydın” rolüne bürünüp sizlere ders vermeye veya 1915’te Anadolu’da meydana gelen olaylara ilişkin belleği (veya unutmayı) saran sessizliği doldurmaya gelmedim. Bunu yapacak olan sizlersiniz. Hrant Dink bunu yapmaya çalıştı ve bedelini yaşamıyla ödedi.
İstanbul’a geldiğim gün Koray’la birlikte saatlerce sokaklarda yürüdük. İstanbul halkının güzel, gizemli, heyecan verici kentine – Hindistan’dan bir gün atılacak olursam, yaşamaktan mutlu olacağımı sandığım dünyanın diğer tek kentine, İstanbul’a – imrenerek bakınırken, Koray bana kentte bir leke gibi aniden peydahlanmış beyaz bereli delikanlıları gösterdi. Delikanlıların Hrant’ın yaşamına son veren çocuk–katille dayanışma içinde olduklarını göstermek için beyaz bere taktıklarını anlattı, çünkü katil Hrant’ı öldürdüğü sırada beyaz bere takıyormuş.
Suikastın hem Hrant’ı cezalandırmak hem de bu ülkede onun sadece söylenemez olanı söyleme değil, düşünülemez olanı düşünme cesaretinden ilham almış olabilecek olanlara gözdağı vermek için yapıldığı açık.
Doksan yıl sonra Hrant Dink’i öldüren ve yaptığıyla iftihar ederek sırıtan katilin ateşlediği kurşunun mesajı buydu. Türk devletinin görüşüyle uyuşmamaya cüret eden Orhan Pamuk, Elif Şafak ve diğerlerinin aldıkları ölüm tehditlerindeki mesaj budur. Hrant Dink öldürülmeden, Türk Ceza Yasası’nın Türklüğü alenen aşağılamayı suç sayan 301. maddesinden üç kez yargılandı. Bu mahkemelerin her biri, Türk devletinin Türkiye’nin faşist hareketine gönderdiği, Hrant Dink’in meşru bir hedef olduğuna dair işaret oldu.
Gerçeği söylemek Türklüğü nasıl aşağılayabilir? Türklüğün ne olduğunu sınırlamaya ve tanımlamaya kimin hakkı var? Hrant Dink susturuldu. Fakat onun öldürülmesine sevinenler bilsinler ki yaptıkları geri tepti. Sessizlik yerine büyük bir gürültü yarattı. Hrant’ın sesi artık ne kurşunlarla, ne hapis cezalarıyla ne de hakaretlerle bir daha asla susturulamayacak bir haykırış haline geldi. O ses haykırıyor, fısıldıyor, bozgundan sonra toparlanan bir ordu gibi yeniden toplanan ezici sessizliği paramparça ediyor. Dünyanın Anadolu’da doksan küsur yıl önce olmuş bir şeyi merak etmesine yol açıyor. Hrant’ın düşmanlarının gömmek istedikleri şeyi. Unutmak istedikleri bir şeyi. Evet… Kendi adıma, ilk tepkim 1915 hakkında bulabildiğim her şeyi öğrenmek, tarih okumak, tanıkları dinlemek oldu. Bu olay olmasa yapmayabileceğim şeyleri yaptım.
Şimdi bu konuda bir fikrim var, bilgiye dayanan bir fikrim var, ama dediğim gibi, buraya size bunları anlatmaya gelmedim. Beyaz berelilerle savaş benim savaşım değil, sizin savaşınız. Benim kendi ülkemdeki başka türlü beyaz bereliler ve meşale taşıyıcılara karşı verecek kendi savaşlarım var. Bugün size bunlardan bahsedeceğim. Çünkü bu savaşlar birbirinden o kadar da farklı değil. Ama yine de çok önemli bir fark var. Türkiye’de suskunluk, Hindistan’da ise kutlama / övgü var, hangisi daha kötü gerçekten bilemiyorum. Zaman zaman suskunluğun utanca, utancın da vicdana işaret ettiğini düşünüyorum. Bu fazlaca saf ve cömert bir yorum mu? Belki. Ama neden saf ve cömert olmayalım ki? Övgü ve kutlama yoruma yer bırakmıyor. Ne ise o.
1961’de Hindistan’ın Kerela eyaletinde doğan Arundhati Roy, Delhi Mimarlık Okulu’nda okudu. Mimar olmak istemeyen Roy, aldığı bursla İtalya’ya gitti ve anıt restorasyonu üzerinde çalışmaya başlarken yazarlık yönünü keşfetti. Çeşitli dizi ve film senaryoları yazdıktan sonra, kendi çocukluğundan esinlenerek 1997’de “Küçük Şeylerin Tanrısı” isimli ilk romanını yazdı. Bu romanla birlikte İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker’ı aldı ve böylece bu ödülü alan ilk Hintli kadın oldu. Roy, 2002’de Lanan Kültürel Özgürlük Ödülü, 2004’te ise, Sydney Barış Ödülü’nü kazandı. 2005’te Irak Dünya Mahkemesi adlı küresel girişim nedeniyle İstanbul’da bulunan savaş karşıtı yazar Arundhati Roy’un Türkçe yayımlanan eserleri: Küçük Şeylerin Tanrısı (Can Yayınları 1997), Sonsuz Adaletin Muhasebesi (Everest Yayınları 2002), Sokaktaki İnsanın İmparatorluk Rehberi (Agora Kitaplığı 2004), Ya Çek Defteri Ya Cruise Füzesi (Agora Kitaplığı 2004).