‘Ergenekon kaçırılmış bir fırsattır’




İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin Bilgi Genç Haber Ajansı’ndeki gönüllü çalışmalarıyla hazırladıkları Eksiyirmidört dergisinin ikinci sayısı yayınlandı. 2009’da yazdığı Ergenekon Davası’yla ilgili rapor nedeniyle şimşekleri üzerine çeken gazeteci Gareth Jenkins, Ergenekon davasıyla ilgili Eksiyirmidört’e söyledikleri nedeniyle bu davadan çok şey bekleyenlerin yine tepkisini çekecek gibi görünüyor. 20 yıldır Türkiye’de yaşayan Jenkins’in Ergenekon davası dışında Türkiye’deki gazetecilik ve politik ortam üzerine gözlemleri de ilgi çekici noktalar içeriyor…

Emre Temiz

Gareth Jenkins bir gazeteci. Yirmi bir yıldır Türkiye’de yaşayıp gazetecilik yapıyor ancak biz onu 2009’da yazdığı Ergenekon Raporu’ndan sonra tanımaya başladık. Henüz hiçbir yerli gazeteci okumamışken ilk iki iddianameyi okudu ve bunlarla ilgili bir rapor yazdı. Ardından geçtiğimiz sene üçüncü iddianameyi okuyup bununla ilgili bir makale yayınladı. Bu süreç içerisinde çeşitli çevrelerce Ergenekon üyesi olmaktan Mosad ajanı olmaya kadar birçok şeyle suçlandı. Aynı zamanda bir siyasi stratejist olan Jenkins, doksanlı yılların önemli bir kısmını ülkemizin Güneydoğusu’nda geçirdi ve Kürt meselesiyle ilgili araştırmalar yaptı. Basının kendisine yönelttiği söyleşi tekliflerini çoğunlukla geri çeviren Jenkins ile Türkiye’de yabancı bir gazeteci olmayı, Kürt meselesini ve Ergenekon sürecini konuştuk

Genelde Türkiye ve Avrupa medyası, özelde de ülkeniz İngiltere medyasıyla Türkiye medyası arasında nasıl farklar görüyorsunuz?

Avrupa’nın büyük kısmında hükümetler basından korkarlar, Türkiye’de ise ne yazık ki basın hükümetten korkuyor. Bu büyük bir fark. İngiltere’de hangi parti başta olursa olsun basın her zaman onların karşısındadır. Onların bir hatasını yakalamaya çalışır.

Dilin kullanımında büyük farklar var. Editörlerin bu konuda büyük hataları var. Benim editörüm hiçbir zaman “bildirildi, söylendi, yapıldı…” tarzı filler kullanmama izin vermez. Kaynak olarak kimin kullanıldığının çok özel durumlar dışında kullanılması gerekir. Türkiye’de kaynağın kullanılması özel bir durum haline gelmiş.

Diğer bir fark da medya ekonomileri arasında. Türk medyası aristokrat bir yapıya sahip ve köşe yazarları çok yüksek paralar alıyor. Yetki alanları da çok geniş tutuluyor. Bir gün siyaset yazan bir köşe yazarı ertesi gün bir futbol maçı hakkında yazabiliyor. İngiltere’de bu da fazla görülmeyen bir şeydir.

Türkiye’de yabancı bir gazeteci olmak nasıl bir şey?

Biraz garip bir durum. Bazen daha avantajlı oluyoruz. Mesela kolay kolay bizi hapse atamıyorlar ki çok fazla Türk gazetecinin hapiste olduğunu biliyoruz. 1991 yılında Diyarbakır’dayken Hayri Kozakçıoğlu bana bir öğüt vermişti: “İstediğin konu hakkında yazabilirsin ancak bunun Türkiye’de yayımlanmaması gerekir.” Biraz ayrıcılağımız var, bir Türk gazeteci kadar baskı altında değiliz. Ancak bunun bir de diğer tarafı var. Bir Türk gazeteciyi suçlamayacakları şekilde bizi suçlayabiliyorlar. Ergenekon’la ilgili çalışırken önce Ergenekon üyesi olmakla suçlandım. Bu normal aslında ama sonra da Mosad ajanı, İngiliz ajanı hatta CIA ajanı olmakla bile suçlayanlar oldu beni. Belli kişilere ulaşma konusunda ise biraz daha şanslıyız. Başbakana çıkamıyoruz gerçi. Bizimle hiçbir zaman konuşmuyor. İnsanlar bize karşı biraz daha samimi olabiliyorlar.

Sizce Türkiye yabancı düşmanlığının (zenefobinin) yaygın olduğu bir ülke mi?

Bence Türkiye hem zenefobik hem de zenefilik bir ülke. Bir yanıyla çok şizofrenik bir durum bu. Genel olarak yabancı insanlara karşı bir düşmanlık olduğunu söyleyemem ama insanların hoşuna gitmeyen bir şeyler yazdığınızda ilk saldırdıkları şey sizin yabancı oluşunuz oluyor. Ben her şeyden önce bir yabancıyım insanların gözünde.

Biraz siyasete gelelim. “ PKK gibi kurulduğunda Marksist olan ve şimdi de oldukça laik olan bir örgütün, Güneydoğu gibi Türkiye’nin en muhafazakâr bölgelerinden birinde bu derece destek bulabilmesi için Türkiye devletinin bir şeyleri çok yanlış yapıyor olması gerek,” demiştiniz. Bu hatalara örnek verebilir misiniz?

Çok büyük hatalar var ortada. Bunların en önemlisi inkâr politikası. Bir şekilde Kürt kimliğinin inkar edilmesi gibi bir durum vardı ortada. Doksanların büyük bir kısmını Güneydoğu’da geçirdim. Bu zamanlarda dışarıda Kürtçe konuşmak bile yasaktı. Köyünden hiç çıkmamış ve sadece Kürtçe bilen bir kadının durumunu düşünün. Kürtlerin varlığını reddetmek büyük bir hataydı. Bunun bir de şiddet kısmı var tabii. PKK’nin kurulması sonrasında sivil ve askerlerin ölmesi başladı. Hiçbir suçu olmayan masum insanlar da PKK eylemlerinde öldü. Ancak bu zamandan o zamana bakınca devletin tutumunun da oradaki insanları PKK’ye yönlendirdiğini söyleyebilirim. Bu illa ki dağa çıkmak anlamına gelmez. Onlara sempati duymak da bir yönlenme şeklidir. Devletin sorumluluğu burada her şeyden daha öndedir. PKK’yi sevmesem de bunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sizce bu yanlışlar düzeltilebilir durumda mı?

Bence epey geç kalındı. 1990’lara kadar bölge insanı politize bir yapıda değildi. PKK ile birlikte zorla politize oldular çünkü devlet tarafından ötekileştirilmişlerdi. Bunun etkisi altından kalan birden fazla jenerasyon var. Ben de bir azınlığım. Galler kökenliyim ama Galler milliyetçisi değilim. İnsanların ayrı değil birlikte yaşamalarını tercih ederim. Bu yüzden konuya yaklaşımımda daha tarafsız olma şansım var diye düşünüyorum. Bu noktadan sonra Türk Devleti’nin milliyetçi Kürt hareketini durdurması pek de kolay değil. Demokratik Açılım’la AKP daha önce kimsenin denemediği bir şeyi denedi. Deneme şekilleri çok da hoş değildi, yine birçok hata yaptılar ama en azından denediler. Ancak Erdoğan’ın önümüzdeki seçimler için açıkladığı projelerin içinde Kürt sorununa yönelik hiçbir şey yoktu. Bu Türkiye’nin en büyük ve öncelikli sorunu. Çözülmesi imkansız değil ancak giderek daha da zorlaşıyor.

Bu yaklaşımı sadece “hata” diyerek geçiştirebilir miyiz? Bunlar aynı zamanda suç değil mi?

Yasal olarak suç ama aynı zamanda stratejik olarak hata. Az önce konuştuğumuz gibi PKK, Marksist olarak başlamış bir oluşum ve onların ülkenin en muhafazakar yerlerinden birinden destek alması için stratejik olarak büyük hatalar yapmanız gerekir. Yapılan negatif ayrımcılığa baktığınızda devletin suç işlemiş olduğu kanısına da varabilirsiniz.

Bölgede geçirdiğiniz süre içerisinde örgüt üyeleriyle görüşmeniz oldu mu?

Eskiden Güneydoğu’ya gittiğinizde PKK’yi bulmak gibi bir şey söz konusu değildi. İstanbul’daki arkadaşlarım “Dağa çıkıp PKK’yi buldun mu?” diyorlardı. Ama tam aksine eğer gazeteciyseniz onlar sizi bir şekilde buluyorlar. Bir yerlerde çay içerken bile yanınıza gelebiliyor. Benimle konuşan insanları düşünürsek örgütün üyelerinin çoğu da genç diye tabir edilen kesimden insanlardır.

Size yaklaşımları nasıldı?

O zamanlar yabancı gazetecilerle bir araya geldiklerinden onların yazmaları için çok çabalıyorlardı. Günlük Türk medyasında kendilerine yer bulamayacaklarının farkındaydılar. Bu, Güneydoğu’ya gittiğimde yaşadığım en önemli şoklardan biriydi. Bu nedenle yabancı gazetecilerin yazmasını çok istiyorlardı. Tabii sadece Türkiye Devleti aleyhine bir şeyler yazılmasını istiyorlardı. Sanki bir propaganda aracı gibi. Ama bu nedenle hiçbir zaman bir gazeteciyi kaçırmadılar. Ben hiçbir zaman PKK’nin beni bu nedenle hedef alacağını düşünmedim. Yazmanız için ısrarcı olabiliyorlardı ama kimseye bu konuda şiddet uyguladıklarını söyleyemem. Diyarbakır’a ilk gidişimde hava alanından otele gitmek için bir taksiye bindim. Taksicinin bana söylediği ilk şey ise “Kürdistan’a hoş geldin,” oldu. Bir şekilde oradaki insanlar da bu süreci içselleştirmiş durumdaydılar.

Türkiye’deki siyasi kutuplaşma hakkındaki görüşleriniz neler?

Çok tehlikeli bir durumda ve giderek daha da keskinleşiyor. Türkiye’de iki farklı kutuplaşma görüyorum. Birisi İslami kesim ile katı laik kesim arasında, diğeri ise etnik bir ayrım olarak Kürtler ve Türkler arasındaki kutuplaşma. İlk olanı çözmek diğerinden daha kolay gibi görünüyor. Seküler rejim altında İslami kesim kendini baskı altında hissediyordu. Şimdi ise onların temsilcileri iktidarda bulunuyor. Aslında otoriterliğin bir çeşidinin yerini bir başkasına bırakması olarak yorumlayabiliriz bu durumu. Bunun masum ya da çözülmesi kolay olduğunu söylemiyorum; ama bunu çözmek etnik kutuplaşmayı çözmekten daha kolay olur. Zaten etnik kutuplaşma beni korkutan şey. Bu bir ülkeyi ayırabilecek, dağıtabilecek bir şey. Az önce söylediğim gibi bu Türkiye’nin en önemli ve acil sorunu.

Sizce özerklik işe yarar bir çözüm olabilir mi?

Pratikte çok zor. Kürt hareketinin geldiği yere baktığımızda çok keskin çizgiler içinde olduğunu görebiliriz. Sivil itaatsizlik eylemleri de bunun bir göstergesiydi aslında. Mevcut durumda herhangi bir Türk hükümetinin özerkliğe izin vermesi de pek mümkün görünmüyor. Çünkü aynı şekilde Türk milliyetçileri hatta laik kesimin çoğu da bunun karşısında. 2009’da örgüt üyeleri Habur’dan giriş yaptığında gelen tepkileri de buna dayanak olarak kullanabiliriz. Sadece basın olarak değil, Kürtlerin olduğu evlere, dükkanlara saldırılar olduğunu biliyoruz. Üniversitelerde de basında yer almayan belli olaylar oldu. Özerklik fazla tepki toplar ve durumu iç savaşa kadar götürebilir. Hiçbir hükümet bunu göze alamaz. Sanıyorum aşama aşama düşünüp öyle bir çözüm aramak daha mantıklı. İşlerin biraz daha yavaş ilerlemesi gerekiyor.

Biraz da Ergenekon’a gelelim. Biliyorum sizin için en sıkıcı kısım bu. Ergenekon’la ilgili ilk yazılarınızda dava süreci ile ilgili bir umudunuz olduğundan bahsediyordunuz. Daha sonraki yazılarınızda ise davanın sadece göstermelik olduğundan bahsettiniz. Bugün davayla ilgili düşünceleriniz hangi yönde?

Bence ilk başladığında bir umut belirtisi vardı. Türkiye’nin yakın tarihindeki Susurluk ve benzeri olaylarla yüzleşmesi için anlamı olabilecek bir süreçti. Derin devletle savaşma gibi bir amacı olduğu anlatılıyordu. Zaman geçtikçe davanın “derin devlet” denen şeyle hiçbir alakası olmadığı anlaşıldı. “Şeytan ayrıntıda gizlidir,” diye bir kalıp vardır. Davayla ilgili ayrıntılara girdikçe bunun geçmişle hesaplaşma olmadığını anlayabiliyorsunuz. İçeri alınanlar arasında bu hissiyatı verebilecek insanlar var. Bu ilüzyonu çok zekice tasarlamışlar aslında. Bu insanlardan sonra gerçek hedeflerini içeri almaya başladılar. Ordu içinden insanlar tutklanmaya başlandı. Ve son dönemde de Gülen hareketini eleştiren gazeteciler içeri alınmaya başlandı. Ergenekon kaçırılmış bir fırsat haline dönüştü. Siyasi cinayetlere karışmış ve Ergenekon kapsamında tutuklanmış kişilerin tutuklanmalarının bu siyasi cinayetlerle hiç alakası olmayan sebeplerden ileri geldiğine şahit olduk. Ortadaki daha büyük suçlar hiç sorgulanmadı. Böyle parçaları bir araya getirdiğimizde anlıyoruz ki bu bir suçu cezalandırma süreci değil de AKP ve Gülen karşıtlarını susturma süreci.

Ne kadar ileri gidebilirler?

Bu iyi bir soru. Kanıtlara baktığımızda -ki ben bütün dosyayı okudum- sürecin tamamen mantıksız olduğunu görüyoruz. Balyoz süreciyle Ergenekon sürecini birlikte değerlendirdiğimizde bunların tamamen fabrike edilmiş olan davalar olduğunu anlayabiliriz. Hatta Balyoz süreci Ergenekon’dan da sağlıksız ve hayali bir süreç. Düşünebilen ve sorgulayan herkes bu süreçlerin ne kadar ideolojik olduğunu rahatça görebilir. Dava hala devam ediyor. Bu şekilde insanları yıllarca tutabilmeleri çok tuhaf bir durum. Normal bir adalet sisteminde bu davada olan çelişkilerden bir tanesi bile davanın düşmesi için yeterlidir. Buna devam edebilirlerse ciddi anlamda yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını düşünüyorum. Şu süreç insanları susturmak ve bir sessizlik çemberi yaratmak üzerine kurulu. Hukuki değil siyasi bir süreç bu.

İçeride birçok gazeteci var ve başbakan ısrarla bu gazetecilerin “gazetecilik dışı eylemler” nedeniyle tutuklandıklarını söylüyor. Siz de gazetecilik dışı eylemleriniz nedeniyle tutuklanmaktan çekiniyor musunuz?

Öncelikle başbakanın söylediklerinin mantık dışı olduğunu söylemem lazım. Önce adalet sisteminin bağımsız olduğundan bahsediyor; bundan hemen sonra henüz resmi bir açıklama olmadan tutuklamaların sebebinin gazetecilikle alakalı olmadığından bahsediyor. Ayrıca hukuk sistemine göre suçluluğu ispatlanana kadar herkes suçsuzdur. Böyle bir ortamda henüz bir suç ispatlanmamışken başbakanın bunları söylemesi doğru değil. Bir yabancı olarak tutuklanmam pek de kolay değil çünkü uluslarası bir tepki doğmasına neden olabilir. Ancak aynı zamanda o kadar çok imkansız gibi görünen şey yaptılar ki imkansız diye bir şey kalmadı. Yazdığım rapordan sonra birçok kesim tarafından belli şeylerle suçlandım. Hatta tehdit içerikli telefonlar aldım. İçeri alınmam bu nedenlerden dolayı imkansız değil. Bu durumun beni korkuttuğunu söyleyemem, onlara bu tatmini vermek istemiyorum. En sonunda en önemli olan şey benim kendi vicdanım ve kendime verdiğim hesaptır. Elbette yanılabiliyor ya da hatalar yapıyor olabilirim; ama hiçbir zaman bir şeyler beni korkuttuğu için susamam.

O zaman son soruya gelelim. Bu benim sorum değil aslında ama sormayı bir gereklilik olarak görüyorum. Siz bir ajan mısınız?

Hayır. (Gülüyor)