Ortada bir demokrasi meselesi var. Normal. Dünyanın en demokratik ülkelerinde de çeşitli düzeylerde ve konularda böyle meseleler var. Bizim karşı karşıya olduğumuz durumun (AKP’nin ve tabii DTP’nin de kapatılması davası) ayırt edici, bize özgü yanı, bu demokrasi meselesinin, mücadelesinin “iki” tarafının da demokrat olmaması. Demokrasi tarafındaymış gibi görünen AKP’nin de demokrat olmadığını söylüyorum, birçok başkaları gibi. (“Başbakan neden bazan güzel konuşuyor?”, 19 Mart 2008, Medyakronik ve iyi bir anlatım için “AKP’ye kapatma dersleri”, Ahmet Altan, Taraf, 20 Mart 2008)
Fakat ihmal edilemeyecek, AKP’nin ihmal etmemesi gereken bir şey daha var: Sözünü ettiğimiz bu tarafta gerçekten demokrat, özgürlükçü olan bir “kitle” de hadi grup diyelim, var. Dolayısıyla, AKP’nin kapatılması davası, AKP’ye rağmen bir demokrasi meselesi. Yani, kendi kabahati de var diye, bir çocuğun eli silahlı başı külahlı birileri tarafından dövülmesine seyirci kalamayız. Buna engel olacağız ve böylece kavga ortamını bertaraf edeceğiz; aynı zamanda dayaktan kurtardığımız çocuğu da terbiye edeceğiz.
İkincisi, daha önceki birçok olay gibi, bu dava da bu ülkenin bütün kurumlarının çürümüş olduğunu, tıkandığını, demokrasinin bırakın işletilmesini, tesis edilmesini sağlama bakımından birer engel olduğunu ortaya koydu.
Mış gibi yapmayalım
İşleyen bir demokrasi ve hukuk düzeni varmış gibi yapmayalım. Yok. O işlermiş gibi görünen yapılar, kurumlar –yargı, yasama, yürütme, YÖK ve üniversiteler, emniyet teşkilatı, yerel yönetimler, vs- anakronik kaldı. Bu yüzden, bütün kurumları silkelemek, reforme etmek gerekiyor ve Anayasa Mahkemesi de bundan muaf değil, olmamalı. En son, cumhurbaşkanlığı seçimindeki 367 kararı yeterli gerekçedir. Şu anda ortada duran mesele sadece AKP’nin kapatmadan sıyrılmasına odaklanırsa –ne yazık ki AKP buna odaklanmış görünüyor-, hiçbir sonuç alınamaz, bu süreç de zaten “demokrasi meselesi, mücadelesi” olarak nitelenemez. Demek ki, topyekun bir demokrasi seferberliği ve 1980’lerde merhum İdris Küçükömer’in gerçekleştirmek için didindiği, ama maalesef başaramadığı bir “demokratik misak” gerekiyor.
Bunun için, AKP’nin Anayasa’da kendisini kurtaracak tadilat yapmasına sadece başka bir Anayasa hükmü cevaz vermediği için değil, bir ilke ve daha büyük bir dönüşüm için izin verilmemeli. Sadece AKP’nin kapatma davasından sıyrılması, hem bu partiyi hem de düzenin kendisini daha büyük bir bela haline getirmekten başka bir işe yaramaz.
Dolayısıyla, bu kapatma meselesi karşısında dik ve dikbaşlı durmak, uzlaşmacı olmamak gerekir. Bütün uzlaşmalar mevcut kokuşmuş düzenin devamını sağlayacak. Demokrasi güdüklüğü yüzünden bu sorunla karşı karşıyayız ve yine demokrasi güdüklüğü yüzünden bu toplumun karşı karşıya kaldığı başka bir durumdan örnek vermek açıklayıcı olabilir.
Darbecilerin en büyük korkusu
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Yassıada’ya kapatılan Demokrat Partililer, birkaç istisna dışında, adadaki askeri yönetimin aşağılama, yıldırma, ezme hamlelerine karşı hatırı sayılır bir karşı koyuş, bir tavır göstermedi. Sadece DP’lilerin anılarından bile başka bir sonuç çıkmaz. O anıları okurken bunu fark etmek beni şaşırtmıştı. Bir siyasi hareketin bu yönde ortak bir direnç göster(e)meyişi dikkat çekiciydi. Şüphesiz birçok açıklama getirilebilir; bunlara girmiyorum şimdi. Devlet eliyle işlenmiş cinayetlerle sonuçlanan trajik sonucu biliyoruz.
27 Mayıs darbecilerinin açık açık anlattığı başka bir şey daha var: Korkuyorlar. Mahkeme safhasındaki en büyük korkuları da DP’lilerin özellikle Celal Bayar ve Adnan Menderes’in mahkemeyi reddetmesi. İşte o “bebek” ve “at” davasını sadece bu ihtimalin önüne geçmek için icat ediyorlar. Milli Birlik Komitesi genel sekreteri Orhan Erkanlı, DP’lileri kişisel olarak yaralayacak ve tam da bu yüzden savunma yapmaya itecek, böylelikle de fiilen mahkemeyi tanımış olmalarını sağlayacak bir yöntem olarak duruşmaların o davalarla başlatıldığını anlatıyor. “Mahkemeyi reddetselerdi ne yapacağımızı bilmiyorduk” diyor. (Anılar… Sorunlar… Sorumlular…, Orhan Erkanlı)
Darbecilerin korktuğunu gösteren bir başka örnek de, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edileceği gün İstanbul’da, tarihinde ilk defa, hiçbir polisiye vakanın, basit bir hırsızlığın bile yaşanmaması. Halkın büyük bir tepki vermesinden ölesiye korkulduğu için meydanından en küçük sokağına kadar İstanbul’un heryerinde sıkı güvenlik tedbirleri alınmıştı çünkü. (Tansel Çölaşan’ın geçenlerde bu konuda söylediklerini darbecilerin anıları bile yalanlıyor.)
“Sivil” unsurlar devrede
Ama korkanlar sadece darbeciler değildi. Halk da korkuyordu. Evet, darbe çok önceden planlanmaya başlamıştı, ama DP’liler seçime gitseydi, genel kanıya göre, bunun önüne geçebileceklerdi; ya da en azından denenebilecek en makul şey buydu. (Dikkat çekici bir uyarı için, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Ali Fuad Başgil) Ama durum şimdi tamamen farklı. AKP seçimden yeni çıktı ve gayet iyi çıktı. Türkiye çok değişti, ama yapısal olarak değişmeyen hâlâ pek çok kurum ve durum da var. Yine de halk değişti, dünya dramatik biçimde değişti. Kim ne derse desin, ordu darbe yapabilecek durumda değil (ABD desteği olmaksızın asla!), zaten bu yüzden “sivil” unsurları devreye sokuyorlar. Eskiden, sivil unsurları darbeden sonra devreye sokuyorlardı. Yüzde 47 veya daha fazlası demokrat olmadı maalesef, ama halk da dünyayla beraber değişti. Onun için düpedüz askeri darbenin dışındaki manivelalar kullanılıyor.
Kısacası, korkuyorlar. Demokrasiden korkuyorlar, özgürlüklerden korkuyorlar, AB’den korkuyorlar, Kürtten, Ermeniden, Hıristiyandan, çok ses çıkmasından, dünyadan, kendi insanından korkuyorlar.
Daha fazla demokrasiden başka çare yok. AKP’nin kendi kurtuluşu için de. Peki, AKP buna önayak olabilecek mi? Onu oraya iteklemek, çekmek lazım. Bir demokratik misak oluşturmanın ve gerçek bir demokratikleşmenin tek yolu bu. AKP daha kapsamlı bir değişikliğe, özgürleşmeye hazır olmalı. Hazır mı?