Alper Görmüş
Sovyet devriminin lideri Lenin, “ulusal sorun” konusunda ilginç bir tez geliştirmişti. Buna göre, başta Sovyetler Birliği olmak üzere “ezen ve ezilen uluslar”ın olduğu bütün ülkelerde, o ulusların sosyalistlerine birbirine zıt görevler düşüyordu. Lenin, “ezen” ulusların sosyalistlerinin “ezilen ulusların ayrılma hakkı”nı savunması gerektiğini; buna karşılık “ezilen” uluslara mensup sosyalistlerin de “ayrılma”ya karşı çıkmaları gerektiğini savunuyordu.
Bu tezdeki mantık aşikâr: Lenin, kendi haline bırakılsa, “ezen” ulus sosyalistlerinin “ezilen” ulusları zorla kendisine yapışık tutmaya çalışacağını; keza “ezilen” uluslardan sosyalistlerin de, tam tersine “ezen” ulustan kopmaya çalışacağını biliyor, her iki taraftaki sosyalistlerin “doğal” eğilimlerini bu formülle dizginlemeye çalışıyordu.
Bu mükemmel formülün işlemediğini biliyoruz. Muhtemel nedeni, her iki taraftaki “doğal” eğilimlerin Lenin’in öngördüğünden çok daha “sert” olmasıydı.
Belki de formülün “işlemediğini” söylemekle haksızlık ediyorum; kim bilebilir, belki de Lenin’in bu “siyaset”i yaygın bir propaganda eşliğinde yürütülmeseydi, Sovyetler Birliği’nin “ezen ulus”u Ruslarla mazlum ulusların arasındaki problemler çok daha büyük olacak, tarihte yaşanan facialar mumla aranacaktı.
Sen beni anlamaya çalış, ben de seni…
Lenin’in geliştirdiği tez, insanları kendi ezberlerinin dışına çekmek ve ardından da karşı taraf açısından düşünmeye sevk etmeye dayalı basit bir tezdi aslında; bildiğimiz empatinin, Sovyetler Birliği’nin en büyük siyasi sorununa uygulanması girişimi…
Ben, Türkiye’deki “laik-İslamcı” kutuplaşmasında Lenin’in formülünden yararlanabileceğimizi ciddi ciddi düşünüyorum.
Ortaya çıkan her tartışmada, bu iki kesimden herkesin aynı görüşleri bir daha, bir daha tekrarlaması şart mı? Biz biliyoruz ki, her yeni tartışmada taraflar hiçbir yeni şey söylemediği sürece bu böyle gider. Oysa bu kısır döngü kırılmaya başlasa, iki taraftan da farklı şeyler duymaya başlasak, zaman içinde bu yeni sürecin de kartopu gibi büyümeye başladığına şahit olabiliriz.
Buraya kadar kötümser bir tablo çizmiş olabilirim. Oysa hayli iyimserim. Son yıllarda, kutuplaşmanın giderek artmasına rağmen bu yönde önemli gelişmeler kat ettik.
Konya’daki olay
Hürriyetgazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök 2 Ağustos tarihli yazısında konunun basında nasıl tartışılacağını merak ettiğini yazdı. Özkök’ün satırları:
“Konya’da bir Kur’an kursu binası çöktü. Çocuk yaşta 16 kızımız ile bir hoca hayatını kaybetti. Şimdi bu olayı nasıl ele alacağız. Klasik dinci bakış açısıyla, Kur’an kursu olduğu için, bu sistemin arkasındaki yanlışlıkları görmezliğe gelmeye devam edecek miyiz? Üzerini örtecek miyiz?
“Veya klasik laik refleksle, olayın sadece kaçak Kur’an kursu tarafına kilitlenmeyi, din eğitimini nasıl hepimizin üzerinde anlaşabileceği bir sisteme oturtabiliriz konusunu tartışmak için iyi bir fırsat haline getirebilecek miyiz? (…) Bakalım bu faciayı kavga konusu haline mi getireceğiz, yoksa ortak aklı önümüze koyup, bu sorunu makul bir çözüme doğru mu götüreceğiz?”
Ben, basında yazılıp çizilenlere bu gözle baktım ve her iki tarafta da, “ezber tekrarı”nın gene hâkim fakat eskisi kadar yoğun olmadığını gördüm. Bu çerçevede, sizin için seçtiğim iki yazıyı, küçük kısaltmalar dışında dikkatinize sunuyorum…
“Tevbe; nâm-ı diğer: Özeleştiri!”
(A. Turan Alkan, Zaman, 4 Ağustos)
(…)
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, şu sözleri söylemekte yerden göğe haklı: ‘Çocukların dağ başında ne idüğü belirsiz yere hapsedilmesine göz yumanlar takib edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Bunlar ortaçağ artığıdır. Bunlar çağdaş devlet denetimi dışında olmaz. Kim görevini yapmamışsa onların yakalarına yapışılmasını talep ve takib ediyorum.’
Yıkılan binada Kur`an kursu hizmeti veriliyor; elmayla armutu karıştırmayacağız: Kur`an`a hizmet etmek ayrı bir şey, bu hizmeti verirken kanuna, yönetmeliğe, bilime, teknolojiye kulak asmamak, işi gizli kapaklı `korsan` yürütmeye kalkışmak daha ayrı. Kültür Bakanı `nın tepkisi fevkalade doğru ve hakçadır ve meselenin öteki yüzünü teşhir ediyor; onu bu haklı isyanında ve eleştirisinde yalnız bırakmamak, desteklemek gerek.
Ne yapılabilir? Çok şey: Evvelâ faaliyetlerini kanun ve nizama uygun yürüten bütün Kur`an kursu yöneticileri ortak bir açıklama yaparak yanlışlığın altını çizer ve sorumluları kınarlar; ardından yetkilileri göreve davet ederek hizmet verilen binaları teknik, idari ve eğitim hizmetleri açısından yeniden denetlenmesini taleb ederler ve verdikleri Kur`an hizmetinin niteliği hakkında toplumu iyice bilgilendirirler. Dileyen her vatandaşın, faaliyetleri yerinde görmesi ve fikir sahibi olması için kuruluşlarını şeffaf hale getirirler. Eksikleri varsa giderirler ve kusurlarını örtbas etmeye kalkışmazlar.
Bir yerde `dinî hizmet` veriliyor olması, `kol kırılır yen içinde` anlayışını tevlid etmemeli.
İkinci safhada yapılması gereken şey, inançları konusunda titizlenen insanların, bu gibi hizmetlerde bulunan kuruluşlardan daha yüksek kalite talep etmesidir. Bakkaldan yoğurt alırken üretim ve son kullanma tarihlerini tiftiklemeye başlayan toplumumuzun, evlâtlarına kimin, nasıl, hangi vasıfta ve kimler tarafından dinî eğitim verildiğini de merak etmesini bekleriz.
`Din` kelimesi, eksiği ve ayıbı örten değil, izâle eden, ortadan kaldıran bir etki gücüne kavuşturulmalı; bunu ancak biz yapabiliriz.
Kimse şikâyette bulunmamış; niçin? İşin içinde minnet duygusu rol oynamış olabilir mi? Bu hizmetler büyük ağırlıkla Allah rızası için `meccânî` yürütülmekte. `Davacı olursam nankör durumuna düşer miyim?` diye mi düşünülmektedir? Hiç ilgisi yok halbuki, kamu davası zaten açılmıştır ama birilerinin öteki çocuklar ve gençler için bir şey yapması lâzım; başka hayatlar kurtulabilsin diye…
Dinî kavram ve kurumları eleştirirken bilgisizlikten ötürü züccaciye mağazasına girmiş filler gibi davranan basın kuruluşlarını, siyasetçileri haklı olarak eleştirdik. Eleştiride inandırıcılığı korumak için bizler de her yanlışa aynı mesafeden bakabilmenin üstesinden gelmeliyiz.
`Tevbe ` diye bir kavram var dinde; tevbe, nâm-ı diğer özeleştiri; hatayı tesbit etmeden (bâtılı bâtıl olarak bilmeden), doğruyu tercih edemeyiz (Hakk `ı hak bilip Hakk `a ittibâ!). Bu kadar sabî, Kur`an hizmeti yolunda şehîd olmuş, bu fiilin bir tevbekârı çıkmayacak mı?
Bir kişiden, üç-beş kişiden bahsetmiyorum; bu hadisenin ciddi bir özeleştiri ve teşrih hesaplaşmasına dönüşmesini temennî ediyorum.
(Mutlu Tönbekici, Vatan, 4 Ağustos)
Mühim bir sorunumuz var. Biz bina yapmasını bilmeyen bir toplumuz. Koca bir millet olarak son 50 yılda bina yapmasını komple unuttuk.
(…)
Kaçak Kur’an kursu patladı, 18 yoksul kızcağız öldü, aileleri perişan oldu şimdi millet kaçak Kur’an kurslarına taktı.
Takalım tamam ama patlayan Kur’an değil ki! Patlayan ne Kur’an ne kurs. Patlayan bina. Yani Konyalı da olsa, Çayelili de olsa, Mardinli de olsa Türklerin (ve Kürtlerin) yapmayı beceremedikleri o `şey`. Ne temelini, ne planını, ne tesisatını, ne çatısını, ne giderini, ne fosseptiğini ne bahçesini becerebildikleri o `şey`.
Bundan bir iki hafta önce hatırlarsanız bu ülke köpük faciasını da yaşadı. Otelin birinde birkaç kişi saçma bir tesisat hatası yüzünden hayatını kaybetti. Turizmi sorgulayan oldu mu?
Söz konusu binada diyelim fen dersleri, matematik dersleri ve hatta inkılap tarihi dersleri verilseydi durum değişecek miydi? Matematik öğrencileri hayatını kaybetseydi suçlu matematik mi olacaktı? Çağdaş, laik, demokratik eğitim veren okulların tesisatlarına, temellerine, çatılarına güveniyor musunuz yoksa siz?
`Bu analar babalar nasıl insanlardır, nasıl evlatlarını buraya terk edebilmiş? Bu nasıl bir dini gözü dönmüşlüktür? Kur’an kurslarının hepsini derhal yasaklayalım` diye feveran etmiş bir okur. (Okurlar karışıyor böyle arada..)
Üniversitedeki ilk yılım korkunç barakalarda geçti. Zira binası henüz olmayan üniversiteleri eğitime açmak gibi saçma bir huyumuz vardı. (Halen var mıdır bilmiyorum) Ana binanın inşaatı devam ederken bizleri de barakalara tıkmışlardı. Çok soğuk günlerde aynı kampus içindeki Atatürk Eğitim Fakültesi `nin sınıflarında ders görürdük zira barakalarımıza ısıtma tertibatı yapmak kimsenin aklına gelmemişti. (Burası Antalya ya! Veya bizler kutup ayısıyız ya…) Biraz daha güvendeyiz derken rüzgarlı bir günde iki sıra arkamdaki kızın başına çerçevesi ve camıyla birlikte komple pencere düşmüştü. Dehşet verici bir şeydi. On on beş dikiş atılmıştı kızın başına. Kur’an kursunda değildik, siyasi bilimler dersindeydik.
Bu durumda ne diyeceğiz? `Bunlar nasıl analar babalardır, bu nasıl bir `fenni` gözü dönmüşlüktür? Üniversitelerin hepsini yasaklayalım` mı?
Resmi veya sivil, okul binalarımız da çok kötü, iş yerlerimiz de çok kötü, evlerimiz de çok kötü… Kuran kursu olarak kullanılan bina da tabii ki kötü.
Bina yapmasını bilmeyen toplumlar ilkel toplumlardır. Binalarına bakıp zihni gelişmişlikleri hakkında bir fikir sahibi olabilir insan.
Türkiye topraklarını fazlasıyla gezmiş biri olarak söylüyorum ki manzara feci.