Milliyet'in bugünkü manşet haberi, çok önemli ve çok feci bir olayı anlatıyor. Olayın peşine düşmeleri ve manşete taşımaları takdire şayan. Boşanan genç bir kadın, ailesiyle yaşarken iki kuzeninin tecavüzüne uğruyor, hamile kalıyor ve aile kararıyla derede boğuluyor. Bu ülkenin yaşanamaz bir yer olduğunu gösteren örneklerden biri. Haberin sahibi Burcu Karakaş.
Benim burada dikkat çekmek istediğim şey gazetecilikle ilgili. Haberin bulunduğu 19. sayfada, “Cenazeyi 10 gün almadılar” başlığı altında, “Adı gazetelere Hatice diye yansıyan genç Hasret'in…” deniyor. Hatice diye yansıyan gazetelerden biri de — artık hepimiz alıştık, şaşırmayacağız — Milliyet! Üstelik aynı sayfadaki “Cenazesini 20 kadın kaldırdı” başlığının altında. DHA kaynaklı bu beş cümlelik haberde, öldürülen kadının adı “Hatice Daşçı” olarak geçiyor. Burcu Karakaş'ın haberinde, ki doğrusunun bu olduğunu sanıyorum, kadının adı “Hasret Daşlı“. Yani aynı sayfada iki ayrı isim ve soyadı.
“Açıklanmayan” ama yazılan isimler
Haberin kutusu sayılabilecek bu iki küçük başlık altında bir farklı bilgi daha var. DHA kaynaklı haber diyor ki, “İsmi açıklanmayan amca, yeğeni Daşçı'nın cenazesini…“. Halbuki, ilk sözünü ettiğim kutuda, amcanın adı veriliyor: Alaattin Daşlı.
Peki, bu nasıl olabiliyor. İki ayrı kaynaktan farklı bilgiler gelebilir, ama bu haberlere bakan bir editör yok mu, bu sayfanın bir sorumlusu yok mu? Standart bir editörlük beklemek bu ülkede hayal herhalde, ama insan gazetenin manşeti olan bir habere de mi hiç özen göstermez!
Muhtemelen şöyle oldu: Gündüz çalışan sayfa sorumlusu, Burcu Karakaş’ın haberini sayfaya koydu ve çıktı. Cenazenin kaldırılması haberi akşam geç geldi, zira cenaze “akşam saatlerinde Diyarbakır’a getirildi”. Yani, haberi sayfaya gece sorumlusu koydu; ana haberden haberi yoktu, okuma gereği duymadı bile.
Muhabir nerede?
Buradan bir şey daha anlıyoruz galiba: Burcu Karakaş, atlayıp Batman'a gitmiş. Çok iyi. Ama haberini sonuna kadar takip etmemiş, insanlarla konuşup dönmüş. Hasret Daşlı'nın defnedilişine katılmamış. Onun için o haberi Doğan Haber Ajansı'ndan alıp koymuşlar sayfaya. Halbuki, Hasret Daşlı'nın cenaze töreni de trajedinin bir parçası.
Kurbanın adını yanlış yazan, amcanın adını söyleyemeyen DHA haberine göre, Alaattin Daşlı, yeğeni Hasret Daşlı'nın cesedini Batman'da morgdan alıp Diyarbakır'da camiye bırakıp gitmiş; defin safhasına hiç katılmamış. Kentteki kadın derneklerinin üyeleri gözyaşlarıyla kaldırmış Hasret Daşlı'nın cenazesini. Muhabirimiz kesinlikle orada olmalıydı. Muhabir bırakıp dönmüş olsa bile, editör sonradan gelen bu bilgiyi de metne eklemeliydi… Ama şimdi burada, bu hikaye nasıl daha iyi, daha güzel yazılabilirdi konusuna girmeyelim, çünkü gördüğümüz gibi, daha temel sorunlarımız var.
Kum ocağının kıyısından, baraja..
Haber şu cümleyle başlıyor: “Batman Çayı civarında 17 Aralık'ta bir kum ocağının kıyısına cansız bir kadın bedeni vurdu.“
Bu cümlenin hemen yanında bir fotoğraf var ve fotoğrafın üstünde de bir “resimaltı”! (“Resimaltı” diyoruz, ama bizim gazete ve dergilerde çok rastladığımız gibi yazıyı resmin üstüne basıyoruz, fotoğrafı bir paspas gibi kullanıyoruz. Yazıda nasıl bir emek varsa, fotoğrafta da bir emek var. Tersini, yani yazının üzerine fotoğrafı koyduğunuzu düşünün, ne olur? Fotoğrafın “boş” yerleri olduğunu düşünüyorsunuz galiba. O boşluğa ihtiyaç olmasaydı fotoğrafçı öyle çekmezdi. Neyse, bu konuyu kapatalım burada.) Evet, resimaltı, demiştim, şu yazıyor: “Hasret’in cesedi baraj sularının yükselmesiyle kıyıya vurdu.” Çayda, “kum ocağının kıyısında” değil miydi? Hangi baraj?
Haber şu cümleyle devam ediyor: “Emniyet ve savcılık kimlik tespiti için kılı kırk yardı.” Bir gazeteci de haberini, yazısını yazarken, editör sayfasını yaparken işte öyle kılı kırk yarmalıdır.
Burcu Karakaş, daha önce de birkaç haberini okuduğum, ilgisini ve çabasını takdir ettiğim bir gazeteci. Bartın’da 22 kişinin tecavüzüne uğrayan 14 yaşındaki kızla ilgili haberini hatırlıyorum. Ama çok daha iyi yazılabileceğini düşündüğüm bir haber olduğunu da hatırlıyorum. İyi örnekler okumalı, ki bizim gazeteciliğimizde ya yok ya çok az, İngilizcede çok iyilerini bulabilir. Edebiyat okumalı, Türkçesini terbiye etmeli, güzelleştirmeli… İşte o zaman haberlerine / hikayelerine başka boyutlar eklenecek; derinleşecek ve genişleyecek. Hepimiz için iyi olacak. Ama yok, Oğuz Atay’ın iğnelediği gibi, “Ben artık oldum!” diyorsa başka… Benim ukalalık ettiğimi düşünmek en kolayı tabii; ona da eyvallah.