Ferda Balancar
fbalancar@medyakronik.com
Radikal Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, gazetesinde 4 – 6 Nisan tarihleri arasında üç gün süren “Ergenekon’un Yakın Tarihi” başlıklı yazılar yayımladı. Berkan’ın yazıları Ergenekon soruşturması kapsamında çok önemli bilgiler içeriyordu.
Berkan, 6 Nisan tarihli “Ergenekon’un Yakın Tarihi 3” başlıklı yazısında Ocak 2004’te Başbakan Tayip Erdoğan Kıbrıs’la ilgili olarak ipleri eline aldıktan sonra New York’ta Kıbrıs görüşmeleri bitip İsviçre’nin Bürgenstock kasabası için randevu tarihi beklenirken hükümetin çok önemli bir üyesiyle özel bir görüşme yaptığını belirtiyor. Berkan görüştüğü “çok önemli bakan”a askeri cepheden gelen darbe hazırlıklarıyla ilgili dedikoduları aktardığında “Hepsini biliyoruz” şeklinde cevap alıyor. Berkan bu kez bakana “Peki ne yapıyorsunuz diye soruyor, “Bekleyin çok şey olacak” cevabını alıyor.
Berkan aynı yazısında Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı Zekeriya Öz’ün, kendisine bilgi veren önemli bakanın bilgilerine hâlâ sahip olmadığını vurgulayarak, bu bilgilere sahip olmadan Ergenekon soruşturmasının gerçek darbe girişimine uzanması ihtimalinin çok yüksek olmadığının altını çiziyor.
Elbette bu cümlelerle İsmet Berkan, Türkiye için çok önemli sonuçları olabilecek bir soruşturmayla ilgili bildiklerini kamuoyuna açıklamış oluyor. Böylece yurttaşlık görevini de yerine getirmiş oluyor. Şimdi savcı Zekeriya Öz’e İsmet Berkan’ın bilgilerine başvurmak düşüyor.
İsmet Berkan, bunları yazarak yurttaşlık görevini yerine getirmişi oluyor olmasına ama aynı zamanda akıllara şöyle bir soru da takılıyor: Berkan’ın bugün yazdıklarını olayların gerçekleştiği günlerde, yayın yönetmenliğini yaptığı gazetede neden okuyamadık? “Ergenekon’un Yakın Tarihi”ni olayların üstünden yaklaşık dört yıl geçtikten sonra öğreneceğimize o günlerde öğrenmiş olsaydık acaba ne değişirdi?
Umarız İsmet Berkan da bu sorulara önümüzdeki günlerde bir yanıt verir.
04/04/2008
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, benim anladığım, bütün Cumhuriyet tarihinin en önemli soruşturmalarından birini yürütüyor. Halen bu soruşturma çerçevesinde 47 kişi tutuklu olarak çeşitli cezaevlerinde. Savcının iddianamesini yazarak davasını açması bekleniyor.
Daha önce Ergenekon konusunu defalarca yazdım, ‘Büyük’ ve ‘Küçük’ Ergenekon’lardan söz ettim. Kendimi tekrarlamak pahasına zaten sizin de bildiğinizi düşündüğüm birkaç konuyu hatırlatmak istiyorum.
Ergenekon denen örgütlenmenin geçmişini çok gerilere götürenler var, belki haklılar belki haksız ama bana göre bugün konuştuğumuz manada Ergenekon’un başladığı dönem 2001’in sonbaharı.
O sırada ülke ekonomik krizle boğuşmakta, Başbakan Bülent Ecevit yaşlılığı ve zaman zaman kelimeleri karıştırması nedeniyle eleştirilmekte. Bir grup emekli asker, hem de daha o 30 Ağustos’ta emekliye ayrılmış olan üst düzey asker, önce İstanbul iş dünyası ile temasa geçiyor. Önerdikleri şey şu: ‘Bülent Ecevit yaşını ve sağlığını gerekçe gösterip çekilsin, yerini de yardımcısı Hüsamettin Özkan’a bıraksın.’
İş dünyasının temsilcileri bu öneriyi Bülent Ecevit’e değil, Hüsamettin Özkan’a iletiyorlar. Özkan, ‘Ben bu öneriyi duymamış olayım’ diyor, olayın üstü kapatılıyor.
Emekli komutanlar bunun üzerine Hüsamettin Özkan’la doğrudan temas kuruyorlar. Bodrum’daki orduevinde gerçekleşen görüşmede halen görevde olan bazı yüksek rütbeli askerler de bulunuyor ve teklif tekrar ediliyor. Özkan yine, ‘Ben bunu duymamış olayım, ben böyle bir şeyi Sayın Ecevit’e söyleyemem, o önermedikçe kabul de edemem’ diyor.
Bunun üzerine askerler, Çankaya Köşkü’nde yapılan bir resepsiyon sırasında Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’e bu temaslarını ayrıntılı biçimde anlatıyorlar.
Ertesi sabah Murat bunları bana aktarınca, ben ‘Haberin iki kaynaktan teyidi’ ilkesince Hüsamettin Özkan’a bunu sormasını söylüyorum. Murat, Özkan’ın yanına gidiyor, haberi doğrulatıyor ve bu arada fazlası oluyor, Özkan Murat’ı alıp Başbakan Ecevit’in yanına götürüyor ve Ecevit de askerlerin bu temaslarını ve tekliflerini bu yolla Murat’tan öğreniyor.
O dönemin genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun haberdar olmaması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğu bu girişim, bana göre ilk ‘darbe’ girişimiydi.
Bu olay Ecevit’in çekilmek yerine daha çok koltuğu sahiplenmesini ve sonunda da Hüsamettin Özkan’ın partiden 90 kadar milletvekiliyle kopmasını tetikledi. Yani Ecevit ile Hüsamettin Özkan arasındaki mutlak güven ilişkisi orada bitti.
Ardından, yani Özkan’ın ayrılıp Şükrü Sina Gürel’in Ecevit’in sağ kolu olmasıyla Temmuz 2002’de, Başbakan Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’na, ‘ABD önümüzdeki dönemde Irak’ta savaş yapacak, önemli olaylar yaşanacak, sizin Genelkurmay Başkanlığı sürenizi uzatalım’ teklifinde bulunuyor.
Kıvrıkoğlu, bu uzatmanın yasa gerektireceğini, hükümetin böyle bir yasayı çıkarmaya muktedir olmadığını biliyor, teklifi kibarca reddediyor. Zaten Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de teklife sıcak bakmıyor.
Bunlar olmuyor ama Kıvrıkoğlu, bir sonraki dönemin komuta yapısını kendisi belirlemek istiyor ve Ecevit’e ve Cumhurbaşkanı Sezer’e, o sırada Kara Kuvvetleri Komutanı olarak Genelkurmay Başkanlığına hazırlanan Hilmi Özkök için ‘Onu Genelkurmay Başkanı yapmayın’ diyor. Sebebi sorulduğunda da, ‘İrticaya karşı yumuşaktır’ cevabını veriyor.
Cumhurbaşkanı Sezer bu teklifi kabul etmiyor, Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı kesinleşiyor.
Ama Kıvrıkoğlu, kendi yasal yetkisini kimseye danışmadan ve onay aramadan kullanıp boşalan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na teamül gereği 1. Ordu Komutanı Edip Başer’i değil emekli olmaya hazırlanan, hatta odasını toplayıp lojmanını boşaltan Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ı, Jandarma komutanlığına da Şener Eruygur’u öneriyor.
Hükümet bu emrivakilerden çok hoşlanmıyor ama bir seri emeklilik krizini engellemek için kararnameler son dakikada imzalanıyor. Cumhurbaşkanı da imzasını son ana bırakıyor.
İkinci darbe girişimi de bu.
Sırada üçüncü ve dördüncü ve beşinci ve altıncı ve sonuncu darbe girişimleri var ama bugünlük yerim doldu, yarın devam edelim.
05/04/2008
Diyorum ki, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü Ergenekon soruşturması çok partili demokrasi tarihimizin en önemli suç soruşturmalarından biri olmaya aday.
Bu önemli soruşturmayı daha iyi kavramamız için de dünden itibaren bir ‘yakın tarih’ yazmaya başladım, 2001 ve 2002’de yaşanan iki ‘darbe’yi anlattım.
Bunlardan ikincisi, 30 Ağustos 2002 günü, Genelkurmay Başkanlığı’na gelen Hilmi Özkök’ün çalışamaz hale getirilmesi amacıyla yapıldı, Kara Kuvvetleri’ne eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun teamül dışına çıkmasıyla Aytaç Yalman, Jandarma’ya ise Şener Eruygur komutan oldu.
Ve bu atamalardan kısa bir süre sonra, Kasım 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi seçimi kazanıp tek başına iktidar oldu. Sadece beş yıl önce Türkiye’yi askeri darbenin eşiğine getiren ve ‘postmodern darbe’yle iktidardan indirilen siyasal islamcı akım, arada iki siyasi partisi de kapatıldığı halde, tek başına iktidara gelmişti.
Daha seçim gecesi gözler askerdeydi, acaba asker bu işe ne diyecekti? Genelkurmay Başkanı Özkök, ‘Seçim sonuçlarına saygı göstermek gerektiği’ni söyleyerek tutumunu açıkladı. Bu açıklamayla birlikte de alt kademelerde ve emekli askerler arasında kazan kaynamaya başladı. Cumhuriyet gazetesinin meşhur ‘Genç subaylar tedirgin’ manşeti bu ortamda geldi, Emin Çölaşan gibi yazarların Genelkurmay Başkanı’nı ‘yumuşak’ olmakla eleştiren yazıları bu ortamda geldi.
Genelkurmay Başkanı, sırf bu ‘Genç subaylar tedirgin’ manşeti için basın toplantısı düzenlemek zorunda kaldı, ‘Demokrat bir insanım, bu suç mu?’ dedi!
Bu arada yıl 2003 olmuş, ABD Irak’ı işgal için Türkiye’den yardım istemiş, hükümet de onlara yardım vaat etmişti. Bu amaçla hazırlanan izin tezkeresinin Meclis’te oylanmasından bir gün önce Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Milliyet’ten Fikret Bila’ya isminin kullanılmadığı bir demeç verdi ve tezkereyi doğru bulmadığını söyledi. 3 Mart’ta tezkerenin reddinde bu demecin etkili olup olmadığı o gün bugün tartışılıyor.
Sadece bu da değil. O sırada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, kendi adıyla anılan Kıbrıs çözüm planını açıklamış, Kıbrıslı tarafları bu plan üzerinde konuşmak için Hollanda’ya Lahey’e davet etmişti.
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Ankara’da Başbakan Abdullah Gül’den, ‘Sakın planı kategorik olarak reddetmeyin’ diye talimat almış olmasına rağmen daha Lahey’e iner inmez ‘Ben buraya Annan’a hayır cevabı vermeye geldim’ dedi, görüşmeleri öldürdü. Denktaş bunu söylerken tek başına hareket etmiyordu, Ankara’da güvendiği dağlar vardı, onu teşvik edenler vardı.
Türkiye’nin seçilmiş hükümeti, kendi politikasını uygulayamamış, uygulatama-mıştı. Ankara’da birileri devreye girmiş, hükümetin açık talimatını uygulatmamıştı.
Üçüncü darbe buydu!
Bu darbe, Kıbrıs Rum kesiminin bütün adayı temsilen AB üyesi olmasının önünü açtı. Darbeyi planlayıp uygulayanlar açısından Rum kesiminin AB üyeliği bir ‘kayıp’ değil ‘kazanç’tı, böylece Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğe mahkûm kalıyor, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği ise neredeyse imkânsız kılınıyordu. Öyle ya, Rumlar Kıbrıs’ta Adanın geri kalanını anlaşarak değil Türklere boyun eğdirerek geri alma, Türkleri azınlık haline getirme hedefleri açısından büyük bir imkân elde edeceklerdi ve Türkiye’yi tavize zorlamak için hep AB içinde veto kartını kullanacaklardı. Türkiye de Kıbrıs’ta ‘taviz’ veremeyeceği için AB üyeliğinden vazgeçecekti.
Ankara’da hükümet kendi derdine düştüğü, lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı Başbakan yapmaya kilitlendiği için ilk dönemde nasıl bir darbeye maruz kaldığını, kendi geleceğine nasıl bir ipotek konduğunu anlayamadı, kavrayamadı.
Sadece kendilerinin değil AB hedefini destekleyen bütün Türk milletinin bir darbeye maruz kaldığını anladıklarında ise daha sonra da yapacakları gibi ‘yumuşak’ davrandılar, bırakın bir adli soruşturma açmayı siyasi anlamda bile hesap sormadılar, Rauf Denktaş’a bu talimatı verip hükümetin arzusu hilafına davranışında ona arka çıkanları sergilemeye bile kalkışmadılar.
İlginçtir, dördüncü darbe yine Kıbrıs konusunda gelecek veya gelmeye kalkışacaktı. Üstelik bu, uzun yılların en ciddi darbe girişimi olacaktı. Ama bugünlerde esip kükreyen hükümet yine hiçbir şey yapmayacak, demokrasi mücadelesine falan kalkışmayacaktı bile.
Ama izin verirseniz onu da yarın yazayım.
06/04/2008
Ergenekon soruşturmasından ümitle anlatmaya başladığım yakın dönem
‘Ergenekon tarihi’ dizisinin en heyecanlı bölümlerinden birini bugün yazacağım. Düne kadar üç tane seçilmiş ve parlamentodan onay almış sivil yönetime direnme, Türkiye’nin gekeceğine kendi kendine karar verme örneği, ‘darbe’ anlattım, bugün sıra dördüncü ve gerçekleşmeye en fazla yaklaşan darbeye sıra geldi.
2002 Aralık’ta Kopenhag’da yapılan Avrupa Birliği zirvesine büyük umutlarla giden ama adaylık için 2004 sonuna tarih alan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı işin kilidinin içeride Kopenhag Kriterleri ile ilgili demokratik reformları yapmak kadar Kıbrıs sorununu çözüm yoluna sokmakta olduğunu görmüştü.
Ve dün de anlattığım gibi 2003 Mart’ındaki büyük Kıbrıs fırsatı, hükümete rağmen kaçırılmış, kaçırtılmıştı. Ocak 2004’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bizzat ipleri eline aldı, önce Davos’ta kendisiyle gönülsüzce görüşen BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a, ‘Kıbrıs çözüm planında sizin hakemliğinizi kabul ediyoruz’ diyerek büyük ümit verdi. Annan Planı mezardan çıkmış, yeniden görüşme masasına gelmişti. Annan, Kıbrıs’ta tarafları New York’a davet etti.
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Ankara’nın baskısıyla heyetine seçimi kazanıp Başbakan olmuş olan Mehmet Ali Talat’ı da dahil etmek zorunda kaldı. Ama heyetin geri kalanı bildik eski Denktaş takımıydı. Denktaş bu kez havaalanında iner inmez ‘Biz hayır cevabı vermeye geldik’ diyemedi, çünkü Ankara’da aradığı desteği bir türlü tam bulamıyordu.
Onlar New York’tayken Ankara’da da garip şeyler oluyordu. İki kuvvet komutanı başta olmak üzere silahlı kuvvetlerin üst kademesi işadamlarından medya patronlarına kadar bir dizi yarı gizli görüşme yürütüyor, neredeyse açık açık 28 Şubatvari bir postmodern darbeye medya ve kamuoyu desteği aranıyordu.
Hatta bazı politikacı eskileri ortada ‘İhtilalin başbakanı benim’ diye dolaşıyor, daha da ilginci bu iki kuvvet komutanı gerçekten o politikacıyla görüşmüş, ondan bazı taleplerde bulunmuş oluyordu.
New York’taki Denktaş heyeti açısından en kritik şey, Annan’ın hakemliğini kabul etme meselesiydi. İş o noktaya gelene kadar Ankara’dan bir ‘bildiri’ çıkacağına kesin gözüyle bakıyordu Denktaş ve yakın çevresi. Ankara’dan beklenen bildiri ise bir türlü gelmiyordu. Sonunda Denktaş Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü aradı, aldığı cevap, ‘Benim Anayasal olarak yapabileceğim bu kadar’ şeklindeydi. Denktaş, iki kuvvet komutanının başarılı olamadığını, Hilmi Özkök’ü aşamadığını anlamıştı, o da yelkenleri suya indirdi.
Bu sırada iki kuvvet komutanını teşvik eden, 28 Şubat gibi değil 12 Eylül gibi doğrudan bir darbeye itekleyen çevreler de yok değildi. Daha önce hazırlanmış olan ve AKP hükümetinin devrilmesini öngören Sarıkız planı yerine doğrudan darbe isteniyordu şimdi. Bir komutanın bir ara hızını alamayıp etrafına ‘Tarih beni yazar’ dediği de duyulmuştu.
Tam bu karışıklıkların arasında, New York’ta Kıbrıs görüşmeleri bitip İsviçre’nin Bürgenstock kasabası için randevu tarihi beklenirken hükümetin çok önemli bir üyesiyle özel bir görüşme yaptım. Görüştüğüm bakana askeri cepheden gelen dedikoduları aktardığımda o bakan ‘Hepsini biliyoruz’ dedi, hatta ‘Sarıkız’ kod adını da kullandı. ‘Peki ne yapıyorsunuz?’ dediğimde, ‘Bekleyin, çok şey olacak’ dedi, aradan dört yıl geçti, hâlâ bekliyoruz!
Bugün AKP hakkında açılan kapatma davasıyla Ergenekon soruşturması arasında bir ilişki kuruluyor, hatta ilk günlerde bu ilişkiyi hükümetin bazı üyeleri açıkça telaffuz da etti. Etti ama gerçekte bizim bildiğimiz kadarıyla Ergenekon soruşturması hâlâ daha mesela 2004’teki hareketli günlerin sorumlularına uzanmış değil.
O günlerle ilgili olarak dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen ve önce bir internet sitesinde, sonra gazetelerde ve son olarak da ayrıntılarıyla Nokta dergisinde yayımlanan günlüklerin gerçek olduğunun Ergenekon savcısı tarafından saptandığı söyleniyor. Yani savcı en azından günlüklere sahip ama o dönem bana bilgi veren önemli bakanın bilgilerine hâlâ sahip değil, o yüzden soruşturmanın gerçek darbe girişimine uzanması ihtimali çok yüksek değil.
Kaldı ki yarından sonra da anlatacağım, başka şeyler de oldu Türkiye’de ama hükümet elindeki soruşturma gücünü bu olanlar için hiç kullanmadı bildiğimiz kadarıyla, resmi kurumların kapısından hiç girilmedi. Öyle olunca da Ergenekon soruşturması bir vatansever görünümlü mafya ve kenardaki bazı hevesli aktörler soruşturması olmanın ötesinde bir şey vaat etmiyor şimdilik.
Yani, benim adlandırmamla ‘Küçük’ Ergenekon soruşturuluyor ama ‘Büyük’ Ergenekon’a dokunulup dokunulmayacağı hâlâ büyük bir meçhul.
Susurluk’u hatırlayın, bazı tetikçi ve hırsızlar yargılandı, ceza da aldı ama ‘büyük plan’ı hazırlayan ve uygulayan, uygulatanlara kimse dokunmadı, dokunmaya teşebbüs dahi edilmedi.
Korkarım Ergenekon’da da aynı yoldayız.
İzninizle dizimize bir gün ara verelim, salıdan itibaren devam edelim.