Nıvart Taşçı
Rusya’nın, zirai kalıntı var diye Türkiye’den sebze ve meyve alımını durdurması, yıllık yaklaşık 500 milyon dolarlık bir ihracat gelirinden mahrum bırakacağı için bir kriz olarak algılandı. Hükümet seferber oldu, gazetelerin ekonomi sayfaları ısrarla takip etti. Nihayet Salı günü iki ülke mutabakata vardı ve sorun çözüldü.
Fakat daha vahim bir sorun yine göz ardı edildi: Biz ne yiyoruz? Yurt içinde tükettiğimiz yaş sebze meyvede zirai kalıntı var mı?
Hem de nasıl! Ziraat Mühendisleri Odası yönetim kurulu üyesi Özden Güngör’ün verdiği bilgiye göre, kanserojen etkiye sahip olduğu tespit edilmiş olan ve büyük oranda çevre kirliliği yaratan 137 kalem ilaç Türkiye’de hâlâ ruhsatlı şekilde satılıyor. Bunların 75’i zirai mücadele amacıyla kullanılan ilaçlar. AB ülkelerinin söz konusu ilaçların kullanıldığı ürünleri ithal etmeye yanaşmaması, ürünlerin iç piyasaya akmasıyla sonuçlanıyor.
Evet, durum bu kadar vahim, ama seferber olan kimse yok. Tüketici de buna alışmış durumda; kıvırcık salatanın dış yapraklarını atın, çünkü ilaç kalıyor üzerlerinde veya domatesleri sirkeyle yıkayın gibi tavsiyelerle yetiniliyor.
Bu alanda da esaslı bir denetim mekanizması yok ve kimse de talep etmiyor. Türkiye’den gıda malları alan ve kendi vatandaşlarının ne yiyeceğini düşünen ülkeler hariç. Kamu otoritesi, kendi halkı için bir şey yapmaya niyetli görünmüyor.
Rusya tehdit edince Türkiye adım attı
Nitekim, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın zirai ilaç denetimleri konusunda harekete geçmesi için de, Rusya’nın, gerekli hassasiyetin gösterilmemesi halinde yasağın kapsamını genişleteceğini ve Türkiye menşeli ürünlerin geçişine izin veren ülkelere ciddi yaptırımlar uygulayacağını bildirmesi gerekti.
Bakanlığa bağlı Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü, Türkiye’de üretilen taze sebze ve meyveye zarar veren hastalıklara, zararlı ve yabancı otlara karşı kullanılan bitki koruma ürünlerinin “Zirai Mücadele Teknik Talimatları” doğrultusunda kullanılmasını sağlayacak bir taslak hazırladı.
Buna göre, her üreticiye bir barkod verilecek. Üreticiler, gübre dâhil, üretimde kullandıkları her türlü ilaç ve kimyasalı, kullanım tarihleriyle birlikte deftere kaydedecek. Önceden, kimyasal ilaç kullanımı konusunda gönüllülük esasına göre yürütülen kayıt sistemi, tüm üreticiler için zorunlu olacak. Taslakla sebze ve meyveyi toptan veya perakende satanlar ile ihracatçılara ve zirai ilaç alanlara da sorumluluklar getirilecek. Sorun çıkan ürünlerde geriye dönük bir izleme sağlamayı hedefleyen bu sistem, olumlu bir adım sayılsa da, çok yetersiz.
İlaç ruhsatlarındaki laçkalık
Barkod sisteminde üreticinin istenen kaydı yapıp yapmayacağı veya ne şekilde yapacağı meçhul. Ziraat Mühendisleri Odası zirai mücadelede kullanılan ilaçların reçeteli olarak, eğitimli kişiler tarafından satılması gerektiği görüşünde. Bakanlığın, tarımsal gıda piyasasının büyük işletmecilerine getirdiği isteğe bağlı “tarım danışmanlığı” hizmeti de, aslında bu yönde atılmış bir adım olarak görülebilir. İlaç kullanımı konusunda kontrol ve tavsiyelerde bulunabilecek bu gibi yetkili kişilerin “neden zorunlu tutulmadığı” ise merak konusu.
Gıda şirketleriyle üreticiler arasında, tüm üretim koşullarını şirketlerin belirlediği “sözleşmeli üreticilikten” veya küçük ölçekli üretime devam edilen bölgelerde kol gezen tarım ilacı satıcılarından bahsetmeden, zirai mücadele meselesini anlamak mümkün değil.
Bir zamanlar dağıtımı devlet kontrolünde gerçekleştirilen tarım ilaçları, artık herhangi bir yasal kısıtlama olmaksızın satılabiliyor. Serbest piyasa kurallarının tarıma da uygulanmasıyla, aynı ilaçların ucuz ve kalitesiz muadilleri piyasada kol geziyor.
Ziraat Mühendisleri Odası yönetim kurulu üyesi Özden Güngör de bu soruna dikkat çekiyor: “Türkiye’de ilaçları ‘emsalden ruhsatlanmak’ dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar kolay.” Yani, büyük ilaç firmaları tarafından üretilmiş ve 10 yıllık patent süresi dolmuş ilaçların aktif maddelerine ve oranlarına sahip muadilleri –genellikle Çin malı— özellikle yerli firmalar tarafından tercih ediliyor. “Aynı ilaç 10 dolara da, bir dolara da satılıyor. Yerli firmalar gidip bir dolarlık, kalıntı bırakan kalitesiz ilaçlardan alıyor; ruhsatlandırma sürecinde de hiçbir güçlükle karşılaşmıyorlar. Hâlbuki, ruhsatlandırırken ilaçların kimyasal ve fiziksel özelliklerine de dikkat etmek gerekiyor.”
İlaç ruhsatlarındaki laçkalık
Kamunun, üretimin hiçbir aşamasında söz ve karar hakkı bulunmayan çiftçinin kullanacağı ilaç veya gübre konusunda inisiyatif sahibi olmaması da bir başka etken. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Abdullah Aysu bu durumu şöyle anlatıyor.
“24 Ocak 1980 kararları sonrasında, Tarım Bakanlığı’na bağlı tüm kurmay birimler kapatıldı. Kamuyla ve elindeki tohumla bağı koparılan çiftçi için geriye kalan tek seçenek artık sözleşmeli üreticiliktir. Bu modelde çiftçiyi çalıştıran şirket tohumundan gübresine, ilacına kadar her şeyi kendi sağlıyor. Ne zaman ve ne kadar ilaç kullanılacağına da bu firmalar karar veriyor. Dolayısıyla piyasaya sürülen ürünün sağlıklı olup olmadığı çiftçinin sorunu olmaktan çıkıyor. Çünkü üretim sürecinde söz ve karar sahibi olan çiftçi değil.”
Sözleşmeli üreticiliğin dışında kalan küçük üreticinin zirai mücadele yolu ise şirketlere bağlı gezgin satıcılardan geçiyor. Hangi bölgede ne çeşit böcek bulunduğuyla ilgili araştırmalar yapan, özel bayilerde satılan tarım ilacını reçeteyle veren Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü ve Zirai Mücadele Genel Müdürlüğü’nün 1980 sonrasında kapatılmasıyla meydan özel eğitimli şirket temsilcilerine kalmış görünüyor.
Türkiye’de şu anda yaklaşık 4700 ilaç bayii bulunuyor. Bunların sadece yüzde 40’ını ziraat mühendisliği eğitimi alanlar oluşturuyor. Neyse ki, Tarım Bakanlığı, geç kalmış bir adım atarak, 1 Ocak 2009’dan itibaren ilaç bayilerine ziraat mühendisliği eğitimi almış olmaları şartını koşuyor.
Yine de, bu, yeterli bir tedbir sayılamaz. Çünkü iyi işleyen bir kamu denetiminin olmadığı bugünkü durumda, ne kadar çok ilaç satarsa o kadar çok prim alacak olan şirket temsilcileri etkili oluyor. Atılacak ilaca, oranına ve zamanlamasına karar veren çiftçi değil, gezgin satıcı!
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Aysu, “Bir yıl o ürünün üzerine titremişim; bana söylenen ilacı almak zorundayım. Sırtımdaki ceketi satmam veya kredi almam gerekse de alacağım. Çünkü başka bir geçim kaynağım yok. Kamu, insan ve toprak sağlığıyla ilgili görevini yapmıyor. Toprağın ve bitkinin yönetimi kontrolden çıkmış vaziyette” diyor.
Firmalar isim değiştirip işe devam ediyor
Aslında, kalıntı sorunu, kullanılan ilaçların miktarından veya niteliğinden çok, zamanlamasında patlak veriyor. Söz gelimi, serada yetiştirilen salatalığın, ilacın kullanılmasını izleyen 10 gün içinde hasat edilmemesi gerekiyor. Çünkü bitkinin ilacı üzerinden atması, tüketime uygun sınır değerlerine düşmesi en az 10 gün alıyor. İşte, Rusya’nın “ilaç kalıntısı” dediği durum tam da bu kritik noktada, üreticinin sebzesini hasat zamanını beklemeden toplamasına neden olan koşullar zincirinde ortaya çıkıyor.
Artık iyice yaygınlaşan sera üretiminin getirdiği paralel sorunlar da var. Uzmanlar, sera koşullarında nem oranı ve sıcaklığın yüksek olmasına bağlı olarak hastalıkların daha fazla görüldüğünü, dolayısıyla zirai mücadelenin şart olduğunu belirtiyor.
Türkiye’de ihraç edilecek tarım ürünlerini denetleyen altısı özel, 11 kalıntı analiz laboratuarı var. Tarım Bakanlığı’nın denetimleri sonucunda yeterli donanıma sahip olduğu düşünülen laboratuarlar, hasat edilen ürünün belli partilerinden aldıkları numuneleri, ihraç için belirlenen sınır değerleri açısından kontrol ediyor.
Fakat, analiz laboratuarlarının bulunması, adamakıllı bir denetim mekanizması olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim, bizzat kalıntı denetiminden sorumlu yetkililer bile, piyasaya kirli ürün sürdüğü tespit edilen üreticilere herhangi bir yaptırım uygulanmadığını, firmaların en kötü ihtimalle isim değiştirip aynı ürünleri satmaya devam etmekte çözüm bulduğunu söylüyorlar.
Küçük ve dağınık yapıdaki üretim alanları da Türkiye’deki kontrolleri zorlaştıran bir diğer etken olarak gösteriliyor.
Sonuç olarak, bir kısmı kanserojen olan ilaçlar, denetimsizlik, kâr etme telaşı ve kendi tarlasında maraba ile köle arası bir konuma düşürülen çiftçinin hayatta kalma çabası biraraya gelince ortaya çıkan tablo bu. Barkod sistemi ve sirke seferberliği bu meseleyi çözemeyecek.