Kültür Köprüleri sözcük anlamını biraz soyut bir yerde arıyormuş gibi gözükse de hiç değil. Yani en azından 83 yaşındaki Nobel ödüllü Alman edebiyatçı Günter Grass’ın önerisini duyduktan sonra:
“Bana çok yakın olan bir konuya değinmek istiyorum. Almanya ve Polonya arasındaki ilişki her zaman karmaşık ve gergin bir ilişki olmuştur. Savaşlar esnasında yenenler, yendikleri ülkelerin sanatını genellikle yağmalar. Almanlar da bunu yaptı işgal ettikleri yerlerde. Sonra Almanya’yı yenenler Almanya’yı yağmaladı. Hatta “yağma sanatı” diye bir kavram gelişti. Tabii sonra uzun uzadıya müzakereler yapılmıştır, neler geri verilecek diye ama başarılı olmamıştır. Benim bir önerim vardı; Polonya sınırındaki Oder nehrinin kıyısındaki Frankfurt’ta bir köprü inşa edelim, her iki taraftan yağma edilen kültür değerlerini sergileyelim demiştim, Böylece bütün ulusal karmaşanın dışına çıkabileceğimizi düşünmüştüm…”
Oder’de bunu yapamamışlar, Grass nedenlerini şöyle anlatıyor: “Komisyonlar birbirine giriyor, kime ne şekilde verilecek diye kavgalar sürüp gidiyor. Sınırları aşan değerler bunlar. Zapt edemezsiniz kültürü, edebiyatı… Sansüre rağmen sınırları aşar. Dolayısıyla bu tür köprüler sadece retorikten ibaret değildir.”
Grass, ayrıca bu modelin Türkiye ve Kıbrıs arasında pekâlâ gerçekleşebileceğini söylüyor ve kültür dallarını ele alırken kavramlardaki ulusal iddianın değişmesi gerektiğini vurguluyor:
“Alman edebiyatından değil Alman dilinde edebiyattan söz etmek doğru olur. Türk dilinde, Kürt dilinde edebiyat demek doğru olur. Bu ülkelerin zenginliğini gösterir.”
“Köprülerin yüzyılı”
17 Nisan’da santralistanbul‘da gerçekleştirilen “Avrupa Birliği Kültür Köprüleri” panelinde Günter Grass’la Buket Uzuner, Elif Şafak, Mario Levi ve İsveçli yazar Asa Lind edebiyat ve kültür üzerine tartıştı.
Bu yüzyılı “köprülerin yüzyılı” olarak tanımlayan Elif Şafak, edebiyatın köprü oluşturacağına inanıyor ve yazma sebebini şöyle açıklıyor: “Yazarken başkası olmaya çalışıyorum ki başkası (öteki) kalmasın.”
Buket Uzuner ise konuya biraz fantastik yaklaşacağını belirterek “Edebi melekler gökte bekliyor. Onların açtığı yolu hiçbir siyasetçi açamaz” diyor ve ekliyor: “Bir romanın yapacağı propagandayı başka hiçbir şekilde yapamazsınız.”
Üç anadilli (İspanyolca, Fransızca, Türkçe), İstanbullu yazar Mario Levide tam burada devreye giriyor: “Ben o köprüleri farkında olmaksızın kendi hayatımda kurmuşum bile. Bir Yahudi olarak doğdum. Bu kültürün etkilerini hissederim. Yazmak için Türkçe’yi seçtim. Kendimi zaman zaman İslam, Ermeni, Rum kültürüne çok yakın hissediyorum. Bunların hepsinin benim şehrimin kültürü olduğuna inanıyorum. Bir taraftan Avrupalı hissediyorum kendimi; yabancım değil oradaki kültür. Her zaman söylerim, Batılı gibi düşünür Doğulu gibi hissederim.”
Avrupa mutluluk bölgesi mi?
“Avrupa’nın dışarıdan bir tanımı var” diyen İsveçli yazar Asa Lind ise İstanbul’da Avrupalı olmakla ilgili bir anısını anlatıyor: “İstanbul sokaklarında sürekli kaybolabilir insan. Bazen de kaybolmadığını bilerek kaybolur. Bir keresinde bir polis geldi yanıma. Bu daracık sokakta kayıp olup olmadığımı sordu. Ben, ‘nerede olduğumu bilmem gerekmiyor’ dedim. Bana ‘mutlu musun?’ dedi. ‘Ne demek istiyorsun?’ dedim. ‘Ama siz Avrupalısınız’ dedi. Evet, gayet mutluyum dedim. ‘Siz mutlu musunuz?’ dedim. ‘Ben nasıl mutlu olabilirim’ dedi ve nedenlerini anlattı. Avrupalı olmak daha mutlu olmak anlamına geliyor burada, daha zengin değil ama daha mutlu.”
Buraya kadar birbirlerinin görüşlerine katılan edebiyatçıların panelinde bu ifade tarzına Avrupalı yazar Günter Grass’tan itiraz geldi: “Avrupa’yı bir mutluluk bölgesi olarak tanımlamak doğru değil. Bir kıta olarak Avrupa’da korku hakim; yabancılaşma korkusu. Dünyaya açık olma isteğinin tam tersi bir süreç söz konusu. Siyasetçiler bu korkuyu kullanıyorlar.”
Avrupa Birliği ile ilgili görüşlerini de şöyle açıklıyor Grass: “AB’nin ortaya çıkışı hiç şüphesiz insanların Avrupa tarihinden hareketle bir şeyler değiştirmek istemesinden oluşmuştur. Burada belki de en olumlu olan, ekonomik birlik üstünde durulmasıydı. Neticede piyasalar genişletilmek istendi. Burada politik birlikten söz etmek mümkün değil. Çünkü her bir ülkenin kendi ulusal ilkeleri var. Kültür ise bir tür üvey evlat gibi ele alınıyor.”
Önemli olan “bulmak” değil
Mario Levi, “Türkiye’nin gelecekte Avrupa Birliği’nde olmasını isteyen bir Türküm” diyerek AB üyelik sürecine nasıl baktığını şöyle anlatıyor: “Beni hep ilgilendiren yazma süreci olmuştur; sürecin kendisi. Tamam, çok sancılı bir süreç. Aramak gerekiyor, derinlere inmek gerekiyor. Yüzleşmeler giriyor. Ama sonuç açıkçası beni çok ilgilendirmiyor. Ben Türkiye-AB ilişkilerine de böyle bakıyorum; bu yolda olmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Jacques Brel’in söylemek istediğimi açıklayacak dizelerini söyleyeyim, Çocuklukadlı şiirinden: Bir altın arayıcısıydı babam/ işin kötüsü, aradığını bulması oldu. “
Panelin sonlarına gelindiğinde Günter Grass, İkinci Dünya Savaşı zamanında Nasyonal Sosyalist Partisi üyeliği ve bunun edebiyatına yansıması konusunda şunları söyledi:
“Teneke Trampet’te bu konuyu yeterince işledim diye düşünüyorum. 1945’te 17 yaşındaydım. Bir aptal gibi nihai zafere inanmıştım. Savaş bitmişti. Ölüm korkusu ortadan kalkmıştı. Özgürlük fikriyle ne yapacağımı bilmiyordum. Bir soykırım yaşanmıştı. ‘Bunu Almanlar yapmış olamaz’ diye düşündüm. Yahudilere, Polonyalılara yapılan suçları zihnen açıklayamazsınız. Geçmiş geçmişte kaldı demekle işin içinden çıkamayız. Geçmişten kurtulamayız. Bunlar ulusal görevler. Her bir ülke kendi çözümünü kendi bulmalı. Bu konuda o ülkenin yazarları sorumluluk taşırlar.”
“Küçük bir çocukken resim, heykel yapma, yazı yazma arzum hep vardı. Ama savaştan sonra estetik bir ihtiyaç olarak bu konulara yakından bakmak zorunda hissettim kendimi” diyen Günter Grass, Enerji Müzesi’ndeki kendi çizim sergisinin açılışını yaptı, orta uzunlukta bir konuşmayla. Almanca bilmeyenler olsa da çizimleriyle ilgili olan bir şiirini okudu, en azından fonetik olarak duymamız için.
Savaş yıllarından sonra Düsseldorf ve Berlin’de resim ve heykel eğitimi alan Grass çizimle olan ilişkisini şu sözlerle anlattı: “Başladığım her metin, her şiir kafamda aynı zamanda bir çizme eğilimi yaratıyor. Ben aslında romanlarımı yazarken resim, çömlek, heykel yaparak dinleniyorum. Aynı şeyi şöyle söyleyebilirim: resim, heykel yaparken de yazarak dinleniyorum; ikisi birbirine kaçış oluyor. Fakat bunlar sürekli olarak yaptığım işler olduğu için şunu söyleyebilirim ki çizim yaparken kendimi daha doğrudan ifade edebiliyorum. Romanlarımı yazarken daha dolaylı, daha yorucu bir ifade arzu ediyorum. Ama hiçbirisinden vazgeçmek istemiyorum.”