İlknur Aydoğan
Erdal Koç, aşçılar diyarı diye bilinen Mengen’den değil, Sivaslı. Ailesinde hiç aşçı yok, aşçı olmasının özel bir nedeni de yok. Elinin yatkınlığını, “Biz 5 erkek çocuk olduğumuz için annemiz bizi kız gibi kullandı. Ağabeyimi bulaşığa sokardı, bana domates doğratırdı. Evde alışmıştım artık” diye açıklıyor. Aşçılık serüveni 13 yaşında başlamış Koç’un. Ortaokulu bıraktığı gibi başladığı garsonluğu bir yıl sürdürdükten sonra tüm hayatının rotasını çizecek olan mutfağa girmiş. Çankaya’da İtalyan mutfağını, Bodrum ve Marmaris’teki 5 yıldızlı otellerde de dünya mutfağını tanımış. Askerde de aşçılık yaptıktan sonra döndüğü Ankara’da diplomasi soslu yemek serüvenine başlamış. “Dışişlerinden aşçılık teklifi geldi. Denediler ve kabul ettiler beni. Evli değildim o zaman. Tek başıma Şam’a gittim, 20 ay çalıştım. Sonra evlendim, eşimi de götürdüm yanımda. 4,5 yıl çalıştım orada. İlk oğlum da orada doğdu zaten.”
Büyükelçilikte aşçı olmak
Büyükelçilikte aşçı olmak kulağa kolay bir iş gelse de öyle olmadığını anlatıyor Koç. “Bir büyükelçi ve eşi var. Her gün sabah akşam yemeklerini yapıyorsunuz. Bunun dışında diğer ülkelerin büyükelçileri yemeğe gelir. Türkiye’den profesörler, doktorlar, bakanlar, cumhurbaşkanı gelir. Mönü nasıl oluyordu? Gelen isimlerin sıfatına göre yemek belirliyorsunuz. Bakanın önüne tavuk yemeğini koyamazsınız. Balık veya bonfile yapıyorsunuz. O insan bir defa geliyor. Mönüyü önceden hazırlıyorum. Büyükelçiye bir sunum yapıyorum. Önden kanepeler, börek türü, sonra ana yemek, yakılmış kemik soslu bonfile, zeytinyağlılar, ardından da kahveler ve tatlıları verirsiniz. Kolay değildir yani.”
Ankara’ya izine geldiği bir gün Dışişlerine uğradığında yeni rotası da belli olmuş Koç’un: Zagreb Büyükelçiliği… “Gittiğimde 20 Ekim’di, 29 Ekim’de 500 kişiye yemek yaptım. Tek başıma, 4 gün sabah akşam çalışarak yemek yetiştirdim. Eşimi Türkiye’de bıraktım, düzeni kurduktan sonra onları da götürdüm. 26 ay Zagreb’de çalıştım ama hayat orada zordu. Savaştan çıkmış bir ülke, hayat şartları kötü. Havası çok kötüydü, temizlik, oksijen açısından süper ama sürekli soğuktu.”
Büyükelçi zoruyla Pekin
Zagreb Büyükelçisi Daryal Batıbay çok sevmiş Erdal Koç’u ve tabii ki yemeklerini. Öyle ki, Pekin’e büyükelçi olduğunda onu da yanında götürmüş. Hem de Koç’un pek niyeti olmamasına rağmen. “Beni bırakmadı Daryal Bey. ‘Ben Pekin’e gidiyorum, seni bırakmak istemiyorum, eşini de yanına aldıracağım, çocuğu da orada okula verirsin’ dedi. Ben ‘yok, gelmek istemiyorum’ dedim. Bu kadar sene çalıştım, artık oradan oraya, yapamam. ‘Peki’ dedi.”
Yaz mevsimi o zaman. Koç, ailesiyle birlikte Türkiye’ye dönmüş. Aklının bir köşesinde kendine bir yer açmak varmış. Ankara’da ev tutulmuş, eşyalar döşenmiş. Ailesini yerleştirdikten sonra Zagreb’e dönmüş mecburen. 3 yıllık sözleşmesi var, onu doldurmak zorunda. Büyükelçi yılmamış, “Ben seni Pekin’e götüreceğim” diyormuş ısrarla. “Bu kez teklifi düşünmeye başladım. Biraz cazip gelmeye başladı. Eşinizle beraber çalışacaksınız. Gideceğiniz yerde eviniz, eşyanız var. Kazancınız çok çok iyi. Ama yine de tamam demedim. Sonra bir gün Pekin’e gideceğimi anlatan bir telgraf geldi. ’Nasıl olur’ dedim. Ben yazı yazmadım, dilekçe vermedim. Büyükelçiye ‘Bu ne? Kim yazdı, imzaladı?’ diye sordum. Büyükelçi de kendisinin yazıp, imzaladığını söyledi. ‘Siz benim imzamı nasıl atarsınız?’ dedim tabii. Ama sonrasında kendimi Pekin’de buluverdim. 8 yıl kaldık orada. İkinci oğlum da orada doğdu. Sars hastalığı patladığında hamileydi eşim. Maskelerle geziyorduk. Şimdi gülüyoruz halimize ama. Zor, korkulu zamanlardı. Türkiye’nin sebzesi daha iyi. Çin’de Türk yemeği yapıyorsunuz ama her malzemeyi bulamıyorsunuz. Bir yemek için 5 ayrı marketten malzeme aldığımı biliyorum. Konserveyle iş olmuyor.”
Çinlilerin yemek yeme tarzını hiç beğenmemiş Koç: “Önce pilav alırlar, üstüne tatlı koyarlar. Çorbayı kafaya dikerler. Ağızlarını şapırdatarak yerler.”
“Çocuklarım aşçı olmasın”
Pekin’i ailecek sevmişler. Eşi Sevgi Koç anlatıyor: “Akşamları yürüyüşe çıkıyorduk. Kadınlar rahat rahat gezebiliyor akşamları. 23.00’te bisikletlere binip turlayabiliyorduk. Pekin’in hızlı bir hayatı var. Ayrıca, hayat çok ucuz.”
Erdal Koç Çinceyi anlaşacak derecede konuştuğunu söylüyor. Arapçayı ve Hırvatçayı anlıyor ama konuşamıyor. Şimdi de Fransa’ya gidecek olan Koç için çocukların çok dil bilmesi de önemli; “Biz okumadık, kendi kendimizi geliştirdik. Ben büyükelçileri tanıdıktan sonra onların çocuklarına neler verdiklerini gördüm. Fransa’ya gidersem, büyük çocuk İngilizce biliyor, küçük Türkçeden çok Çince konuşuyor, iki çocuğumu da Fransız okuluna vereceğim. Belli yaşa geldikten sonra Türkiye’de güzel hayatları olur. Çocukları biz bir yere kadar getirdik derim, ben yapamadım onlar yapsın.”
Çocuklarının aşçı olmasını istemiyor Erdal Koç, “asker olsunlar” diyor, “olabiliyorlarsa büyükelçi olsunlar” diyor bir de. 4 yaşındaki küçük oğlu “Ben yemekçi olacağım” diyor. Eğer dikkatli dinlemezseniz dediğinden bir şey anlaşılmıyor. Çünkü hem araya Çince kelimeler sıkıştırıyor hem Türkçe konuşsa da seste hep bir Çince tınısı mevcut.
Erdal Bey röportaj esnasında sürekli “şu yemeği biliyor musunuz?”, “hiç duydunuz mu?”, gibi sorular soruyor. Tarifler anlatıyor. Kendisi o kadar afili yemekler yapsa da en sevdiği şey kahvaltı. “Bana bir simit, iki parça peynir yeter.” Bu yüzden Türkiye’ye her geldiklerinde valiz dolusu peynir, 10 kilo çay, zeytin götürüyorlarmış. Aşçılığın zor bir meslek olduğunu söylüyor Koç. Ama bu yaptığı işten keyif almasına engel değil. Hâlâ yemek kitapları alıyor, internetten tarifler buluyor. “Bu mesleğin sonu yok. Sayı saymak gibi bir şey. Nereye kadar sayabiliyorsanız.”