Hiroşima-Nagazaki; insanın kaybettiği an!




Mustafa Alp Dağıstanlı

Hiroşima’da bir sabah kalabalığın arasında oturan bir Japon vardı ki, çene kemiği aynı benimki gibi sıkıca kenetleniyor, sonra biraz gevşeyip tekrar kenetleniyor, yüz kasları aynı benimki gibi kasılıyor, aynı benim mimiklerimi yapıyor, gözlerini fal taşından da öte açmaya çalışıyor, sonra kırpıştırıyordu. Giderek daha da kızaran gözlerimle görüyordum ki, bu yaşlı adamın gözleri giderek daha da kızarıyordu. Sonra, sonra… O kızarıklığı yatıştırmak, yangını söndürmek için sanki, bütün gayretine rağmen gözyaşları sızıyor, sızıyordu.

Tarih 6 Ağustos 2001’di, saat 08:15’e doğru ilerliyordu, kalabalık 50 bin kişiydi.

Japonlar yaşlarını bence genellikle göstermiyorlar. O kızaran gözlü adam da göstermiyordu. Ama en azından 60 vardı. Amerikalıların Hiroşima’ya atom bombasını atışının 56. yılını anmaktaydık orada. Biz sadece anıyorduk, o ise aynı zamanda hatırlıyordu; suratında bu hatırlayış, daha doğrusu, hatırlayış değil de, hiç unutamayış ve unutmayış vardı. Keder yoktu ama. Reklam panolarındaki, tanıtım broşürlerindeki gülümseyen Japon kızlarından eser de yoktu suratında. Bütün o gülümsemelerden daha sevecen, daha davetkâr, daha yumuşak, daha ümit verici, daha güven telkin edici bir şey vardı suratında. Bir de çocukluk günlerinden kalma bir özellik, bir görünüm, bir anlam vardı. Bir çocuk derinliğiyle bakıyor, bir çocuğun gözlerinden akan yaşlar en az altmışında bir adamın yanaklarından süzülüyordu.
Bu suratlardan çok vardı. Kendine kapalı, hiç renk vermeyen suratlar, mütebessim suratlar, kızgın suratlar, ağlayan suratlar, ağladığını belli etmeyen suratlar, mendilli suratlar, yelpazeli suratlar…

Amerikalıların 1945’te Hiroşima’dan üç gün sonra Nagazaki’ye ikinci atom bombasını atmalarını anmak için 9 Ağustos’ta saat 11:02’yi beklerken de gördüm aynı suratlardan.

Bu suratların sahiplerine `hibakuşa’ deniyor, yani atom bombasından kurtulanlar.
Oysa ne şanslıydı Hiroşimalılar 6 Ağustos 1945’e kadar. Amerikan B-29 bombardıman uçakları Japonya’nın neredeyse bütün şehirlerini tam anlamıyla yerle bir etmişti. Tokyo en büyük hasarı görmüş, taş üstünde taş kalmamıştı. Bir günde 500 uçağın saldırısına uğradığı bile olmuştu.
24 Kasım 1944’te B-29’lar Tokyo’yu ilk kez bombaladı. Los Angeles’tan yayın yapan bir radyo bombardımanı naklen anlatıyordu. Japon hükümet yetkilileri de sığınaklarından bu radyoyu dinliyordu. Radyo, Mariana Adaları’ndan kalkan 100 uçağın Japon başkentini bombalamakta olduğunu söylüyordu. Hükümetin Amerikan yayınına inanmaktan başka şansı yoktu ve bombardımanın sürdüğü üç saat boyunca ülkenin yönetimi durup bekledi.

Aslında, Japonya 1942’de Midway Savaşı’nı kaybedince savunmaya dönmüştü. 1943'te Guadalcanal Savaşı kaybedildikten sonra ise askeri durum belirgin şekilde sürekli kötüledi Japonya için. Japonya’nın savaş alanı haline geleceği görülmeye başlandı.

1943 sonunda savaşın gidişatı tartışmasız Müttefikler lehine dönmüştü. Japonya’da günlük ihtiyaç maddeleri pazarlardan çekilmişti.

6 Haziran 1944’te müttefikler Normandiya’ya çıktı. O sıralarda Büyük Okyanus’ta da durum aynıydı. Japonya, Mariana Adaları’nın son savunma hattı olduğunu açıkladı halkına. Ama Mariana Adaları da düştü. 9 Temmuz’da Saipan Adası’nın da elden gitmesi Japonlar için sonun başlangıcıydı. Zaten 18 Temmuz’da da Japonya’yı iki buçuk yıldır yöneten Tojo hükümeti istifa etti.

1945’in ilk ayında durum ortaya çıkmıştı. Japon hükümeti, yıl ortasında ülkenin işgalini bekliyordu. Dolayısıyla, bir işgal durumunda ordunun ve donanmanın yapacağı işler belirlendi. Japonya düşmanı kendi evinde kabul edecekti. Gelgelelim, neyle karşılayacaktı? Amerikan bombardımanları Japon savaş endüstrisini büyük oranda imha etmişti. Son derece etkili bir deniz ablukası uyguluyordu ABD donanması ve ülkeye bırakın hammaddeyi, ihtiyaç maddeleri bile giremiyordu.

Japon hükümeti, ki aslında ordunun sözü geçiyordu, gerçek durumu halktan saklamak için her tür propaganda yöntemine başvuruyordu. İşgalci Amerikan birliklerini karşılamak için ağaç mızraklar yapılıyor, siperler kazılıyordu. Bunların işe yaramayacağı belliydi. Ama ordu ve hükümet anayurtta ABD’yi bozguna uğratıp büyük bir zafer alacağını düşünüyordu. Halk da son takatını kullanıp bu nihai savaşa hazırlanıyordu. Aslında yenilgiyi idrak etmiş olan hükümetin hesabı şuydu: Bu zafer, Japonya’nın müzakere masasına süngüsü düşmüş halde oturmasını engelleyecekti.

Başbakan Kantaro Suzuki, 1945 Mayıs’ında bile, `Savaşı sürdürmek için bütün fedakârlıkları yapmaya kararlıyım’ diyordu. İşte bu kararlılık, 1944 sonbaharında kendini iyice belli eden barış ya da teslim yanlılarının çabalarını durduramadıysa da etkisini bir hayli zayıflattı.

Aslında, Tojo hükümeti 1944 Temmuz’unda istifa edince barış için bir şans doğabileceği düşünülmüştü. Suzuki hükümeti bir kapı aralayabilirdi belki ama…

Barış ve teslimiyet yanlılarının çabaları savaşın sonuna kadar sürdü. Hükümet ve ordu bu konuyu müzakereye bile yanaşmıyordu. Aslında, hem hükümet, hem ordu içinde masaya oturma yanlıları vardı ama hepsi birbirinden korkuyor ve hiçbiri barış isteğini dillendiremiyordu.

Mariana Savaşı’nın kaybedilmesi, ordu ile halk arasına muazzam bir güvensizlik mesafesi sokmuştu. Halk arasında şu şaka yapılıyordu. Amerikalılar yurdu işgal edip bizim komutanları Fuji Dağı’nın tepesine kadar kovalasalar bile bizimkiler yine de zaferin pek yakın olduğunu söyleyeceklerdir.
Barış yanlıları, bu ahval ve şerait içinde İmparator Hirohito’ya ulaşmaya karar verdi. Ama bu da o kadar kolay değildi. O da ordunun ablukası altındaydı bir bakıma.

Nihayet çabalar sonuç verdi ve imparator, Japonya için hayati önem taşıyan bir zamanın harcanmakta olduğunu görüp Moskova’ya özel bir elçi göndermeye karar verdi: Prens Konoye. Konoye, 7 Temmuz’daki görüşmede, Dışişleri Bakanı Togo’ya bakanlığın elini bağlamaması koşuluyla görevi kabul edeceğini söyledi. Togo, kayıtsız şartsız teslimiyetten bir nebze iyi her anlaşmanın kabul göreceğini söyledi. Aslında, imparatora dokunulmaması hariç kayıtsız şartsız teslimiyeti kabul etme konusunda bile iki adam mutabıktı.

Durum Moskova Elçisi Naotake Sato’ya iletildi ve Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’dan Prens Knoye için bir randevu alması istendi.

ABD Başkanı Hary Truman da 7 Temmuz’da Potsdam Konferansı’na katılmak üzere Augusta Kruvazörü’yle yola çıkmıştı.Çabalar sonuç vermedi. Sato, Molotov’la görüşme şansı bulamadı. Molotov, Potsdam Konferansı’na hazırlanmaktaydı ve pek meşguldü. Sato, Molotov’un yardımcısı Alexander Lozovsky’ye durumu anlattı ve Dışişleri Bakanı Togo’nun mesajının bir çevirisini verdi. Maalesef, Molotov buna da bir cevap yazamazdı, işi başından aşkındı. Sato bu kez başka bir şey önerdi: Molotov bari Potsdam’dan telefon etsin ki, Prens Konoye’nin hazırlanmak için vakti olsun. ‘Olur’ cevabı aldı, ama birkaç saat sonra gelen telefon bu şansı da ortadan kaldırdı; Kremlin bu ricaya ancak birkaç gün sonra cevap verebilecekti.

Potsdam’da Truman, Britanya Başbakanı Winston Churchill ve Sovyet lideri Josef Stalin Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olması konusunda anlaştı. Truman, ilk kez burada Stalin’e son derece öldürücü yeni bir silah yaptıklarından bahsetti. Stalin hiç üstünde durmadan, Japonya üzerinde iyi kullanmalar diledi. Churchill ile Truman zaten daha önce anlaşmıştı atom bombasının Japonya üzerinde kullanılması için.

Bu arada ABD’de de neyle uğraştıklarını bilen (Manhattan Projesi’nde Truman’ın verdiği rakama göre 125 bin, bazı başka Amerikan ve Japon kaynaklarına göre ise 500 bini aşkın kişi çalışıyordu) bazı bilim adamları ise atom bombasının atılmasının önüne geçmeye çalışıyordu.

Hitler 2 Mayıs 1945’te intihar etmiş, Almanya da 7 Mayıs’ta teslim olmuştu. Gelgelelim, atom bombası yapma çalışmaları hiç hız kesmeden sürüyordu. Bazı bilim adamları huysuzlanmaya başlamıştı, çünkü zamana karşı atom bombası yapma yarışının nedeni, Almanya’nın bu kıyamet silahına daha önce sahip olma ihtimaliydi. Ama şimdi Almanya teslim olduğuna göre böyle bir tehlike kalmamış değil miydi?

Aslına bakarsanız, Almanya tehlikesinin kalmadığını Amerikalılar çok daha önce öğrenmişti.

1944 Kasım sonuna doğru çok önemli bir şey oldu: Strasbourg Müttefiklerin eline geçti. Albay Pash, Alsos ekibinden öncü bir grupla şehirde Alman nükleer fizikçileri aramaya başladı. Asıl aradıkları Alman atom bombası çalışmalarının kilit ismi Profesör Carl Friedrich von Weizsacker’di. Pash’in ilk izlenimi, bütün nükleer fizikçilerin şehri terk ettiği yönündeydi. Ama sonra bir haber geldi, Strabourg Hastanesi’nin bir kanadında bir nükleer fizik laboratuvarı bulunmuştu ve ilk bakışta doktor zannedilen kişiler de aslında fizikçiydi.

Sonra, von Weizsacker’in ofisinde hazine değerinde belgeler buldular. Bu belgeler, Almanya’nın muhtelif yerlerindeki birçok enstitüde bu konuda çalışma yürüten bilim adamlarının vardıkları sonuçları, onlarla yapılan yazışmaları da içeriyordu. Ve böylece ortaya çıkmıştı ki, Almanya’nın aniden ortaya bir atom bombası çıkarmasına imkân yoktu.

ABD’deki huysuz bilim adamlarının başını çeken fizikçi Leo Szilard, daha 1933’teki çalışmalarıyla atom bombasına giden yolu açmış, Macaristan göçmeni bir Yahudiydi. Yılmaz, inatçı bir adamdı. Birkaç merkezde süren atom çalışmalarına katılan başka rahatsız bilim adamlarını da bombanın atılmasına karşı girişimde bulunmaya sevketti. Szilard, daha Başkan Franklin Roosevelt 12 Nisan 1945’te ölmeden, martta atom bombası atılmamasını isteyen bir memorandum hazırladı. Roosevelt ölünce başkan olan Truman’a vermek için bir sürü kapıyı çaldı, ama nafile. Sonunda Truman, James Byrnes’a gitmesini tavsiye eden bir haber gönderdi Szilard’a. Szilard 27 Mayıs’ta yola koyuldu ama Byrnes o sırada hükümette görevli bile değildi. Ama savaşın sonunda Dışişleri Bakanı yapılacak olan o Byrnes, tarihçi Gar Alperovitz’in adlandırmasıyla bu `atomik diplomasi’nin mimarlarından biri, hatta belki de asıl mimarıdır ve dolayısıyla Soğuk Savaş’ın da. Sonraki 50 yılı belirleyecek adımları atan adamdır Byrnes.

Szilard, dilekçelerini, raporlarını ulaştırmak, bir sonuca varmak için didinirken, Manhattan Projesi Direktörü General Leslie Grooves da onu etkisiz hale getirmek için öküz altında buzağı aramakla meşguldü. Bu buzağılardan biri, Szilard’ın gizli bilgileri yabancılara sızdırdığı iddiasıydı. Öküz ise ABD’nin hem savaşta, hem de atom bombası çalışmalarındaki ortağı Britanya idi. Grooves, onlardan belge istiyordu, Szilard’ın espiyonaj işlerine bulaştığını kanıtlamak için; ama öyle bir durum yoktu.
Tabii, bütün bilim adamları Szilard gibi değildi. Değişik görüş sahipleri vardı. Manhattan Projesi’nin Bilim Heyeti Başkanı Robert Oppenheimer bunlardan biriydi ve Szilard’a şunları söylemişti: `Japonya’ya karşı kullanmadıkça dünyaya atom bombasının ne kötü bir şey olduğunu anlatamayız.’

Szilard gibi düşünen bilim adamları ıssız bir adada atom bombasıyla gösteri amaçlı bir patlatma yapılmasını, bunun yeteri kadar ikna edici olacağını savunuyordu. Bu gösteri patlatmasının Japonya’da bir yerde yapılmasını önerenler de vardı.

Bombanın doğrudan askeri bir kullanımda patlatılmasını savunanlar ise (mesela Manhattan Projesi Direktörü Grooves), ellerinde yeteri kadar bomba olmadığını, gösterinin Japonları ikna etmemesi halinde kötü bir durumda kalınacağını ileri sürüyordu.
Szilard, daha sonra yapılan söyleşilerden birinde, bu gerekçenin bombanın atılmasını sağlamaya yetmeyeceğini belirtti. `Evet’, dedi, `o anda elimizde fazla bomba yoktu ama yenilerini yapmak hiç de fazla zaman almazdı’.

Bombanın atılmasını gerektirecek hiçbir haklı argüman yoktu ortada, süregiden savaşla bağlantılı olarak. Bombanın kullanılmasını savunanlar, böylece Japonya’yı işgal mecburiyetinden kaçınılabileceğini ve 500 bin Amerikalının hayatının kurtulacağını söylüyordu. Bunların hiçbiri doğru değildi. Evet, 1 Kasım’da başlaması öngörülen bir işgal planı vardı ama buna gerek kalmayacağı açıktı; çünkü Japonya teslim olmak üzereydi, tükenmiş, fiilen yenilmişti. Kaldı ki, bir işgal olsa bile en fazla 30-35 bin Amerikan askeri hayatını kaybedecekti; bunu Amerikan ordusunun araştırma birimlerinin raporları da ortaya koyuyordu. Üstelik, işgale bile gerek yoktu. Japonya son derece etkili bir abluka altındaydı ve günlük hayatını devam ettirmekte zorlanıyordu. Ayrıca, Amerikan ordu istihbarat birimleri bile (özellikle Japonya’da faaliyette olanlar) açık seçik vurguluyordu ki, Japonya teslim olmak üzeredir, yeter ki bu şerefli bir teslimiyet olsun, yani imparatora dokunulmasın

Bunların hiçbiri kabul görmedi ve Potsdam Konferansı’ndan da kayıtsız şartsız teslimiyet bildirisi çıktı. Atom bombaları atıldıktan sonra Japonya teslim oldu ve imparatora dokunulmadı. Öyleyse neden atıldı atom bombası? (Atlas’ın 2001 Ekim sayısındaki `Sonun sonu’ ekinde yer alan `Manhattan çıkmazı’ yazısında bu sorunun cevabı anlatıldı.)

Bilim adamlarının ve atom bombasının atılmasına karşı çıkan diğer etkili (bir yere kadar etkili demek lazım) ve yetkili (bu da bir yere kadar) zevatın anlamadığı şey de bu sorunun cevabı oldu işte. Onlar o günün şartları, savaş şartları içinde geleneksel savaş mantığıyla, Eskidünya’nın müzakere süreçleriyle düşünüyordu. Gelgelelim, dünya savaşa başlayan dünya değildi artık. `Yayılmacı’ Nazilere ve Japonlara karşı, kendini korumak için, adalet için, insanlık için, ne derseniz deyin, savaşa başlayan zihniyet savaştan başka bir zihniyet olarak çıktı ve yayıldı.
Szilard’ın da aralarında bulunduğu birçok kişi, Byrnes gibi atomik diplomatları uyardı savaş sonrası durum için: `dünya bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak, silahlanma, üstelik nükleer silahlanma yarışı başlayacak’

Bu `kehanetler’ doğru çıktı ama `atomik diplomasi’nin varmak istediği yer de burasıydı zaten bir bakıma. Atom bombasının Hiroşima’ya atılmasından sadece 24 saat sonra Stalin beş Sovyet nükleer fizikçisini çağırıp `en kısa zamanda ve maliyetine hiç aldırmadan’ ABD’yi yakalamalarını emretti.

Hiroşima’dan iki hafta sonra, 22 Ağustos’ta, Moskova’daki askeri istihbarat direktörü, Sovyet casus ekibinin şefine şu mesajı geçti: `Atom bombasıyla ilgili belgesel materyalleri ele geçirmek üzere örgütlenmek için gerekli tedbirleri alın! Teknik süreç, çizimler, hesaplar.’ Kremlin, bir ay sonra da Orta Asya’da yürütülen uranyum çıkarma işinin hızlandırılması talimatını verdi.

Aslında, gördüğümüz gibi, atom yarışı da çoktan başlamıştı. Daha 18 Eylül 1944’te Roosevelt ve Chirchill, nükleer bilgilerin Rusya’nın eline geçmemesi için mümkün olan tüm tedbirlerin alınması konusunda anlaşmıştı.

Almanlar da atom bombası yapımıyla uğraşıyordu. Aslında onlarda düşmanın atom bombası yapacağı korkusu azdı. Amerikan istihbaratı 1943’te Alman nükleer araştırmalarının düzeyini izlemek için harekete geçmişti. (Alsos Görevi adı verilen bu işin başında Albay Boris Pash vardı; Birleşik Devletler Askeri İstihbarat Servisi’nden.) Yıl sonunda araştırma İtalya’ya kaydı ve İtalya’nın bu işlerde bezi olmadığı anlaşıldı. (ABD’de atom bombasının yapılmasındaki en önemli bilim adamlarından biri olan Enrico Fermi ise bir İtalyan’dı.)

Şubat 1943’te, bir Norveç sabotaj birliği, Almanların Vermork’taki dev hidrojen elektroliz tesisine sabotaj düzenledi. Bu sabotaj, Alman uranyum araştırma programında aylarca süren bir gecikmeye sebep oldu. Ve bu gecikme, daha önemli bir şeye daha yol açtı. Hitler zaten `Yahudi fiziği’ diye adlandırıyor ve hakir görüyordu bu atom çalışmalarını ve mizacı uyarınca daha yakın, hemen kullanabileceği silahların yapımına öncelik veriyordu. Bu yaklaşım, etrafındaki dalkavukların da etkisiyle atom araştırmalarının iyice gözden düşmesine, cılızlaşmasına vardı.

Atom bombasıyla uğraşan bilim adamlarının sayısı 100’ü geçmedi Almanya’da. Savaşın sonuna kadar bu iş için harcamış oldukları para da 10 milyon dolardan azdı. Çabalarını jet, uzaktan kumandayla atılacak bomba, ısıyı takip eden füze, roket uçak, sesi takip eden torpil yapma işlerine yoğunlaştırdılar. Nükleer reaktörlerini bomba yapmak için değil, enerji kaynağı için kurdular.

Japonlar da 1941’den beri atom araştırmalarıyla uğraşıyordu. Tabii ki, ABD’ye kıyasla çok dar bir kadroyla ve çok kısıtlı kaynakla. Kısıtlı kaynak sadece para değildi, küçük bir ada devlet olan Japonya, nükleer silah için gerekli uranyum bakımından da dışarıya, yani 1931’den beri işgal altında tuttuğu Asya topraklarına (Mançurya, Kore) bağlıydı. Pasifik Savaşı’nda art arda gelen yenilgiler sonucu ablukaya alınınca atom bombası ümitleri de iyice eridi. Ama teknik ve teorik olarak da henüz tam manasıyla hazır değillerdi. Yine de birkaç bilim adamı araştırmaları sürdürdü. En son Şubat 1945’te Japon bilim adamlarının uranyum ayrıştırma denemesi bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı.

Sovyetler de işin peşindeydi. Tabii onlar da çok gerideydi o sıra teorik olarak. Bu geriliği kapatma çabasında tuttukları yollardan biri de casusluk faaliyetleriydi. Birçoğu Almanya’dan ve Avrupa’dan göçmüş Amerikan atombilimcilerinin arasında bir casusları vardı: Lüterci bir papazın oğlu Alman göçmeni Klaus Fuchs.

`Nobel Ödülü sahiplerinin toplama kampı’ olarak bilinen Los Alamos’ta ise işler yolundaydı. Amerikalı bilim adamları, Almanların kendilerinden önce atom bombasını yapabileceğinden ölesiye endişe ediyor, Japonların ise yapabileceğine inanmıyordu. `Yeteri kadar birinci sınıf Japon bilimadamı yok’ diyorlardı.

ABD bu işe, 6 bin dolar ayırarak başladı. 1942’de 100 milyon dolarlık bütçe tahsis edildi. Başkanın atadığı S-1 Komitesi, bombanın 1944 Temmuz’unda hazır olacağını söyledi.

Amerikalı bilimadamları, 2 Aralık 1942’de, Şikago Üniversitesi’nde, dünyanın ilk nükleer reaktörü etrafında toplandı ve atom bombasına gidecek kritik deney başarıyla sonuçlandı. Nükleer fizyonun yolu açılmıştı. 1943’te Manhattan Projesi, Ordu Mühendislik Birliği içinde faaliyetine başladı.

Zihniyetin değiştiği de aslında savaşın başlarında ortaya çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma Wilson İlkeleri doğrultusunda, sivillerin öldürülmesinin kabul edilemezliğiyle savaşa başlayan komutanlar en fazla iki savaş yılı içinde tamamen öbür uçta bir pozisyona savruldu. Savaş boyunca bombalanan Dresden neredeyse değil, tamamen yerle bir oldu, 200 bin sivil öldü. Tokyo da öyle, Almanlar da Londra’yı bombalayıp durdu.

Atom çalışmaları için Alman veya Almanya’dan göçen Avrupalı bilim adamlarını kapışan ABD ve Rusya arasındaki bu paylaşım mücadelesi savaştan sonra daha da kızıştı. Yani hem dünyayı paylaştılar, hem de Nazi bilim adamlarını. Nazi bilim adamlarının insanlıkdışı yöntemlerle yürüttükleri insanlıkdışı zihniyet ürünü araştırmalarını kendi ellerinde devam ettirmeleri için yarıştılar.

İkinci büyük savaşın dünyası işte bu taşlarla örüldü, sadece milyonlarca insanın kanıyla sulanmadı, bu zihniyetle sıvandı.

Ama Japonya, daha 1931’den başlayarak neredeyse bütün Güney Asya’yı Çinlilerin, Korelilerin, Filipinlilerin kanlarıyla sulamaktaydı. Aklın almayacağı gaddarlıklarla, işkencelerle yüz binlerce insanı öldürdüler. Bu katliamların izleri bölgede o kadar derin ki, bugün bile atom bombası konusu tartışılırken, Koreliler ve özellikle de Çinliler, `Nanking katliamını unutmayın’ diye çıkışıyor Japonlara.

Unutuyorlar mı?

Japonya’da aydınlar, tarihçiler, bilim adamları, politikacılar arasında tarihleriyle gerçek bir yüzleşmeye girişmediklerini düşünenler var. Her vesileyle Japonya’nın günahlarını deşmeye uğraşıyorlar. Ama atom bombası da hiçbir şeyle kıyaslanamayacak etkide bir olay. Japonlar, bu olayın da unutulmamasını, sorumluluk sahipleri kimlerse onların da bu atomik yüzleşmeyi yüklenmesini istiyor.

Bununla beraber, Japon gençleri, giderek daha fazla Amerikanlaşarak ve vardıkları Amerikanlaşma seviyesiyle bir türlü yetinemeyerek ve ırken sarı olmalarıyla da yeterince iç huzuru bulamayarak saçlarını sarıya boyuyorlar.

Hiroşima’da 6 Ağustos 2001’de Barış Parkı’nda anma etkinlikleri sürerken, parkın yakınında, bombanın düştüğü yerin yanı başındaki beyzbol stadyumunda Hiroşima takımının fanatikliğiyle ünlü taraftarları yeri göğü inletmekteydi. Sanki bu şehrin, tarihin en ölümcül silahıyla mahvolmuş Hiroşima’nın sakinleri değillermiş gibi. Belki aşırı katı bir yargı bu. Belki, bazı şeylerin içini boşaltmadan, acı yükünü iyice azaltmadan, unutmadan yaşanamıyor.

Ama Yokohoma Üniversitesi’nde ekonomi okuyan Bulgaristanlı Türk Ferhat Rüstemov’un şikâyetçi olduğu boşlukla yukarıda bahsettiğim boşluğun, içini boşaltmanın bir ilgisi olabilir. Törenleri izlemek için Nagazaki’ye gelen ve güzel bir tesadüf sonucu bize tercümanlık hizmeti veren bu zeki genç, okul arkadaşlarının boşluğundan, kültürsüzlüğünden yakınıyordu. `Bir şey konuşamıyorsunuz. Bir ilgi alanları yok. Erkeği de aynı, kızı da. Evet, bir sevgilim var; cinsel olarak tamam da, başka bir şey yapılamıyor. McDonalds’ta hangi yeni mönüler olduğundan, ya da kıyafetlerden başka bir şey konuşmak mümkün değil.’ Nagazaki’de, Kanko-Dori Arcade’daki Coffee Shop’ta kahve içerken komşu masada oturan iki genç kızı görünce Ferhat’ın söylediği şeyi daha iyi anlıyorum. Neredeyse bir saat boyunca bu iki kız bir kataloğu incelediler, çanta çeşitleri üstüne fikir yürüttüler, başka da hiçbir şey konuşmadılar.

Stadyum ve spor salonunun yakınında bulunan, sahibinin kız kardeşi Türk kocasıyla Ürgüp’te yaşayan Sobakko lokantasında yemek yerken Ferhat’a soruyorum: `Sen üniversitede okumak için buraya geliyorsun ama nasıl üniversite bu? Öğrenciler çok zayıfÉ’ Dertli Ferhat: `Lise eğitiminde sorun var. Üniversiteye girmekten başka bir şey düşünülmüyor. Bilgi değil, ezber var.’
Nagazaki’de babasıyla beraber gayet nezih bir lokanta işleten (zaten başka çalışanı da yok lokantanın) 32 yaşındaki bayan Kinuko İdegami de gençlerin atom bombasıyla filan pek ilgilerinin olmadığını söylüyor. `Çünkü üniversiteye girişte sormuyorlar bu soruyu.’

Nagazaki tren garı civarındaki İkaku Restaurant’da garson ve aşçı olarak çalışan genç Nubaru’nun söyledikleri, Kinuko’nun saptamasını aşan bir boyut taşıyor. `Birçok genç atom bombasını bilmiyor’ diyor Nubaru. Kendisi biliyormuş. `Peki, ne düşünüyorsun sen? Kızgın mısın Amerika’ya mesela’ diye soruyorum. `Amerika’ya kızgın değilim. Hayır, hayır. Ben doğmadan önce olmuş çünkü. Öbür Japon gençleri de böyle düşünüyor’ diye cevap veriyor.

Biz yine Doza-machi’deki, Japon işi ocakbaşı diye tanımlanabilecek Okonomitei’ye, Kinuko’nun yanına dönelim. Kinuko, dünyanın her yerinde kolay rastlanmayacak tiplerden. Doğallığı, nezaketi, dürüstlüğü, yardımseverliği, kafasının çalışma tarzı ve hazırcevaplığıylaÉ Kinuko, bir şekilde Japonya formülünün bir açılımını sunuyor sanki. Babası Manabu Mançurya’da doğmuş. Japon işgali sırasında Mançurya’da demiryollarında çalışan dedesi orada ölmüş. İki arkadaşı, atom bombasının yıllar sonrasını, sonraki kuşakların hayatını da mühürleyen etkilerinin kurbanı olmuş. Arkadaşlarından birini daha ilkokuldayken kaybetmiş kan kanserinden. Öbürü de 5-6 yıl sonra ölmüş.

Kinuko ile sohbet ederken, gündemin en önemli tartışma konusuna getiriyorum sözü. Başbakan Junichiro Koizumi, 15 Ağustos’ta (Japonya’nın teslim olduğu gün) Yasukuni Tapınağı’nı başbakan sıfatıyla ziyaret etmeyi düşünüyordu. Gazetelerin manşetinden devam etti tartışma günler boyu. Bu tapınakta her yıl savaş kayıpları anılıyor. Ama bu kayıpların içinde Tokyo Mahkemesi’nde yargılanıp idam edilmiş birinci dereceden savaş suçluları da var. Konunun bu niteliğinden ötürü tartışma ülke sınırlarını anında aşıp Çin ve Güney Kore’yi de içine çekti. Çin son derece sert bir ültimatom verdi, birkaç Koreli genç, televizyonlarda da gösterildiği gibi, parmaklarını kesti.

Kinuko, `Kore ile sorun sadece II. Dünya Savaşı’na dayanmıyor’, diyor, `daha eski zamanlardan geliyor, Japonya’nın Kore’yi işgalindenÉ’ Gerçekten de daha derin yaralar açan bir ilişki var iki ülkenin arasında. Japonya işgalle yetinmemiş, savaş öncesinde Koreli kadınları Japonya’da fahişe olarak kullanmış, Koreli işçileri neredeyse köle gibi her iki ülkede de çalıştırmıştıÉ
`Evet’, diyor Kinuko, `Japonya bence de özür dilemeli ama dilese de onların affedeceğini sanmıyorum’.

Aslında, derin bir güvensizlik ortamı var gibi görünüyor Japonya’da. Oysa, dünyanın ikinci büyük ekonomisinden bahsediyoruz. Kinuko, `II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD bizi koruyacağını söyledi. Bize yardım etti. Zengin bir ülke olacaktık. Unuttuk onun için. Halbuki ABD bizi korumaz, mesela Kore ile savaşırsakÉ’ diye anlatıyor.

Bu güvensizlik, tamirat işleriyle geçimini sürdüren 30’larındaki Kazuto Masuda’nın sözlerinde de kendini gösteriyor: `Başbakan tapınağa gitmemeli, hayır! Çünkü komşularla ilişkileri düşünmek zorunda.’

İnsan, atom bombası gibi bir olay karşısında `Benden önce olmuş, kızmıyorum’ tavrındaysa neyi unutmayacak ya da neyi hatırlayacak? Niye unutmasın veya niye hatırlasın? İster Kinuko’nun söylediği gibi unutmak olsun, ister Nubaru’nun söylediği gibi ABD’ye kızmamak olsun. Bu tutum savaşın bitiminde başlayan ve 6 yıl süren fiili Amerikan işgali sırasında dayatılmış bir şeydi.
Hiroşima’da, atomun birinci yılında, 1946’da bir Barış Festivali düzenlendi (başka bir şey, mesela bir protesto gösterisi düzenlenecek değildi ya); şimdiki Barış Parkı’nın bulunduğu alanda. Hiçbir şey yoktu tabii, yerle bir olmuştu. Sadece, şu anda da bombadan artakalan şekliyle muhafaza edilen `A-bomb Dome’ (A-Bombası Kubbesi) vardı. Ahşap bir kule dikildi. Herkes sessizce dua etti… ABD aleyhtarı konuşmalar ve eylemler yasaklanmıştı. Yani, barış ancak dehşetengiz bir katliamla hatırlanabilir bir şey bu durumda. Pek güven telkin edici değil galiba!

Tabii, başbakanın Yasukuni Tapınağı’nı ziyaret etmesi gerektiğini düşünenler de vardı. Sonuç olarak Başbakan Koizumi, tapınağı ziyaret etmedi ama bu tartışmayı ortaya çıkaran, Koizumi’yi de bu tartışmayı açmaya iten şey Japonya’da hep vardı; uyuyordu belki ve şimdi yavaş yavaş uyanıyor. Bunun bir göstergesi, eşzamanlı ama daha uzun bir süreye yayılan bir başka tartışma: Okullarda okutulan tarih kitaplarının daha milli bir bakış açısıyla yazılmasını öngören değişiklik. Bu tartışmalar hemen sonuçlanacak gibi görünmüyor ama bir kimlik sorunu Japonya’da da yaşanıyor ve bu konu uluslararası alanda daha çok hissedilecek. Anayasada da yer alan dışarıya asker göndermeme ilkesi 11 Eylül’den sonra değiştirildi mesela. Ayrıca, Güney Asya’da `istikrarın korunması çabalarında’ Japonya’nın daha çok rol alması konusu Amerikan basınında da son birkaç yıldır sıkça tartışılan bir mesele.

`Tamam, zenginiz ama biz kimiz? Sadece para sahibi olmakla her şey bitmiyor’ diyor, NBC (Nagazaki Broadcasting Company) televizyon kanalında program direktörü olan Kishikawa Masahiro. Konuştukça daha net ortaya çıkan bir Amerikan aleyhtarlığı var. Masahiro gibi açıkça ve bilinçli olarak ifade edenlerin sayısı az olsa da ABD’ye duyulan kızgınlık uygun zemin bulur bulmaz kendini gösterebiliyor. Geçen sene Okinawa’da bir Amerikan askerinin bir Japon kıza tecavüz ettiği iddiasıyla gözaltına alınması üzerine geniş çaplı protesto gösterileri yapılmıştı. (Mahkeme hâlâ sürüyor.) Okinawa biraz özel bir durum bir bakıma. Bilindiği gibi savaşta Amerikalılar tarafından işgal edilmişti ve çok kanlı çarpışmalar yaşanmıştı. Şimdi de Japonya’daki Amerikan askerlerinin 25 bin kadarı Okinawa’da üslenmiş durumda.

Bütün barış nutuklarına rağmen yerine oturmayan, belki insanların içine oturan bir şey var yani. Kinuko’nun şu sözleri bu durumun gayet iyi bir göstergesi: `Amerikalı arkadaşlarım var. Gayet iyi aramız, medeniÉ Ama biraz içince, `Biz süper güçüz, en büyük biziz. Her şey bizden sorulur’ diyorlar. Berbat bir şey!’

Doğrusu, üzerinden hayli zaman geçmiş olsa da trajik bir olay hakkında fikir sormak biraz ağır geliyor bana. Yine de, en çok tartışılan konuyu, `Atom bombasına gerek var mıydı’ sorusunu bir Japona sormak istiyorum.

Kinuko, hiç duraksamadan, gayet soğukkanlı ve bu konuyu daha önceden düşündüğü belli olan bir edayla `Bence, ABD atom bombasını atmasaydı Japonya teslim olmazdı’ diyor. Biraz şaşırdığımı fark edince devam ediyor: `Durum bilinmiyordu. Hükümet her şeyi saklıyordu halktan.’
Doğru, dehşetli bir propaganda örgütü gibi çalışıyordu hükümet.

Bu ne kadar tatminkâr bir açıklama olabilir? Biliyoruz ki, Japonya iktidar erkinde bazı unsurlar hâlâ vuruşarak masaya oturma hayali kuruyor olsa da, imparatorun da nihayet dahil olduğu barış yanlısı grup ipi ele almıştı. Ama ne çare!

Ülke baştan başa yıkılmıştı. Hiroşima hariç. Hiroşima, bütün bu uzun savaş süresince sadece bir kere, 30 Nisan 1945’te bombalanmıştı. Bir tek bomba düşmüştü şehrin merkezine ve 14 kişi ölmüştü. Bu neye yorulmalıydı? Hiroşimalılar iyiye yordu. Kötüye yoracak bilgi sahibi yoktu; Japonya’da da, birkaç Amerikalı yetkili ve bilim adamını saymazsanız dünyada da.
Şehirde ABD’nin Hiroşima’yı bombalamayacağı dedikodusu yayıldı. Çünkü birçok Hiroşimalı savaştan önce ABD’ye göç etmişti ve birçoğu şimdi ABD vatandaşıydı. İşte bu yüzden Hiroşima’yı ayrı tutuyorlardı.

Sonra bir dedikodu daha çıktı: Başkan Truman’ın bir akrabası Hiroşima’daydı ve bu şehrin bombalanmasına asla izin vermezdi.

Yine de tuhaf bir uyarı vardı: Hiroşima’ya o tek hava saldırısı sırasında düşürülen ABD uçağının iki pilotu esir alınmıştı. Ufak tefek yaraları vardı. Sıhhiye birliğinden Haruo Masumoto, pilotların yaralarına elindeki tek ilaç olan tentürdiyotu sürüyordu. Pilotlar sorgulanırken de arkada durdu ve dinledi: Pilotlardan biri durmadan `Awful, awful’ diye mırıldanıyordu. `Nedir kötü olan’ diye sorulduğunda `Esir düşmüş olmam değil. Yakında Hiroşima’ya korkunç bir bomba atılacak ve tüm şehir ortadan kalkacak. Ben de şehirle birlikte yok olacağım; kötü olan bu işte’ cevabını verdi. `Pilotun `korkunç bomba’sını saçma bulduk ve hepimiz güldük onun korkusuna.’

İşin gerçeği, Hiroşimalılar, daha kötüsüne, hatta en kötüsüne maruz bırakılacakları için ABD yönetimi tarafından korunuyordu. Hiroşima, atom bombası için seçilmiş dört hedefin ilk sırasındaydı. Washington, 3 Temmuz 1945’te Pasifik’teki komutanlarına dört şehrin bombalanmayacağını bildirdi: Hiroşima, Kyoto, Kokura, Niigata (sonradan Nagazaki ile değiştirildi).
Hedefler seçilirken bombanın etkisini en iyi gösterecek yerler olmasına dikkat edilmişti. Hiroşima neredeyse dümdüz bir şehir, dolayısıyla bombanın etkisini azaltabilecek bir pürüze sahip değil. Ah, bir de tabii askeri şehirler olacaktı. Hiroşima etrafındaki deniz üsleri savaşta yardım ve kurtarma işinde aktif rol almıştı.

Beklenen etkiyi yaptı 6 Ağustos 1945, pazartesi günü saat 08:15’te atılan bomba. En şanslılar hemen o saniyeden de az zaman birimi içinde ölenlerdi. Bir de mesela askeri üslerdeki insanlar. Çünkü üsler bombanın düştüğü noktanın 4 kilometre uzağındaydı.

Bomba şehrin merkezinde her yeri ve her şeyi yok etmişti. Ulaşım, haberleşme, yiyecek, içecek… Hiçbir hayat belirtisi yoktu, can çekişen insanların iniltisinden, yaralıların feryatlarından, yakınlarını arayanların çağrılarından başka. Yardım bile istenememişti onun için. Haberleşme hatları kesikti. Başkent, hükümet, durumu tam olarak öğrenemedi.

ABD, o çok tartışılan `önce uyaralım’ uyarılarına ancak o gün kulak asmaya karar verdi ve Japon şehirlerine Amerikan uçakları bildiriler attı. Şöyle deniyordu:

`(…) Bu silahı anayurdunuza karşı henüz kullanmaya başladık. Eğer hâlâ herhangi bir şüpheniz varsa, sadece bir atom bombası düştüğünde Hiroşima’ya ne olduğunu bir öğrenin. (…) sizden savaşı bitirmek için imparatora başvurmanızı istiyoruz. Başkanımız şerefli bir teslimiyetin 13 şartını sizin için belirledi: Sizi bu şartları kabul etmeye ve yeni, daha iyi ve barışsever bir Japonya kurma işine başlamaya çağırıyoruz. (…) Hemen harekete geçin veya bu bombayı ve diğer üstün silahlarımızı savaşı derhal ve zorla bitirmek için kararlılıkla kullanacağız. ŞEHİRLERİNİZİ BOŞALTIN.’

Doğrusu, bomba her şeyi ve haberleşmeyi de imha ettiği için başkent Tokyo’nun yeterli bilgiyi alması bile iki gün sürdü. (Japon bilim adamlarının yaptığı araştırmalara, eylül ve ekim aylarında hazırladıkları belgesele ABD el koymuş ve bir kısmını 1967’de, bir kısmını da 1973’te vermişti. Amerikan askerleri ve bilim adamları da ekim ayında incelemeler yapmıştı, sonuçlarını ise ABD hiçbir zaman açıklamadı.)

İkinci atom bombasının Nagazaki’ye atılacağını, bombayı atanlar bile bir saat öncesine kadar bilmiyordu. Çünkü ikinci hedef Kokura idi. Ama `Şişko’yu taşıyan Bock’s Car saat 10:00 civarında Kokura üzerine geldiğinde görüş açıklığının yeterli olmadığını gördü. Zira, iki gün önce bombalanan bir çelik tesisinin hâlâ tüten dumanı bombalamanın en önemli şartı olan görerek atışı engelliyordu. Görüş açıklığı şarttı çünkü, radar teknolojisi henüz o kadar gelişkin değildi ABD’de ve ayrıca, atom bombasının etkisini görmek, kaydetmek istiyorlardı. Böylece uçak, Kokura’nın yedeği olan Nagazaki’ye döndü. Nagazaki de 11:02’de cehenneme döndü.

Bu yazı ilk kez Mart 2002’de, Atlas dergisinin 108. sayısında yayınlandı.