Dünya üzerinde 7 milyonu aşkın kişi tarafından ziyaret edilen “Karanlıkta Diyalog (Dialogue in the Dark)” sergisi, İstanbul’u bir saatliğine görme engelli olarak yaşatıyor.
Bir radyoda çalışan Karanlıkta Diyalog’un kurucusu Andreas Heinecke, yaşadığı bir kaza sonucunda gözlerini kaybeden bir engelli meslektaşı ile tanışır. Heinecke, meslektaşına radyo eğitimi verirken, bir yandan da bir görme engelliye acımak yerine onun hayatını anlamak üzerine yaşadığı deneyimlerle kendini eğitir. 1995 yılında bir sosyal girişim başlatarak, bu “farkındalığın” bir sergiye dönüşmesini sağlar. İlk kalıcı ‘’Dialogue in the Dark’’ sergisi 2000 yılında Hamburg’ta açılır ve 30 ülke, 130 şehirde 7 milyondan fazla ziyaretçiyle buluşur.
Bir metro yolculuğunda rastlıyorum serginin tanıtım afişine. Çerçeveletilmiş bir siyah zemin üzerinde sarı harflerle “Unutmayın, öğrenmenin tek yolu karşılaşmaktan geçer” yazıyor. 20 Aralık 2013’ten itibaren Gayrettepe metro istasyonu sergi alanında gösterimde olduğunu görünce, hemen yazıyorum çantamdan çıkardığım küçük bir not kağıdına. Biletleri ise yine aynı istasyondaki biletix gişesinden indirimli 17, tam 24 TL olarak satın alabiliyorsunuz. Fakat seanstan yarım saat kadar önce alanda olmanız ve size verilen direktifler doğrultusunda çantanızı, kabanınızı ve –varsa- parlayan eşyalarınızı size tahsis edilen dolaba koyup kilitleyerek platforma geçmeniz gerekiyor.
Karanlıktan korkacağınızı düşünerek biraz içinizin sıkılması kuvvetle muhtemel. Fakat genç yaşlardaki görevliler, büyük ihtimalle öğrenciler, sizi rahatlamanız için teskin ediyor. İçeride nelerle karşılaşacağınız konusu ise, daha fazla merak uyandırmak amacıyla aydınlatılmıyor. yedi kişilik gruplar oluşturularak herkese bir görme engelli bastonu veriliyor ve ellerinizle mümkün olduğunca duvardan destek almanız isteniyor. İçeride sizi bekleyen rehberinizin sadece ismini bilerek giriyorsunuz platforma…
Karanlıkla ilk buluştuğunuzda gözlerinizi kapamışsınız gibi bir his oluşsa da, böyle bir zifiri karanlıkla daha önce tanış olmadığınızı fark etmeniz çok da geç olmuyor. Tasviri zor ve sıkıntılı bir karanlık bu. Öyle ki kendi uzuvlarınızı yahut yanınızdaki kişinin gözbebeklerindeki ışığı dahi görmeniz mümkün değil. Derken, rehberinizin sesini duyuyorsunuz. Karanlıkta yolunuzu bulmaya çalışırken gelen bir sesin, tanıdık olmamasına rağmen o anda size verdiği güven duygusu müthiş bir etkiye bürünüyor. Bir yandan duvarlara tutunarak, diğer bir yandan elinizdeki sopayı yerle buluşturup nasıl bir zeminden geçtiğinizi tahmin etmek biraz zorluyor. Gözlerinizi henüz kaybetmişken, hem dokunarak hem de sesleri algılamaya çalışarak ilerlediğinizde, sahip olduğunuz tüm duyularınızın ve bedeninizin tam anlamıyla bu iş için mükemmel bir intizamla çalıştığına şahit oluyorsunuz.
Rehberiniz platforma o kadar hakim ki, peşi sıra gelen yedi kişilik grubunuzu hem sesiyle yönlendiriyor hem de sürekli bir telkin etme çabası içerisinde bulunmak zorunda kalıyor. Duvarlardan uzaklaştıkça, biraz daha yere eğilip etrafta nelerle karşılaştığınızı soruyor. Çiçekler, banklar, ATM'ler, bisiklet ve arabalar… Bunlar dokunarak algıladıklarınız. Bunların yanında parkta otururken etrafınızdaki kuş seslerini, araba frenlerini, çocuk cıvıltılarını duymanız sizi hoş bir sedâ ile buluştururken, kendinizi oraya aitmiş gibi hissetmenizi sağlıyor. Havuç, elma, patates ve pırasa gibi sebzeleri koklayarak bir manavda olduğunuzu anlıyorsunuz. Sesler bu noktada yerini kokulara bırakarak, kulak ve burununuz arasında bir görev değişimi yapılıyor.
Tüm bedeninizi aynı anda çalıştırarak yoruluyorsunuz ve biraz dinlenmeye ihtiyacınız olduğu anda bir eve giriyorsunuz. Bu kez de görme engelliler için sesli bir şekilde betimlenen filmleri “seyrediyorsunuz”. Eğer Twilight serisinden en az bir tanesini bile izlemişseniz, Edward ismini ve ağaçların arasından hızlıca koştuklarını duyunca hangi film olduğunu çözmeniz pek de zor olmuyor. Rehberiniz bir başka film takarak yine hangisi olduğunu bilmenizi istiyor. Filmin müziğini belki daha önce hiç bu kadar dikkatli dinlememiş olacaksınız ki, daha jenerik girer girmez Babam ve Oğlum’u tanıyorsunuz. Atın kişnemesi, sizi dedesiyle torununun ahırda çektikleri sahneye götürüyor. Tabii tüm bunları daha önceden izlemiş olmanız, orada hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü hatırlatalım, bir saatliğine de olsa orada hepiniz görme engellisiniz.
Yürümeye çalışırken elinizdeki bastonlarla arkadaşlarınıza vurabilir, hatta sıklıkla duvar yerine rehberinize dokunabilirsiniz. Ses, sizi arkadaşlarınızla bir arada tutan tek şey. Farkında olmadan sesten uzaklaşmanız paniklemenize neden olabiliyor, bu yüzde diğer arkadaşlarınızla ortak hareket etmeniz gerekiyor. Ancak bir süre sonra tüm bu “zorluklar” o kadar eğlenceli hale geliyor ki tüm platformu bir anda kahkaha sesleri kaplayabiliyor.
Canınızın sıkılmasına imkan verilmeden “Haydi Taksim’e çıkalım” sesini duyuyorsunuz rehberinizden. Önce ışıklardan geçmeniz önemli elbet. Ayaklarınıza dokunan kabartmalı zeminin, gördüğümüz haliyle sarı zeminlerden olduğunu anlıyorsunuz. Kabartmaları ve “Lütfen bekleyiniz-Şimdi karşıya geçebilirsiniz” gibi direktifleri takip ederek İstiklal’e çıkıyorsunuz. Tramvaya binerek kenti bir kez de dinleyerek deneyimliyorsunuz. Çiçek Pasajı’nın önünden geçiyor, şarkı söyleyen sokak sanatçılarını duyuyor, simitçi ve kestanecilerin arasından geçerek kalabalığa karışıyorsunuz.
Sergi Adresi: Gayrettepe Metro İstasyonu Sergi Alanı Esentepe Mah. Büyükdere Cad. İstanbul Ziyaret Saatleri: Pazartesi – Cuma: 10:00 – 19:30 Cumartesi: 10:00 – 20:00 Pazar: 12:00 – 18:00.
Son tarih 9 Şubat 2014
Kalabalık sizi sıkmış olacak ki bir Boğaziçi turu yapmaya karar vererek güç bela da olsa tekneye biniyorsunuz. Etraftan gelen martı sesleri ile elinizdeki simit lokmalarını hangi yöne doğru atacağınızı kestirmek çok da zor olmasa gerek. Zaten elbet bir diğeri kapıyor simidinizi havada. Rehberiniz eşliğinde şarkı söylemeye başlıyor, el çırpıyor ve daha önce hiç yaşamadığınız kadar eşsiz bir tur yapıyorsunuz.
Platformun sonuna yaklaştıkça grup arkadaşlarınızla daha bir samimi olduğunuzu, içeri girmeden önce görünüşlerine hiç de dikkat etmediğinizi hatırlayarak, seslerine göre görünüşlere büründürüyorsunuz. Kimi 1.90'lık bir opera sanatçısı oluyor, kimi ise panik atak krizleri yaşayan evli bir kadın hayalinizde. Bu zihinsel tasvirleriniz bitmemişken hep birlikte gelip bir cafede oturuyor, çayınızı yudumluyorsunuz. İşte o andan itibaren rehberinizle de diğer grup arkadaşlarınızla da gerçekten daha yakından tanışmanız mümkün oluyor.
Rehberimiz Murat Yılmaz’ın iki yıl önce geçirdiği rahatsızlık nedeniyle gözlerini kaybettiğini öğrendiğimizde, platforma bu kadar hâkim olabilmesine daha da şaşırıyorsunuz. Uzun bir eğitimden geçtiğini, her aşamayı tek tek ezberlediğini, şimdi ise tutunmaya gerek bile kalmadan mekana tamamen hakim olduğunu anlatması şaşkınlığınızı biraz gideriyor. Murat Yılmaz en büyük sıkıntılarının, “insanların acıyarak bakması” olduğunu dile getiriyor. Kendisi de sürekli bir şükür halinde fakat bir başkasının onu gördüğünde ses tonundaki değişimle şükretmesi ve bunu duyurması ise oldukça rahatsız ediyor.
Evli ve iki çocuk babası olduğunu, evinin belli bir düzen içinde olduğunu ve sistematik davranmazsa tüm sistemin bozulacağını anlatıyor. Gözlerini aniden kaybetmesi yaklaşık bir yıl önce eve kapanmasına sebep olmuş. Bu durumu kendine kabullendirmesi, evde geçirdiği ayların sonunda artık zarar verecek hale gelen hareketsizlik ve kilolar nedeniyle olmuş. Belediyelerin yüzme kurslarına katılarak birçok derece almış. Uzunca bir sohbetin ardından en zor şeyin görebilmeyi tattıktan sonra görememek olduğunu dile getirerek ekliyor: “Engellilere acıyarak bakmayın n’olur, her şeye rağmen yaşayabiliyor ve aynı zevkleri tadabiliyoruz. Sen-ben diye ayrım yapmayın. Hepimiz nefes alıyor ve yaşayabiliyorsak, biziz.”
Şimdi ölmeden önce yapılacaklar listesini bir kenara bırakın ve bir görme engelli olarak bu eşsiz deneyimi yaşayın. Emin olun siz de benim gibi “hayatımda yaptığım en iyi şeydi bu” diyeceksiniz.