Ne güzel abimizdin sen Alper Abi…




Sevgili Alper Abi,

Aramızda sanırım onbeş yaş kadar fark var. Bizim yaşlara geldikten sonra abiliğin kardeşliğin çok anlamı kalmıyor. Geçmişten gelen bir abilik kardeşlik ilişkimiz de olmamasına rağmen, karşılaştığımız zaman sana herkes gibi “abi” dediğim için, yazarken de böyle hitap etmek daha kolay geliyor. Her neyse…

Sevgili Alper Abi,

Aslında sana bu satırları hiç yazmayacaktım. Bizim Ahmet’in (Ahmet Şık’ı kastediyorum bildin değil mi?) içeri alınmasının ardından yazdığın “mahçup” Zor Yazı’ndan sonra sana bir şey demeyi hiç düşünmedim. Memleketin en yaman medya etiği savunucusu olarak kronik yazılarını yazdığın gazetede bazı özel yetkili köşe yazarlarınızın Ahmet’e yönelik desteksiz ve bir o kadar da hayasız ve fütursuz saldırıları karşısında kılını kıpırdatmaman da benim sana yazmama neden olmadı.

Ama önceki pazar günü (15 Mayıs 2011) pek muhabbetli olduğunu bildiğim bir gazeteye yeni yayınladığın kitabınla ilgili verdiğin söyleşide yer alan Ahmet ve kitabı hakkındaki sözlerinden sonra bir şeyler yazmadan edemedim.

Alper Abi,

Söyleşide demişsin ki “Ahmet’in kitabında yeni bir şey yok” ve devam etmişsin, “Ahmet Şık’ın kitabı çok kötü. Hiçbir yeni bilgi içermeyen, propagandif bir kitap. Kitap iyi diyen de çıkmadı. Zaten öyle bir şey olsaydı kitabın içeriğine dair haberler çıkardı”.

Bundan bir buçuk ay kadar önce Silivri’de (Silivri Cezaevi’nden söz ediyorum, bildin değil mi?) Ahmet’le camın arkasından telefonla konuşurken Ahmet, “Kitapla ilgili ‘yeni bir şey yok’ diye kampanya yapıyorlar” dedi ve arkasından ekledi; “Sabri Uzun’a 2001’de ve 2006’da içinde Çetin Doğan’ın da bulunduğu bir listeyle geldiklerini yazdım, bu mu yeni değil?”

Tabii Ahmet yalnızca gazeteleri görüyor, internet erişimi yok. Ben de ona “Evet”, demiştim, “biz dediğini gördük ve yazdık”. Gazeteci Cengiz Erdinç’in, Ahmet’in kitabının internette yayılmasından çok değil, iki gün sonra HaberVs’de yazdıklarına bir bakalım istersen;

Eski İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un ilk kez Ahmet Şık’ın kitabında yer alan Ergenekon soruşturmasına ilişkin açıklamaları çok dikkat çekici. Uzun 14 Haziran 2001’de ve Şubat 2006’da Tuncay Güney’in ‘Ergenekon’ ifadesiyle ve başta Çetin Doğan’ın bulunduğu 24 kişilik bir generaller listesiyle kendisine gelindiğini anlatıyor. Ancak ifadede öne sürülenlerle liste arasında bir bağlantı göremediği için soruşturmayı kabul etmediğini söylüyor.”

İçeriğine dair haberler çıkardı” derken, haberler nerede çıktığında senin için gerçekten “haber” olur bilmem. Kronik yazılarını yazdığın gazetede veya söyleşi yaptığın gazetede bu tür “haberler”e ben pek rastlamıyorum zaten. Ama haber kaynağı olarak bir zamanlar senin de çalıştığın eski “Medyakronik”i, yeni “Habervesaire”yi takip etmediğini de sanmam.

Ha tabii Ahmet’in bu yazdıkları bizim gibiler için “yeni bilgi” ama “özel yetkili” yazarlarla, kapılarına kargoyla belge bırakılan muhabirlerle aynı havayı soluyan senin gibi biri için belki yeni bir bilgi değildir, orasını da bilemem.

Ahmet’e bu kitabı yakıştıramadım. Onun araştırmacılık kaygısının, objektif durma kaygısının uzağında bir çalışma. Beni hayal kırıklığına uğrattı” demişsin.

Bu sözlerine de cevap yine Cengiz Erdinç’in aynı yazısında fazlasıyla var. Kusura bakma, uzun bir alıntı yapacağım, ama sen kendi yazılarında bundan daha fazlasını yaptığın için okurken güçlük çekmezsin diye düşünüyorum:

İnternette yayılan kopyayı okuduktan sonra kitabın başarılı bir gazetecilik ürünü olduğunu düşünüyorum.

Çünkü gazetecilik sadece yeni bilgileri ifşa etme sanatı değil. Hatta tersine, uzun yıllara yayılan gelişmeleri bir eksene oturtmak, parça parça anlam taşımayan olayları sorgulayarak bir bütüne tamamlamak çok daha anlamlı, bazen çarpıcı sonuçları olan bir gazetecilik faaliyeti… Bu yanıyla da toplumun bilgi alma hakkının bir parçası.

Ahmet Şık’ın kitabı, 2007 Haziran’da Ümraniye’deki gecekonduda bulunan el bombalarıyla başlayan Ergenekon soruşturmasına böyle bakıyor. Ergenekon davasında önemli, ancak görünmeyen bir aktör olan Gülen cemaatini, bu cemaatin polisteki yapılanmasına ilişkin soruşturmaları ve sonuçlarını, en önemlisi de itiraz edenlerin başlarına gelenleri yeni bir bütün oluşturacak şekilde bir araya getiriyor…

Hukuku değil cemaat çıkarlarını ön plana alan, istihbarat olanaklarını bu çıkarlar için ‘yasadışı biçimde kullanan’, adam harcayan bir yapıya ilişkin soruşturulamayan iddiaları sergileyen yeni bir bütün sözkonusu. Ahmet Şık, deyim yerindeyse, büyük resme bakmamızı sağlıyor.

Evet, bana ve pek çok arkadaşıma göre Ahmet’in kitabı çok iyi bir kitap. Pek çok parçayı birleştirip, tarihsel bir perspektifle cemaatin amaçlarına ve örgütlenmesine bakmamızı, cemaatin aslında devletten ayrı bir yapı olmadığını, devletin içinde özenle beslenip büyütüldüğünü görmemizi sağlıyor. Bu cemaatin, gençlik yıllarımızdan itibaren bize saldıran, hayatımızı cehenneme çeviren ideolojik yapının yani “Türk-İslam sentezi”nin ayrılmaz bir parçası olduğunu 40 yıllık bir perspektifle gözler önüne seriyor. Bu yalnız bizim için değil, özellikle yaşı 30’un altındakiler için ne kadar önemli bir kaynak düşünsene! Sence insanlara -şimdilerde unutturulmaya çalışılan- bu gerçekleri göstermek yeterince iyi bir gazetecilik sayılmaz mı?

Bir de şunu merak ediyorum. “Hiç bir yeni bilgi içermeyen, propagandif bir kitap. Kitap iyi diyen de çıkmadı” demişsin. Diyelim ki yeni bilgi yok veya bilgiler senin için “yeni” değil. Peki yeni bir bilgi olmaması, yazılanların yanlış olduğunu gösterir mi? Bildiğim kadarıyla “kitapta yeni bir şey yok” diyen çok oldu, ama “kitapta şu yanlış, şu yalan” diyen de çıkmadı. Peki yazılanlar doğruysa bunları yazmanın neresi propaganda, neresi, kötü gazetecilik?

Seninle söyleşi yapan muhabirin, “Nedim Şener, Ahmet Şık’ın tutuklanmalarına gazeteciler yürüyerek tepki gösterdiler. ‘Basın susturuluyor’ sloganları atıldı. Diğer yandan Ergenekon haberleri yapanZaman,Taraf,Star,Bugün,Yeni Şafak gibi gazetelerin muhabirlerine açılmış yaklaşık 1.500 dava var. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?” sorusuna ise “Ergenekon davasını manipülatif bir şekilde yürütmeye çalışanlar”ın bunu propaganda malzemesi olarak kullandığını söyleyerek cevap vermişsin ve devam etmişsin:

Bunun Batı’ya yansıtılış biçimi çok farklı. Avrupa ‘Gazeteciler hükümet aleyhine yayınlar yapıyorlar, o nedenle de haklarında dava açılıyor.’ diye algılıyor” demişsin ve ardından eklemişsin: “2003-2007’de misyonerlere yönelik katliamların, faaliyetlerin Batı’da algılanış biçimi de radikal dinciler yapıyor şeklindeydi. Halbuki o yayınların, faaliyetlerin arkasında zihniyet olarak ulusalcılar vardı.

Önce cevabının ikinci bölümünden başlayayım. Anladığım kadarıyla bütün bu cinayetler dizisinin, yani sevgili meslektaşımız Hrant Dink, Rahip Santoro, Zirve Yayınevi olaylarının faillerinin tamamen ulusalcılar olduğunu düşünüyorsun, hatta buna hiç bir şüphe duymadan inanıyorsun. Bu durumda yine Cengiz’in kitaptaki “yeni” bilgiye dayanarak yaptığı analizden uzunca bir alıntı paylaşmak istiyorum:

Çetin Doğan’ın 2001 yılındaki özelliği şu; 28 Şubat döneminde Batı Çalışma Grubu’nun başkanlığını yapmış ve o sırada Ege Ordu Komutanı. 14 Haziran 2001 tarihi ikinci bir önem daha taşıyor. İstanbul’daki Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ’(Tuncay) Güney’in bilgileriyle’ Gülen Cemaati’ne yönelik bir operasyon hazırlığında. Saçan, birkaç hafta sonra Temmuz’da İstanbul Savcılığı’na başvurarak soruşturma izni isteyecek, ancak soruşturma bir türlü yapılamayacak…

Sabri Uzun’un Ergenekon soruşturması için kendisine gelindiğini söylediği ikinci tarih ise Şubat 2006. Rahip Santoro yeni öldürülmüş. Üç ay sonra, Mayıs’ın 5, 10 ve 11. günleri Cumhuriyet Gazetesi bombalanacak, failler kamera görüntüleri, cep telefonu kayıtları gibi ayrıntılı delillere rağmen soruşturulmayacak, bir hafta sonra 17 Mayıs günü Ankara’ya gidip Danıştay’ı basacak ve bir hakimi öldürecek… Sonra 12 Haziran’da Ümraniye’deki gecekonduda el bombaları bulunacak, buradaki kamera kayıtlarında polisin ‘Ergenekon soruşturmasından’ söz ettiği anlaşılacak, ardından o kış, Ekim ya da Kasım’da İstanbul İstihbarat Şube Müdürü (Ahmet İlhan Güler) Ankara’ya çağrılıp ‘başka bir yere git’ denecek…. Ve 19 Ocak’ta Hrant Dink suikastı…

Şimdi bu yazılanları da “Ergenekon zihniyeti”nin bir uzantısı olarak algılayıp ilan edeceğine hiç kuşkum yok. Anladığım kadarıyla, son zamanlarda herhangi bir gazetecinin Ahmet’in yaptığı gibi kendiliğinden olayların akışından şüphe duymasını, sorgulamasını pek hoş karşılamıyorsun…

Neden bu olaylar arka arkaya gelir? Kitapta yer aldığı gibi bir emniyet müdürünün mal varlığı müfettiş raporunda nasıl olur da üç katına yükseliverir? Neden insanların evlerinden çıktığı söylenen CD’lerde parmak izleri olmaz? Neden koskoca bir soruşturmanın en temel delilleri kimliği meçhul elektronik posta ihbarlarından oluşur? Neden her yeni baskında bir önceki baskında bulunan word belgelerinin çelişkili kısımlarını tamamlayan garip belgeler çıkar? Neden tutuklu birinin adli emanette bulunan cep telefonuna “sehven” yüzlerce adres yükleniverir? Neden Ahmet’le Soner Yalçın gibi, Hanefi Avcı’yla Devrimci Karargah gibi hayatın olağan akışı içinde biraraya gelmesi mümkün olmayan isimler bu soruşturmada sürekli bir araya gelir? Bir gazeteci olarak bu ve bunun gibi sorular sormak, bu kadar tesadüfe biraz olsun şüpheyle yaklaşmak senin aklına hiç gelmiyor mu?

“Acaba” diyorum, “Alper Abi çok uzun zamandır medya eleştirisi yazıları yazıyor, hep başkalarının yaptıkları üzerinden birşeyler söylüyor da bu nedenle gazetecilik refleksleri mi biraz köreldi?” Ama sonra Ümraniye’de bulunan el bombalarıyla Cumhuriyetgazetesine atılan el bombalarının aynı kafileden olduğunu titizlikle defalarca yazan senin gibi dikkatli bir gazetecinin bütün bunlardan hiç bir şüphe duymamasının başka nedenleri olsa gerek diyorum kendi kendime. Acaba bazı gazeteciler için bir yerlerde “merak edilecekler” ve “merak edilmeyecekler” listeleri mi var?

Şimdi gelelim muhabirin sana sorduğu 1.500 dava meselesine. Biliyorsun Zaman, Taraf, Star, Bugün, Yeni Şafak gibi gazetelere Ergenekon soruşturması nedeniyle açılan davaların hemen tamamı, hazırlık soruşturması sırasında elde edilen ve gizli kalması gereken, ama her nasılsa bu gazetelere sızdırılan bilgilerin yayınlanmasına dayanıyor. Yani bu davaların hiç biri hükümeti orasından burasından gıdıklayan veya bu davadaki bazı çelişkileri sorgulayan gazetecilere açılmış değil. Ayrıca biliyorsun bu 1.500 dava kapsamında bir saat bile gözaltına alınmış, tutuklanmış bir gazeteci yok. Diğer yandan Gazetecilere Özgürlük Pltaformu’nun kayıtlarına göre hükümete şu veya bu yönden muhalefet eden 68 gazeteci ise halen içeride.

Bunu neden söylüyorum? Basın özgürlüğü diye sokağa dükülenleri “iki yüzlü” buluyormuşsun ya onun için söylüyorum. “Basın özgürlüğünü savunan çıkışları, özgürlük havariliğini samimi bulmuyorum” demişsin ya onun için söylüyorum. Yani aklına, “Bu sokağa çıkıp yürüyenlerin arkadaşları, eşleri dostları, kardeşleri, sevgilileri içeride, belli ki canları yanmış sokağa dökülmüşler” demek nedense bir türlü gelmiyor, onun için söylüyorum…

Bir de demişsin ki, “Hakikaten basın özgürlüğünü samimi olarak savundukları için bu çıkışlar yapılmış olsaydıNokta‘nın baskınında müthiş bir tepki göstermeleri gerekirdi. Aynı çevreler hiç tepki göstermemişlerdi”.

Aynı çevreler” derken kimleri kastediyorsun bilmiyorum. Sanırım sana göre tek “çevre” Hürriyetve Milliyetçevreleri. Ama “Nokta’ya sahip çıkmadınız” suçlamasını o kadar kolay dillendirirken sana naçizane tavsiyem, Noktabasıldığı gün Nokta’ya gelen, senin bugün “ikiyüzlülük” dediğin basın özgürlüğü için İstiklal Caddesi’nde Noktadergisi satan gazetecilerin fotoğraflarıyla bugün Ahmet ve Nedim için sokakta yürüyen insanların fotoğraflarını bir karşılaştırıp öyle konuşman. Eğer Noktabaskını döneminden elinde fotoğraf kalmadığı için insanların yüzlerini hatırlamıyorsan, sana fotoğraf göndermeyi düşünen pek çok arkadaşım var.

Alper Abi, biliyorum lafı çok uzattım, toparlayayım…

Sözün özü, bu ülkede yaşayan her insan, şu ya da bu şekilde bir dönem bu sistemin gazabına uğramış olabilir. Kimi ağır bir bedel ödemiştir, kimi daha hafif. Kimi bedeniyle, canıyla ödemiştir bu bedeli, kimi maddi veya manevi olarak başka şekillerde. Ama bu topraklarda “mağduriyet”in çok özel bir durum olmadığını herhalde hepimiz biliyoruz. Peki, birinin mağdurolması, eline güç geçtiğinde başkalarına karşı zalim olmasının bir mazereti olabilir mi sence?

Gazeteci dediğimiz kişinin görevi güçlü-güçsüz, haklı-haksız, iyi-kötü demeden herkesi ve her olayı sorgulamakdeğil midir? Olaylar arasından yalnızca ilgi duyduklarımızı, bize göre “haksızlık” olanları seçip bunları haber yapma hakkımız elbette var. Bize “Neden bunu haber yapıyorsunuz da şunu yapmıyorsunuz?” sorusu geldiğinde “Ben bunu yapmayı seçiyorum, siz de onu yapın” deme hakkımız da var. Ama bir konuyla ilgili haber yaptığımızda yalnızca işimize gelen görüşleri, olayları durumları seçip, haberi bunların üstüne kuruyorsak; olayı, görüşüne başvurabileceğimiz tüm taraflarının görüşünü almadan tek bir kaynağa dayandırarak yazıyorsak, üstüne üstlük bunu yaparak birilerini de mağdur ediyorsak herhalde burada bir sorun vardır.

Etrafında bunları yapan onca insana dönüp tek laf etmeyen, senin gibi bir “medya etiği” uzmanının, ayağına gelen her topta dönüp Ahmet’e, tabiri caizse, “çakmaya” çalışmasına, bunu bir de “ben mağdur olduğumda neredeydiniz”in arkasına saklanarak yapmasına ne demeli bilmiyorum. Bilemediğim için de, bunca lafın ardından senin Ahmet’in kitabıyla ilgili saptamalarına, aynı derinliği tutturabilmek maksadıyla Falımsakızının içinden çıkan maniler tadında bir cevap veriyorum:

Bir zamanlar cümle alemi hizaya sokardın
Bu etik işlerinden en iyi sen anlardın
Bir gün geldi sen de iktidara yaslandın
Ne güzel abimizdin sen Alper abi…

Son olarak sana Ahmet’ten bir not ileteyim. Söyleşinde Ahmet için “Beni hayal kırıklığına uğrattı” dedikten sonra devam etmişsin; “daha fazlasını söylemek istemiyorum. Ahmet, bir an önce cezaevinden çıksa da bunları tartışabilsek diyorum“.

Emin ol, Ahmet de bir an önce çıkıp, “bunları tartışabilmeyi” çok istiyor.