Çin ve Hindistan’a dair gıda krizi efsaneleri

Nıvart Taşçı

2000’de, “açlık çağının” ilk yılında başlayan gıda fiyatlarındaki artış, birkaç yıl içinde korkunç seviyelere ulaştı. 2008’in ilk üç ayında Asya ülkeleri ikiye katlanan pirinç fiyatlarıyla sarsıldı. Buğday fiyatları geçen yıla kıyasla yüzde 130 arttı. Aslında, artış, yemeklik yağdan sebze ve meyveye, süt ürünlerinden ete, tüm temel besin maddelerinin fiyatlarında yaşandı. Önce kuraklık suçlandı, sonra Çin ve Hindistan sorumlu tutuldu, üretim azaldı dendi… Oysa istatistikler, gelişmiş ülkelerin hükümet temsilcilerinin ağızlarından düşürmediği bu sözlerin gerçeği yansıtmadığını gösteriyor.

1961’den bu yana dünya hububat üretiminin üç kat, buna karşılık nüfusun iki kat artmış olması, nüfus ve tüketim arasında kurulan kaba bağlantılara engel olmadı. Nitekim geçen yıl hububatta bir önceki yılın yüzde 4 üzerine çıkan küresel üretimin yarısından fazlası hayvan yemi ve biyoyakıt üretimine gitti. İşte Hindistan ve Çin’in artan nüfusunu suçlamaların hedefi, yani gıda krizinin nedeni haline getiren nokta tam da burası.

ABD Başkanı George W. Bush’un bir ekonomi toplantısında sarf ettiği sözler, kronikleşmiş “üretim nüfusu kaldırmıyor” inancını çok iyi özetliyor. Bush’a göre Hindistan ve Çin’deki nüfus artışı ile yükselen yaşam standartları, orta sınıfın daha fazla et tüketmesine, bu da daha fazla hububatın hayvan yemi olarak kullanılmasına neden oluyordu. Şöyle diyordu ABD Başkanı: “Hindistan’da orta sınıfın nüfusu 350 milyon. Bu, ABD nüfusunu dahi aşıyor. Ve gerçek şu ki, zenginleşmeye başladıkça, daha fazla ve daha iyi beslenmek istersiniz. Talep artınca fiyatlar da yükselmiş oldu.”

Çinli tükettiğinden fazlasını üretiyor

İstatistikler 1990’dan bu yana yüzde 16’lık nüfus artışı yaşayan Çin’de domuz, tavuk ve sığır eti tüketiminin yüzde 142 arttığını gösteriyor. Diğer yandan Tennesse Üniversitesi’ne bağlı Tarım Politikaları Analiz Merkezi tarafından yayınlanan bir çalışma, son 7 yıldır net et ihracatçısı olan Çin’deki bu artışa üretimdeki artışın da eşlik ettiğini gösteriyor.

Hayvan yemi olarak mısırın kullanıldığı Çin’de mısır ekimine ayrılan alan 1990-2007 arasında 21.4 milyon hektardan 28 milyon hektara çıkarıldı. Aynı dönemde hektar başına 4.5 ton olan rekolte düzeyi 5.2 tona ulaştı. Yem olarak kullanılan mısır miktarını 53 milyon tondan 103 milyon tona çıkaran Çin, bütün bu süreçte azalarak da olsa mısır ihraç etmeye de devam etti. 1999’da üretimin yüzde 97’sini ihracata ayırırken 2000’den itibaren ihracat oranını kademeli olarak azalttı. 2007 itibariyle üretilen mısırın sadece yüzde 21’i dışarıya satılıyor.

Çin’de et üretiminin arttığı, buna karşılık daha fazla hayvan yemi –yani hububat- tüketildiği doğru. Fakat Birleşik Devletler Tarım Bakanlığı’nın Çin’in 2005’te tüm mısır ihtiyacını dışarıdan karşılayacağı, bunun büyük bir kısmının da ABD’den geleceği yönündeki tahmini bütünüyle yanlışlanmış oldu. Çalışmaya göre, Çin’in 1994 ve 1995’deki ithalat verilerini gelecek 15 yıla genelleyen ve bunu yaparken ülkenin üretim potansiyelini hesaba katmayan Tarım Bakanlığı hikâyeyi yanlış bir şekilde kurgulamış oldu. Bunlara rağmen Çinlilerin mısırlarımızı yediği zannı gıda krizi tartışmalarından silinebilmiş değil.

Neo-liberal politikalar hem toprağı hem hayatları alıyor

Başkan Bush’un propagandasını yaptığı “büyüme mitinin” asıl ayağını Hindistan oluşturuyor. Son birkaç yılda ekonomisi yüzde 9 büyüyen Hindistan’da nüfusun büyük bir kısmı açlık ve yetersiz beslenmeyle mücadele ediyor. Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikalarının yoksullaştırdığı ve topraksız bıraktığı Hindistan’da kişi başına düşen tüketim 1991’de yıllık 177 kg iken (günlük 485 gr) bugün 152 kg’a (günlük 419 gr) düşmüş durumda.

Nüfusun yüzde 77’sini oluşturan 836 milyon Hindistanlı, günde bir doların yarısıyla geçiniyor. Yoksullukla başbaşa giden ekonomik büyüme sürecinde bugün gelinen nokta kapkara bir tablo ortaya çıkarıyor. Hindistan’da her yıl bir milyon çocuk açlık yüzünden ölüyor. Artan yoksulluğun bir diğer trajik sonucu ise 1997-2005 arasında sayıları 150 bini aşan “çiftçi intiharları”. Özel sektörün ve yabancı sermayenin ülkeye girişini kolaylaştıran serbest piyasa politikaları, küçük çiftçinin hem toprağını hem umudunu almış gibi görünüyor.

Başta buğday olmak üzere tarımsal üretimin ihracata yöneltilmesini, ithalata yönelik gümrük vergilerinin yüzde 60’lardan yüzde 5’lere çekilmesini ve çiftçilere uygulanan devlet desteğinin geri çekilmesini buyuran “dünya pazarına entegrasyon” politikaları bir zamanların buğday ihracatçısı Hindistan’ı dünyanın en büyük buğday ithalatçısı durumuna düşürdü. Söz gelimi 2007’de buğday üretiminin 70 milyon tonu aşmasına rağmen ABD’den piyasa fiyatının iki katına ithal edilen 1.8 milyon ton buğday, yoksul halkı yerli buğday ve buğdaylık un fiyatlarını karşılayamayacak noktaya getirdi.

Hindistan’da geçimini doğrudan veya dolaylı yollardan tarımdan sağlayanların nüfusu 650 milyonu buluyor. Diğer yandan durum tüketim patlaması yaşadığı ileri sürülen orta sınıf açısından da iç rahatlatıcı değil. İşlenmiş ve hazır gıda şirketlerinin ülkede giderek yaygınlaşması, orta sınıfı da kötü beslenme sorunuyla karşı karşıya bırakmış. Hindistan artık beslenmeye bağlı şeker hastalığının en fazla görüldüğü ülke durumunda.

Sonuçta kuraklık ve talep artışının gıda kriziyle ilgisini kimse inkar etmiyor. Fakat tüm dünyada temel gıda maddelerine ulaşamayan yaklaşık 850 milyon insanın yüzde 80’ini küçük çiftçilerin oluşturduğu; bir zamanlar kendi kendini besleyebilen gelişmekte olan ülkelerin yüzde 70’inin bugün net tarımsal gıda ithalatçısı durumuna düştüğü göz önünde bulundurulursa, asıl masaya yatırılması gerekenin hatalı tarım politikaları olduğunu görmek kaçınılmaz hale geliyor.