İçinde Hrant geçmeyen bir anı yazısı

Aydın Engin*

Bu suskunluğu terk edip sesini, itiraz çığlığını yükselten bir Ermeni’nin, uğursuz bir Cuma akşamüstü ensesine sıkılan mermilerle yok edildiğine tanık olduğunuzda acınızı bile ancak sessiz çığlıklarla dile getirmeye katlanmak kolay mıdır? O yüzden, sözün bittiği bu günde ben sadece içimi ısıtan bir günü hatırlamak ve “O”na, o günü hatırlatan bir mektup yazmak istiyorum.
Tepenot: Biliyorum “dipnot”lu yazıya çok rastladınız. Ama “tepenot”lu bir yazıyla sanırım ilk kez tanışmaktasınız.
İyi ya… Buyrun tanışın!
2007 Ocak’ının o uğursuz Cuma akşamüstünden bu yana söylenmedik söz, yazılmadık yazı kalmadı. Sözün bittiği yerdeyiz…
Bu ülkenin en iyi evlatlarından birini aramızdan çekip alan o cinayetin tetikçileri, cellâtları dışında, cinayeti özendirenler, katillerin önünü açanlar, sırtını sıvazlayanlar, cinayete göz yumanlar yani gerçek suçlular hâlâ yargıç karşısında değiller. Bu kanlı ağın katiller dışındaki halkalarına açılan her adım tam bir dirençle karşılaşıyor. Yargı aygıtı adeta zamanın bellekleri zayıflatan gücünü pekiştirmek istercesine ağır, çok ağır işliyor.
O yüzden sözün bittiği yerdeyiz. O yüzden o cinayetin ikinci yılı biterken bilinenleri yineleyen bir yazı yazmaya niyetim yok.
Ama Türkiye’de Ermeni olmanın anlamı üstüne söylenecek sözüm var.
Bir de…
Bir de İstanbul Ermenilerinin pek çoğunun yazlarını geçirdikleri Kınalıada’nın karakışı üstüne söylemek istediklerim var.

Yabancısı olmadığım dünya

Çocukluğumdan beri “gayrımüslimler” dünyasına yabancı değilim.
Babam terzi Sadık’ın ilk ustası terzi Agop imiş. Makastarlık ustası ise Gedikpaşalı terzi Stelyo. Çocukluğumuzda, terzi Sadık’la Adalet Hanım, kızkardeşimle benim anlamamı istemedikleri bir şeyler konuştuklarında Rumcaya başvururlardı. Çocukluk aşkımsa önce Yahudi Klara, sonra da –yine Yahudi- Meri idi.
Üniversite için İstanbul’a ayak bastığımda, Tarlabaşında Ermeni Madam Eva Minas’ın pansiyonunda kaldım.
Türkiye İşçi Partisi saflarına katıldığımda “sosyalizm” ile “yoksullara merhamet duyma”nın bir ve aynı kavram olmadığını öğrendiğim ustalarım arasında Pangaltılı soğuk demirci ustası Garo’nun yeri büyüktür.
Masis Kürkçügil hem kadim arkadaşım, hem hapishane arkadaşımdır.
12 yıllık siyasi göçmenliği bitirip Türkiye’ye döndüğümde edindiğim yeni arkadaşlardan –galiba- ilki, tahliye edildiğim Sağmalcılar Hapishanesinin kapısında beni karşılayanlardan biri de bir Ermeniydi. Hani bir kaç yıl sonra Agos diye bir gazete kuran Ermeni… Belki tanırsınız…
Yani…
Yani şu sayıp döktüklerime bakarak bal gibi “Ben gayrımüslimleri tanırım. Hele Ermenileri çok iyi tanırım” diyebilirim…
Diyebilirdim.
Demedim. Deseymişim, halt edermişim…

İstanbul’da Ermeni olmak

Bundan tam iki yıl önce, Sebat Apartmanının tam önünde kalleş bir cellâdın tabancasını ateşlediği o uğursuz günün akşamını izleyen üç hafta boyunca genç ve yaşlı Ermenilerle, içiçe, yanyana, omuz omuzaydım. Geceler boyu Agos’ta çalışan Ermeni arkadaşlarımla gazetenin hazırlanmasına katkıda bulunmaya çabalıyordum. O büyük, o unutulmaz “uğurlama töreni”ni öncesi, sırası ve sonrasında çoğunun adını bilmediğim onlarca (yoksa yüzlerce mi?) İstanbul Ermenisi ile tanıştım, konuştum, tartıştım, ağlaştım…
Akıllı Harut ve Zampar Harut’la geç tanıştığıma yandım. Çevreme, hâlâ genç Hayko’nun yakası açılmadık fıkralarını anlatıyorum. Genç Garo’nun olağanüstü örgütleme yeteneğini ve disiplinini –hatta biraz da kıskanarak- unutamıyorum. Sohbet etmek üzere Agos’a uğradığımda ayaküstü sataştığım Sarkis, takıldığım Leda, Lora, şöyle bir baş selamı ile geçiştirdiğim genç Ermeni arkadaşlarımla üç hafta boyunca günün büyük bölümünü birlikte geçirdim.
Onca hay huy, bunca yorgunluk ve koşuşturma sırasında bir gerçek olanca duruluğu ile bilince çıktı: İstanbul’da Ermeni olmanın anlamını üstünkörü denecek kadar bile bilmiyormuşum.
Birinin acısını paylaşmak başka, o acıyı boylu boyunca yaşamak başka.
Birinin öfkesini anlamak başka, o öfkeyle dopdolu yaşamak başka…
Birinin sinmişliğini, suskunluğunu, ürkekliğini, korkusunu kavramak başka, bir yaşam boyu, çocukluktan beri, susmak, sinmek, ürkmek, korkmak başka…
“İstanbul’da Ermeni olmak” başlığı altında sayfalar ve sayfalar dolusu yazabilirim ve çok azını anlatabilirim ve zaten “İstanbul’da Ermeni olma” gerçeğinin çok azını anlamış olduğumu da bilirim.

Alın size birkaç örnek

Siz hiç, adınız –mesela- Karin iken ve daha küçücük bir çocukken, sizi okuldan almaya gelen anneniz tarafından birden ve nedense –mesela- “Ayşe” diye çağrılır oldunuz mu? Mesela bir Asala cinayetinden dolayı Türkiye’de kabaran Ermeni düşmanlığı biraz yatışır gibi olduğunda –mesela bir kaç hafta sonra- yeniden Karin olduğunuzu anımsıyor musunuz?
Ve bu yürekte ve bilinçte derin yaralar açan “kimlik” sorunu, “ayşe ile karin” arasında gidip gelen bu acımasız oyun (oyun?) çocukluğunuz boyunca dört, beş, altı, yedi kez yinelendi mi?
Kevork’la Karabet sokakta yürürken aralarında Ermenice konuşmamaya özel bir özen gösteriyorlar. Siz (biz) Türkler hiç böyle bir kaygı, bir ürkü, bir korku yaşadık mı?
Siz komşu Türk bakkalın, dükkandan şeker çalan Türk çocuğunu “Ulan Ermeni dölü, bir yakalarsam…” diye kovaladığına tanık olaydınız ve İstanbul’da bir Ermeni olaydınız yüreğiniz kanamaz mıydı?
Büyük çoğunluğu sinmiş, susmuş, patrikhane çevresinde kümelenmiş, ürkek bir cemaat olmanın kederini bizler anlayabilir miyiz?
Ve bu suskunluğu terkedip sesini, itiraz çığlığını yükselten bir Ermeni’nin, uğursuz bir Cuma akşamüstü ensesine sıkılan mermilerle yokedildiğine tanık olduğunuzda acınızı bile ancak sessiz çığlıklarla dile getirmeye katlanmak kolay mıdır?
O yüzden, sözün bittiği bu günde ben sadece içimi ısıtan bir günü hatırlamak ve “O”na, o günü hatırlatan bir mektup yazmak istiyorum.
Gelin mektubumu siz de okuyun…

Karakışta, Kınalıada’da

Şapparik hatırlıyor musun? Karakışın ortasıydı ve “Ayaz Paşa” kol geziyordu.
Bak yine karakışın ortasındayız. Yine “Ayaz Paşa” kol geziyor. Soğuk biraz kırılır gibi olunca ince ince yağan yağmur bastırıyor.
Olsun. Ben yine de vapura atlayıp Kınalıada’ya gitmek istiyorum.
Hani seninle önce iddialaşmış, ben “Manyak mıyız oğlum, bu havada donarız be” demiştim; senin “Ermeni inadın” tutmuş, sonunda ben yenilmiş ve Kınalı’nın yolunu tutmuştuk. O karakışta, dört mevsim “Adalı”ların bile terkettiği, sadece yazlıkçıların bırakıp gittiği kedilerin, köpeklerin ve doymak bilmeyen martıların bizi karşıladığı adada, iskeleden, soğuğun tokadını yiye yiye, hiç durmaksızın meyhaneye koşmuş, bir masaya çökmüştük…
Tamam, camları soğuktan buğulanmış, bütün müşterisi iki masadan ibaret meyhane harikuladeydi; dil balığı ızgarası muhteşemdi; ben rakıma önce buz sonra su koyunca “İçine sıçtın rakının. Ne anlarsın sen rakı içmekten. Önce rakı, sonra su, en son buz konacak” ukalalığın rezaletti; benim “Ulan bu soğukta buz koymak zaten enayilik” itirazıma “Rakı buzsuz içilmez” bilgiçliğin iyice rezaletti; gece kaldığımız evde soğuktan kıkırdadığımız, titremekten uyuyamayınca, geceyarısı bakkal açtırıp ispirto kokulu Tekel “Kanyak”ı alıp, sarıldığımız battaniyelerle kanyak içişimiz tam bir sefaletti…
Ama o akşam ve o gece çok, ama çok güzeldi.

Evet! Ben yine Kınalıada’ya gitmek istiyorum.
O, bahar kokularıyla bizi içmeden sarhoş eden 2003 Nisan’ını hatırlıyor musun?
Hani yine Kınalıada yolunu tutmuştuk. Hani vapurda simit uzattığım martı parmağımı kanatmıştı. Hani martının “Ermeni martısı mı, Türk martısı mı” olduğunu tartışmıştık(!). Hani ben “Kınalıada karasularına girdik. Öyleyse bu martı bir Ermeni martısıdır” demiş ve “1941’de doğmuş benden 1915’in hesabını soruyor bu zalim” diye eklemiştim. Hani çok gülmüştük…
Hatırlıyor musun, meyhaneyle çökmeden önce kendi balığımızı alıp öyle gitmeye karar vermiştik de, ben balıkçıya yarenlik olsun diye “Nerelisin hemşerim” diye sorduğumda “Erzincan’ın Mans kazasının Hinzuri köyündenim ağabey” deyince sen “Hinzuru? Tamam, Ermeni köyüydü orası” dediydin.

Yedeksubaylığımı yaptığım o bölgeyi iyi tanıdığımdan başladığımız oyunu hatırlıyor musun?
Ben: Pülk!
Sen: Ermeni köyü…
Ben: Aravans!
Sen: Ermeni köyü…
Ben: Pekeriç!
Sen: Ermeni köyü…
Dur dur, kıkırdama hemen. Seni nasıl mandepsiye bastırdığımı da anlatacağım:
Ben: Yeşilbük!
Sen: Ermeni köyü…
Ben: Efendim?
Sen: İyi peki, o da sana kalsın. Yeşilbük Türk köyüdür…
Anlıyorsun değil mi? Ben bu karakışta da olsa yine Kınalıada’ya gitmek istiyorum.
Biliyorum yanımda sen olmayacaksın.
Ama ey benim arkadaşım, ey gözlerinin içi hilesiz, gölgesiz gülen arkadaşım, ey Kınalı kumsalının en yakışıklı delikanlısı, ey Kınalıada koylarının en beceriksiz balıkçısı!
Ben bu kış kıyamette de olsa yine Kınalıada’ya gitmek istiyorum.
Kederimi yalnızlığımla taşımak ve gelecek günler için güç toplamak, derman bulmak için…
Bir dene, belki bir günlüğüne izin koparırsın.
Ben iskelede olacağım.

* Gazeteci ve yazar Aydın Engin’in bu yazısı, 19 Ocak 2008 tarihli Taraf gazetesinde yayınlandı.