Hayata dair bir oyun: Hakiki Gala

Bir pazar akşamı, haftasonunun son demleri. Hava da haftasonununu bittiğini anlatır gibi. İnsanı daha kötü ve karamsar hale getirmek ister gibi yağmur taşıyan bütün kara bulutlar tüm kasvetiyle üstümüze üstümüze geliyor. Ama yağmura hiç aldırmayan bir kalabalık var Taksim sokaklarında. Her ne kadar eğlencenini kalbinin attığı yer olsa da ilginç bir şekilde herkes bir yerlere koşuşturma telaşında. Ben de öyle. Adını ilk kez duyduğum Oyuncular Tiyatro Kahvesi içindeki Cem Safran Sahnesi’ni arıyorum. Sora sora tarif edilen pasaja giriyorum. Tıpkı diğerleri gibi bu pasajın girişinde de şapka, bere, çorap satıcıları var. Doğru yerde miyim bir kez daha emin olmak için satıcılardan birine tiyatroyu soruyorum ama bilmiyor. Bir iki adım atınca görüyorum, doğru yerdeyim. Şapkacının haline güleyim mi üzüleyim mi bilmiyorum. Aklımda Nazım Hikmet’in, “Hani derya içinde olup da deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf” dizesinin geçtiği şiiri merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Kısa süre sonra, dışarının soğuğundan ve karmaşasından uzak insanın içini ısıtan tiyatronun içindeki küçük bir kafedeyim. Benim gibi oyun başlayana dek bir şeyler içmek için beklemeye karar vermiş az sayıda insanın arasına karışıyorum.

Yoklukları hissedilmeyecek hayatların hikayesi

Çok beklemek de gerekmiyor zaten, 15 dakika sonra beni buraya çeken oyunu izlemek üzere yerimi alıyorum. Tiyatronun kendine has bir havası var; sevimli, samimi. Tiyatro dediysem öyle çok gözünüzde büyütmeyin. Ortalama bir evin yatak odası kadar bir sahne ve salonuna sığacak kadar da koltuk koyulacak bir alanda izleyiciler. Hepsi bu kadar. Herkes yerine oturuyor. Ama yine de salon boş. 25-30 koltuk kapasiteli salonda, herkes dediğim kişi sayısı iki elin parmakları kadar. Sahneye bakıyorum, dekor çok sade, bir masa, 2 sandalye ve bir de küçük bir masa daha var komodin gibi. Biraz sonra bütün ışıklar sönüyor ve oyun başlıyor. O güne dek birbirlerinin varlığından habersiz bu hoyrat dünyada apayrı, yoklukları bile hissedilmeyecek denli sıradan hayatlar sürmüş iki kişi Müesser Hanım ve Lütfi Bey, bir Hıdrellez gecesi yine birbirlerinden habersiz, her zaman olduğu gibi gerçekleşememiş hayallerini düşünerek uykuya dalarlar. Kaderin cilvesi midir, bilinmez, apayrı uykuların derinliklerinde süzülen Müesser ve Lütfi’nin yolları tek ve ortak bir rüyada, hayatlarının galasında kesişir. Bir kere olsun ramp ışıklarına, sahneye çıkabilme bir kereliğine de olsa kendilerini gösterme şansını bulmuşlardır.

Kaynağı gazeteler, TV kanalları

Edibe Ayşen Kutlugil’in eserinde uyarlanarak yazılmış olan Hakiki Gala oyuncuları Ayşe Selen’in Müesser ve Şehsuvar Aktaş’in da Lütfi rolüyle performanslarını canlandırdığı oyunda anlatılan olayların her biri TV kanallarında birbirinin bir örneği programlarda ya da gazetelerin 3. sayfa haberlerinin arasında yerini almış gerçek hikayeler aslında. Her seferinde izleyiciyi şoke eden gelin olmak isteyen yabancılar, emanet edilen kocalar, ucuza ya da pahalıya yapılan, ama hiç beğenilmeyen yemekler, var olmalar ya da yok olmalar, hem pop hem star hem ala hem turca olmalar, aşkı tadanlar, bir şarkı olmaya çalışan, çocuklukları hoyratça ellerinden alınmış çocuklar, kendini hel k ederek dans edenler, yeteneğine güvenenler, gözleri kör eden aşklar, cinayetler, intiharlar ve ensest ilişkilerle dolu hayat hikâyeleri…

Bitmek bilmeyen talihsizlikler serüveni

Rollerinin henüz başındayken, daha bir kaç cümle etmişken sanki izleyicinin karşında değil de provadaymışçasına, “Baştan başlayalım. Yine unuttuk” gibi cümleler duyulmaya başlıyor. Bir kere daha ve bir kere daha derken artık, “gerçekten mi hata yapıyorlar ve baştan alıyorlar” diye şüphe etmeye başlıyorsunuz. Çünkü o kadar inandırıyorlar sizi. Bir kereliğine de olsa sahneye çıkma ve kendilerini gösterme şansı yakalayan ancak ömürlerini onca zaman boyunca birbirlerinden habersiz geçirmiş Müesser ve Lütfi için ortak bir sahne dili tutturmak, anlaşmak zorlu bir serüvenden geçmelerini gerektirir. Defalarca baştan almaları gerekir, defalarca tökezlerler ama hayallerinden asla ve asla vazgeçmezler.
Selen ve Aktaş muhteşem bir oyunculukla karakterden karaktere geçip, bir yükselip, bir alçalırken izliyeciler de acı dolu kahkahalarla izliyor oyunu. Müesser Hanımın dayısının oğlu, Lütfi Beyin amcasının oğlu, bilek kesmeler, cinsel istismarlar, felç geçirmeler derken hastanede muhsur kalmalar, ekonomik problemler, sokaklarda uyumalar, çöpten beslenmelere kadar bir anda kendinizi arka arkaya bütün gazetelerin üçüncü sayfalarını okumuş gibi hissediyorsunuz. Müesser Hanım ve Lütfi Beyin “başına gelenler” bitmek bilmiyor. Onlar heyecanlı anlatmaya devam ediyorlar, izleyici de aynı heyecanla dinlemeye.

Bir gün herkes meşhur olacak!

Sonunda Müesser Hanımın kendi “feda etmesi” ile düzeltiyorlar bellerini bir nebze ama bu sefer de haciz memurları, borçlar derken bu kez de evden atılıyorlar. Sonra karşı komşuları iyilik meleği Edibe Hanımın nasıl imdatlarına yetişerek kendilerine evini açtığını sonra da başlarından geçenleri dinleyip çok tutan bir kitap haline getirişini izliyoruz. Mağduriyet hikayesi, çok satan bir kitabın sağladığı zenginlik ve şöhretle birlikte mutlu sonla bitecek derken Lütfi Beyin peşinde koşan “medyacılara” yaptığı bir açıklamayla yeni bir mağdurun, Edibe hanımın hikayesi çıkıyor ortaya…
Başından sonuna dek izleyecileri yüzünde sabit bir gülümseme ve tempoyla hızla içine sürükleyen oyun en sonunda da sizi ters köşeye yatırıyor. Nasıl olduğunu anlatmak oyunu izleyecek olanlara haksızlık etmek olur diye söylemiyoruz. Gazetelerin 3. Sayfa haberleri, televizyonların gündüz kuşağı programları ya da kendini göstermek isteyenlerin şovlarına dönen “eğlencelik” programlarda neler anlatıldığını merak edenler yönetmenliğini Çetin Sarıkartal’ın yaptığı metinlerini Ayşe Bayramoğlu’nun yazdığı Hakiki Gala’ylı izlesinler.