Dünya edebiyatının “dünya”sını nasıl tanımlarız? Bu tanımın bir kuralı olmalı mıdır? Bir merkezi var mıdır? Varsa kimler o merkezin içinde, kimler kıyısında kalır?
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin ev sahipliğini yaptığı Aralıkta Dünya Edebiyatı toplantısı, yukarıdaki soruları yine dünya edebiyatçılarıyla tartışıyor. Ondan fazla ülkenin yazarları, akademisyenleri üç gün sürecek etkinlikte, farklı başlıklar taşıyan oturumlarda bir araya geliyor.
Toplantının açılış oturumu Türkiye’nin kitapları 57 dile çevrilen “dünya yazarı” Orhan Pamuk’a ayrılmıştı. Pamuk, Columbia Üniversitesi’nde birlikte ders verdiği Prof. Dr. David Damrosch’un sorularını izleyiciler önünde yanıtladı. Harvard Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü Öğretim Üyesi Damrosch, toplantıya temel oluşturan What Is “World Literature?” (Dünya Edebiyatı Nedir?) kitabının da yazarı.
Damrosch Pamuk’a, Avrupa’nın kıyısında Avrupa hayaliyle yaşayan modernist göçmen bir yazar olarak kendisini nasıl konumlandırdığını sordu. Yazar soruyu, kendisi ve Türk Edebiyatı hakkındaki bir önyargıyı dile getirerek yanıtladı: “Batılılaşma ve kolonileşme arasında fark ayırt edilemediği için çoğu zaman bir “postkolonyal” (sömürge sonrası) yazar gibi görülüyorum. Atatürk’ün Batılılaşma projesi batıyı taklit etmekten ibaretti. Radikal şekilde Batılı olma amacından bahsedemeyiz. Ve Türkiye modernleşme sürecinde, hiçbir zaman Hindistan örneğinde olduğu gibi bir koloni olmadı. Bu nedenle ben de postkolonyal bir yazar değilim.”
“Yükselen milliyetçilik, Batı’nın bizi ezdiğini varsayıyor”
Türkiye’nin hiçbir zaman Batı’nın kolonisi olmadığına dikkat çeken Pamuk’a göre dünyadaki postkolonyal edebi çalışmaların önemsenmesi nedeniyle, tarihte hiçbir zaman Batı tarafından ezilmemiş olduğumuzu unutuyoruz. “Sanki olmuşuz gibi davranıyoruz. Son yıllarda Türkiye’de milliyetçiliğin kuvvetle yükselmesi sonucunda, kurban edilmişiz, Batılılar tarafından ezilmişiz gibi çarpıtma eğilimi var.”
Pamuk, Divan edebiyatında olduğu gibi, “sokaktaki dili yansıtmayan” geleneğin Sait Faik Abasıyanık, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Ömer Seyfettin gibi yazarların Batı’yı ve özellikle Fransız edebiyatını örnek almasıyla aşıldığını söyledi.
Damrosch’un “Kitaplarınız 57 dile çevriliyor ve dünyada Türkiye’dekinden daha çok satıyor. Hâlâ yalnızca Türkler için yazdığınızı söyleyebilir misiniz?” sorusunun hayatı boyunca kendisine yöneltildiğini belirten Pamuk, “ Bu soru 80’lerde sorulduğu zaman hafif siyasi bir anlamı vardı. ‘Ben ezilen sınıflar için yazıyorum; zaten çok büyük haksızlıklar var Türkiye’de. Ben de kitaplarımla bunları aydınlatmak istiyorum’ cevabını verince de ‘O insanlar senin kitabını mı okuyor zannediyorsun?’deyip beni bir tuzağa düşürürlerdi. Kitaplarım çevrilmeye başlayınca soru şu hali aldı: ‘Sen kitapların başka dillere çevrilsin, başka ülkelerde okunsun diye mi yazıyorsun?’” sözleriyle cevap verdi. Yazar, bu yaklaşımın arkasında Edward Said’in kült eseri “Oryantalizm”in etkisi olduğunu düşünüyor. Ve bu eleştirel soruların aslında ‘gerçekleri değiştiriyorsun, doğal değil, bazı yerleri şekerlendiriyorsun, bazı yerleri olduğundan fazla gösteriyorsun’ gibi bir iddialar taşıdığını dile getirdi.
Romanın milli hali
Pamuk’a göre bu eleştirilerin kaynağında da, romanın “milli bir sanat” olma özelliği yatıyor. Çünkü romanın çıkışında bir milletin dile getirilmemiş mahremiyetini, özel hayatının ayrıntılarını bir sistem içerisinde çerçeveleyerek, hayata bir anlam verme çabası yer alıyor. Ancak başlangıçta taşıdığı özelliği, sonsuza kadar taşıması gerekmiyor. Roman da birçok sanat gibi, kendi türünün aşamalarından geçerek değişti.
“Hâlâ yalnızca Türkler için mi yazıyorsunuz?” sorusunun arkasındaki şüpheci, hatta parmağını sallayarak uyaran bakışın arkasında da “roman milli sanattır” beklentisinin yer aldığını düşünüyor. Yazara göre bu soruyu soran Batılılar, içimizdeki milli kavgaya dışarıdan, pencereden kulak misafiri olmayı istiyor. Sizden “Hop biz burada kavga ediyoruz. Ahmet şöyle diyor. Mehmet de bu fikri savunuyor. Ben de size kavgayı anlatayım” demenizi bekliyor. Oysa bunu yaptığınızda siz kavganın içindeki konumuzu kaybedip, onu başka şekilde anlatan birine dönüşüyorsunuz ve hakikiliğiniz kayboluyor.
Orhan Pamuk, romanın, büyük bir hızla diğer dillere çevrilmesi ve birçok ülkede aynı anda yayınlanır olmasını da milli sanat niteliğini kaybetmesinde önemli bir etken olarak görüyor. “Roman sinema gibi sanatların yaygınlaşmasıyla toplumun geneline değil, daha az kişiye hitap eden ‘yüksek sanat’ haline geldi” diyor.
“O kişi kim?”
Yazar, söyleşinin sonunda edebi eserin “ikili” özelliğinden bahsetti. “Biz yazarlar kendimiz için yazarız. Ama ‘eve giderken iki ekmek al’ diye not düşmek edebiyat değildir. Edebiyat, kendin için yazarken bunun, bir başkası tarafından da okunacağını bilmek ve ona göre yazmaktır. Onunla iletişime geçmek için üretmektir. Yani karşılıklıdır.”
Pamuk bu konuyla ilgili kendi örneğini şöyle anlattı: “ İmtihan kelimesi son yirmi yılda yerini sınav kelimesine bıraktı. Oysa büyüdüğüm evde, yetiştiğim çevrede bu kelimeyi hiç duymamıştım. Ve bu nedenle de hiçbir zaman ısınamadım. Ama okur ‘ne kadar geri kafalı adam’ demesin diye kullandım.”
“Okurla ilişki kurmak için yazıyoruz. Peki o kişi kim?”
Dünya yazar ve akademisyenleri üç gün boyunca Orman Pamuk’un bu sorusunu tartışacak.