Polis şiddeti devletin korkusu

Tam da “Bu sene 1 Mayıs nispeten güzel geçti, en azından ‘makul sayıda’ da olsa bir grup Taksim’de dilediği kutlamayı ve anma törenini yapabildi” derken basına yansıdı ara sokaktaki vahşet. Vicdanı rahat etmeyen bir mahalle sakini, evinde perdenin arkasına gizlenerek kaydetti 5-6 polisin tüm günün acısını bir bedenden çıkarışlarını. Öztürk Alataş’ın adını böyle duyduk: “1 Mayıs’ta ara sokakta, yere yatırılıp dakikalarca tekmelenen genç.” Tıpkı Seyfi Tursun’u da, 23 Nisan’da Hakkari’de “Kafası dipçikle ezilen çocuk” olarak duyduğumuz gibi. İnsan Hakları Derneği’nin 2008 Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu’nda “Toplumsal Gösterilerde Güvenlik Güçlerinin Müdahalesi Sonucu Dövülen ve Yaralananlar” başlıklarının altındaki liste bir hayli kabarıktı. 2009 yılı ise daha şimdiden fazlasıyla şiddete tanıklık etmiş bulunuyor.

Devletin toplumsal gösterileri bastırma ihtiyacı duyan yapısını ve çoğu zaman birkaç kişinin bir araya gelip dile getirdiği en ufak bir hak talebine bile tahammül gösteremeyen polisin neden bu kadar kolaylıkla şiddete başvurduğunu Ferhat Kentel, Murat Belge ve Mesut Bedri Eryılmaz ile konuştuk.

Toplumsal hareketten korkan devlet

Ferhat Kentel (İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi):
Bir toplumun harekete ihtiyacı vardır. Toplumsal hareketler sayesinde, insanlar nefes alıp, rahatlar. Toplumsal hareketi bastırma ihtiyacı ise, düzenin ne kadar kutsal bir şey haline geldiğini, aslında o kutsallığın altında o düzenin ne kadar çok güç ilişkisi sakladığını anlatır bize. Siz ona kutsallık atfettiğiniz zaman altındaki güç ilişkilerini görünmez kılmış olursunuz. Toplumsal gösterileri bastırma eğilimli devleti hareketten korkan devlet olarak tanımlamak mümkün. Bu tür devlet yapısı ikna ederek, onay alarak kazanmayı beceremediği meşruiyeti şiddetle sağlar. Mesele asla sadece vatanseverlik, memleketi savunmak değil, içiçe geçmiş çıkar ilişkilerinin olduğu bir dünyayı saklamaktır. Çıkar ilişkilerini saklayan düzen o kadar önemli bir hale gelmiş ki, nefes almamızı sağlayacak toplumsal hareketlerin önüne, her türlü yol mübah görülüp engel koyuluyor. Toplumsal hareket engelleniyor, karşısında düzen kendisini sürekli olarak performe ediyor.

Askeri düzende kutlanan cumhuriyet bayramları, her sabah okullarda yapılan törenler gibi ritüellerle, aslında bu düzenin sembolik temsilinin yeniden üretilmesi ve bu sayede düzene din gibi inanmak algısı pekiştiriliyor. Çünkü devlet eskiden beri ataerkil yapısını sürdürüyor. En liberal demokratından en otoriterine, en totaliterine kadar tüm devlet yapıları erkektir. Ama devletin ne kadar iyi bir devlet olacağı, ne kadar vatandaşına saygı göstereceği muhtemelen erkeklik dozunu kısmasıyla ilgilidir. Bu erkeklik dozunun kısılmadığı en radikal durumlar da “Sen benim çocuğumsun, ben seni istediğim gibi döverim” anlayışının bir tezahürüdür.

Bu toplumun çok fazla travma yaşamış olmasına ve herkesin bir şekilde bir mağduriyet yaşamış olmasına rağmen, devlet kendi kutsallığını yaratırken bir taraftan günahkarları da yaratıyor. Devletin kutsallığı karşısında her zaman yedekte veya hazırda duran bir takım ötekiler var ve o ötekiler “kutsal” olanın karşısındaki “şeytani” olanı temsil ediyor. Aslında bize, bu devletin şiddetinden kurtulabilmek için, gücümüzün yetmediği devlete karşı olmak yerine, devletin arkasına sığınıp, şeytani olan “ötekilere” karşı kendimizi inşa etmenin yolları öğretilmiş. Yani bir yandan travma yaşıyoruz ezildiğimiz için, ama o travmayı aşmak için o devletle başa çıkmaya gücümüz yok. Dolayısıyla bizden biraz farklı gözüken birilerine karşı konumlanıyoruz. Polis de aynı şekilde travma yaşamış insanlardan oluşan toplumun üyeleri. Nasıl kimlikler kendilerini devletin tarafına koyup başörtülüler, Kürtler, Ermeniler gibi “başkalarına” karşı konumlanabiliyorsa, üniformasıyla zaten devletin tarafında olan polis de hepsinin birden karşısında durabilir. Konjonktürel olarak devlet en fazla hangisinden nefret ediyorsa, polis de en fazla ondan nefret ediyor.

İdeolojik eğitim eksikliği ve dokunulmazlık

Murat Belge (İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi): Türkiye’de polisin kolaylıkla şiddete başvurması, ideolojik eğitim eksikliğinden kaynaklanıyor. İdeolojik eğitim, “Demokrasi, insan hakkı, vatandaş nedir? Devlet memurunun vatandaşla ilişkisi nasıl olmalıdır?” başlıkları altında veriliyorsa bile, “Bu eğitim her yerde veriliyormuş, biz de mecburen veriyoruz, bizim kafada adamları getirelim, göz kırparak anlatsınlar” anlayışıyla değil, gerçekten yetkili kişilerin, gerekliliğine inanarak bu eğitimi vermeleri gerekir. Sorun insanların kafasındaki “devlet ve geri kalanı” anlayışı. Ceza kanununa göre 3 aylık hapis cezası da var, 30 yıllık hapis cezası gerektiren suç da var. Ama devlet ve düşmanları kavramı denince bizde herkes idamlık. Devletin “kötü” addettiği şeye karşı ne yapılsa meşru olduğu için, gösteride kol bacak kıran polis, “dua etsin öldürmedim” anlayışında. Devlet memurunun yargılanmasıyla ilgili 1913 yılından kalma “Memurun Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat” 1999’da sadece dili itibariyle değiştirilip, sistem büyük oranda aynı kalmıştır. 1915’te yaptıklarıyla dokunulmayan devlet memuruna, 2015’te yaptıklarından ötürü, aynı kanun sayesinde yine dokunulmaz. Polis, devletin ideolojisini benimseyip oradan da, “Tüm düşmanlarımızı yok ederiz” ve “Ben devlet memuruyum bana dokunamazsın” meşrulaştırmasını alıyor. Bütün bunlar bir araya gelince yaşananlar da kaçınılmaz oluyor.

Denetimsizliğin getirdiği rahatlık

Mesut Bedri Eryılmaz (Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi): Polis ve millet olarak gösteriden, potansiyel gerginlik taşıdığı için korkuyoruz. Sokaktaki dayak görüntüleri işkencedir ama polis bilerek ve isteyerek kameraların önünde şiddet uygulamıyor. Sinirleri kontrol edememe, kendini serbest ve denetim dışı hissetme gibi etkenler nedeniyle bunlar yaşanıyor. Ama şu da bir geçek ki denetimsizlik ve başına bir şey gelmeyeceğini bilmesi, polisin daha rahat hareket etmesini sağlıyor.


2009 yılında son günlerde polis şiddetiyle ilgili akılda kalan bir kaç örnek şöyle:

*
4 Nisan’da Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Ömerli köyünde, Abdullah Öcalan’ın doğum gününü kutlamak üzere toplanan gruba polis tazyikli su ve biber gazıyla müdahale etti. Grubun dağılmak istememesi sonucu çıkan çatışmada 2 gösterici öldü 7’si de yaralandı.

*
4 Nisan’da Beşiktaş taraftarları, takımlarının Kayserispor ile yapacağı maç öncesi Yıldız’dan İnönü Stadı’na kadar meşaleli yürüyüşle eşlik etmek istedi. Polis, yol kapandığı için taraftarı tazyikli su ve gaz bombasıyla dağıtmaya çalıştı. Tazyikli su nedeniyle taraftarlar yerlerde sürüklendi ve çok sayıda vatandaş gaz bombasından etkilendi.

*
6 Nisan’da Ankara’da, ABD başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyaretini protesto eden Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) üyesi gruba polisin müdahalesi yine çok sert oldu. Gözaltına alınan bazı göstericilerden tekmelenerek yaralananlar dikkat çekti.

*
23 Nisan’da Hakkari’de yapılan gösteriyi polis dağıttı. Gösterici çocuklardan 14 yaşındaki Seyfi Tursun, bir özel harekat polisinin tüfek dipçiği darbeleriyle ağır yaralandı.

*1 Mayıs’ta İstanbul’daki kutlamalar sırasında, göstericilerin, Taksim’e ulaşmamaları için her türlü önlemi alan polis, “makul sayı” dıyınrdaki gruplara göz açtırmadı. Polisle çatışmaya gridiği iddia edilen göstericilerden 27 yaşındaki Öztürk Alataş, Tarlabaşı Al Hatın Sokak’ta polislerin yolun giriş ve çıkışları tutması nedeniyle bir evin girişine sığındı. Polislerin onu fark etmesiyle etrafını sarmaları bir oldu. Polisler Öztürk Alataş’ı ortalarına alıp öldüresiye dövdüler. Bir vatandaş olayı evinden kameraya kaydettiği için görüntüler basına yansıdı.