Okumaya başladığınız bu yazı canınızı sıkabilir. Eleştirilerin sivriliği belki sizi sinirlendirebilir. O yüzden sonda söyleyeceğimi baştan dile getireyim ki kimse alınmasın. Kızacak, alınganlık gösterecek olanlar da bu yazıyı okumaya devam etmesin.
Demem o ki sansürün kaldırılmasına özel bir anlam atfedip bunu balolarla “kutlamak”, tören düzenlemek kadar abes bir gün başka memleketlerde var mıdır merak içindeyim. Cehaletimi hoşgörün mutlaka bir yerlerde böyle “anlamlı” bir gün kutlanıyor olabilir. Ama o kutlamaların yapıldığı yerdeki gazetecilerden 70’ten fazlası cezaevinde midir? Dışarıda kendilerini özgür zannedenler sırasını beklemekte midir? Gazeteciler hakkında binlerce dava açılmış mıdır? En önemlisi sansürün ruhuna rahmet okutuyorken yine de böyle bir gün için kutlama yapılıyor mudur?
Sorular çok ve çeşitli. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Farkındaysanız “kitaplar henüz basılmamışken yok edilmeye çalışılıyor mudur?” gibi kişisel kaçacak soruları da sormaktan imtina etmiş durumdayım. Ama var olan durumun ne olduğu zaten bu yazının da yer aldığı gazetenin ismi ele vermiyor mu? TUTUKLU. İçeriğini sağlayanlarsa malum, ottan b.ktan konularla uğraşmaktansa sorunlu alanlara el atmaya çalışanlar. “Bu memlekette gazetecilik, sizin okuduğunuz, izlediğiniz ve nedense adına ana akım denilen medyada takip etmek zorunda kaldıklarınızdan ibaret değil” demiş ya da demek istemiş olanlar. Medyada çokça yer tutmuş olan gazeteciler sürüsüne dahil olmak istemeyenler diye de adlandırabilirsiniz.
24 Temmuz Türkiye’de basında sansürün kaldırılışının yıldönümü. Ne kadar heybetli, insana ne çok gurur veren bir gün değil mi? 70’ten fazla gazeteci cezaevindeyken, geri kalanları sırasını beklerken, herkesler hangi konuda ne kadar yazıp söyleyebileceğinin sınırını biliyorken. Biraz eskilere, çocukluğumuzun masallarına, efsanelerine bir bakalım. O masallarda, efsanelerde sıkça rastladığımız, kahramanların karşılaştığı ejderhalar, canavarlar vardı. Çakmak çakmak gözleri, çatal dilleri, alevler saçtıkları ağızları ve burunları olurdu. Krallığının sınırlarına yaklaşanları bir lokmada yutarlardı. İnlerinde bolca kemik ve kurukafalar, kendisini yok etmeye çalışanların iskeletleri vardı. Kendisine biat edenler, düzenli olarak içlerinden birini kurban olarak sunardı o canavara. Kurulu düzen bozulmasın, canavar saldırıp hepsini birden yok etmesin diye.
Şimdilerde bu memlekette ejderhaların, canavarların özü de o masallardakinden farksız aslında. Tek farkı var. Görüntüsü. Bu canavar insan kılığında. Normal bir vücudu, ikişer eli ve ayağı, herkesi görebilen gözleri, her şeyi duyabilen (tele) kulakları var. Ağzından çıkan alevlerin yerini ise bolca safsata ve yalan almış o kadar. Kimi zaman takım elbiseler giyer kimi zaman üniforma görürüz üzerinde. Yeri geldiğinde cüppesiyle çıkar karşımıza. Bürokrat, politikacı, asker, polis, hakim, savcı gibi sıfatları vardır. Elbet gazeteci diye anılanları da.
Sıfatları ve kıyafetleri ne olursa olsun, artık gizlenemez hale gelen sahtelikleriyle, demokrat maskeleri ve iddialarıyla her birinin temsil ettiği şey aynıdır: güç ve vesayet. Mutlak iktidara sahip olmak istedikleri güç budalasıdırlar. Bazen vatan millet; bazen dil, din, bayrak; bazen de demokrasi derler. Yasalar, hukuk, yargı, bağımsızlık, çağdaşlık, kalkınma, adalet, zenginlik, eşitlik sık kullandıkları sözcüklerdir. “Sivilleşme” çığlıklarıyla, en kutsal kıyafetler içinde çeşitli şekiller ve sıfatlar altında gizlenen bir gücün, vesayetin temsilcisidir her biri. Öle bir güçtür ki bu emirler yağdırır, yönetir. Aldatır. Kandırır. Şantaj yapar. Suçlar. Hedefine koyduğunu “terörist” diyerek hapse tıkar. Yani o masallardaki efsanelerdeki canavarların yaptığı gibi bir lokmada yutar. Pençelerinin arasında parçalar. Yeri geldiğinde asker, polis; kimi zaman hakim savcı ama hiç şaşmaz bir şekilde her zaman medyadır o pençelerin adı.
Anlayacağınız gücün bilinen öyküsüdür bu yaşadıklarımız. Güç ebediyen var olur. Zayıflamış gibi göründüğü zaman bile güçlüdür. Değişiyor gibi göründüğü zaman bile değişmez. Değişen sadece sahipleridir. Temsilcileridir. Sözcüleri ve yorumcularıdır. Ve elbet zulmünün, baskısının niteliği ve niceliğidir değişen. Tarihin şaşmaz doğrusudur bu: Böyle gelmiştir, böyle gidiyor ve gidecektir. İnsanlık tarihi boyunca anlatılan hep, devrildiği halde hiç değişmeden kalan iktidarların öyküleridir. Çünkü eskisini, kendinden öncekini alaşağı eden her güç, içinde, devirdiği gücün tohumlarını barındırır. Baskıcıdır, şiddettir, zulümdür, sansürdür, hapisliktir be tohumların adı. Zamanla devirdiğinin devamı haline gelen bu güç; demokrasi, eşitlik, kardeşlik, sivilleşme, hoşgörü gibi yalanlarıyla herkesi zehirler. Kabuslar ve zulümler denizi çıkar ortaya. Ayrıcalıklar eski ayrıcalıklardır. Kimlerin bundan faydalanabileceği değişmiştir o kadar.
Güç sahibi bu vesayet budalalarını korkutan kendileri gibi olan diğerleri değil, maskelerinin ardına gizlediklerini görüp müesses nizamlarına itaat etmeyenlerdir. İşte tam da bu yüzdendir bu zulüm. Bilirler ki; saltanatları korkuttukları müddetçe vardır. O yüzden safsatalarını türlü çeşitli şarlatanlıklarıyla anlatırlar. Anlattırırlar. Maskelerinin ardındaki görünmesin isterler. Bunun için vesayetlerine soytarılara benzeyen çakallar- sırtlanlar istihdam ederler. Önlerindeki çanağa yem konulduğu sürece bu kokuşmuş düzeni, zulmü, demokrasi diye allayıp pullarlar soytarılar. Hatta padişah tek olsa da ortalıkta kelle kesme meraklısı soytarıdan geçilmez. Amiyane, eski püskü küf kokulu olsa da her devirde geçerli bir sloganı düstur bilir bu soytarılar “Eğer sonunda çıkarın varsa her şey mübahtır.”
Biliriz açgözlüdürler her zaman. Ellerindekilerle yetinmez, asla doymazlar. Hep daha fazlasını isterler. Her teslimiyetten faydalanmaya çalışırlar. Demagoji sultanları, ideoloji despotları, vesayet demokratları, sahte sivillerdirler. Öyledirler, böyledirler…
Çok uzattım farkındayım. Konuyu da dağıtmış gibi görünüyor olsam da aslında tam da bugüne dair bir yazı bu. Neydi? Basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü değil mi?
O halde bir alıntıyla noktalayalım bu yazının meramını. Arjantin’de diktatörlük döneminde Buenos-Aires valisi olan General Iberico Manuel Saint-Jean bakın ne demiş: “Önce tüz bozguncuları öldüreceğiz. Sonra işbirlikçilerini, ardından da sempatizanlarını, daha sonra da tarafsızları. En sonunda da korkakları.”
Gazete, Sansüre Direniş’in 103’üncü yıldönümü olan 24 Temmuz Pazar günü Evrensel ve Birgün gazetelerinin ücretsiz eki olarak tüm Türkiye’de, Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz eki olarak ise Ankara ve çevre illerde okuyucuyla buluşacak. Ayrıca Çanakkale Olay gazetesinin ücretsiz eki olarak da Çanakkale’de dağıtıldı.
Tutuklu Gazete, Ankara, İstanbul ve Çanakkale’deki matbaalarda toplam 44 bin 950 adet bastırıldı. Tutuklu Gazete, 20 bini Cumhuriyet, 12 bini Birgün, 10 bini Evrensel ve 750’si Çanakkale Olay gazeteleri tarafından olmak üzere toplam 42 bin 750 adet dağıtıldı.
Tutuklu Gazete’nin 500 adedi de TGC’nin Basın Özgürlüğü ödül törenine gelen konuklara dağıtılmak üzere 24 Temmuz akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda hazır bulundurulacak. Tutuklu Gazete, ayrıca cezaevlerindeki gazetecilere de gönderilecek.
“SANSÜRE DİRENİŞ” manşetiyle çıkan Tutuklu Gazete’nin ilk sayısında yazıları yayımlanan tutuklu ve hükümlü gazetecilerin adları şöyle:
Bedri Adanır, Nedim Şener, Müyesser Yıldız, Vedat Kurşun, Ahmet Şık, Deniz Yıldırım, Barış Pehlivan, Tuncay Özkan, Soner Yalçın, Füsun Erdoğan, Barış Terkoğlu, Suzan Zengin, Sedat Şenoğlu, Musa Kurt, Barış Açıkel, Ali Buluş, Miktat Algül, Mustafa Gök, Seyithan Akyüz, Faysal Tunç, Rohat Emekçi, Kaan Ünsal, Fazıl Duygun, Bayram Namaz, Mehmet Yeşiltepe, Hatice Duman, Halit Güdenoğlu, Ozan Kılınç, Cihan Gün, Murat İlhan, Baha Okar, Sait Çakır, Mehmet Karabaş, Sinan Aygül, Kadri Kaya, Erol Zavar, Hamdiye Çiftçi, Ahmet Birsin ve Kenan Karavil.