Saat 01:05. Burası Taksim. Burası Gezi Parkı.

Saat 01:05. Burası Taksim. Burası Gezi Parkı. Su anda Taksim’de gençler başardıkları işin coşkusunu yaşıyor, televizyonda birtakım ihtiyarlar onların yaptıklarını yorumlamaya çalışıyorlar. Onlardan biri olmak istemiyorum.

İstemiyorum çünkü Taksim’e, Gezi Parkı’na bakan ihtiyarlar anlamıyorlar. Hala kendi gözlükleriyle bakıyorlar. Hala kendi aralarındaki terminolojiyle konuşuyorlar. Hala yıllar öncesinden kalmış bakış açılarını sergiliyorlar. Hala her cümleleri ölçülü, her yorumları denge peşinde. Alana çıkanların karşısındaysalar makul görünümlü cümlelerin ardından kırk yıllık türküleri söylüyorlar, yanındaysalar ağdalı ve yine kırk yıllık marşları.

Beklemiyorlardı çünkü. Ben de beklemiyordum.

On iki yıldır bir üniversitede, Taksim’e, Beşiktaş’a, Kadıköy’e çıkanların, çıkanlara öncülük edenlerin yasında gençlerin arasındayım. Onlara konuşuyorum, onları dinliyorum. Sevdiklerim kızdıklarımdan çoktur.

Ama ben de beklemiyordum.

Dünyada olup bitenlere ilgisizler sanıyordum. Ellerindeki akıllı telefonlarından başka dünyaları yok sanıyordum. Okumayı sevmezler sanıyordum. İnsanlığın birkaç bin yıllık kültürel birikimi umurlarında değil sanıyordum. Kendi yakın çevrelerinin dışında olup bitenlere duyarlı değiller sanıyordum.

Yanılmışım. Hem de nasıl yanılmışım.

Göstermiyorlarmış cevherlerini. Bizim, ihtiyarların karsı çıkma biçimlerimizi, siyaset yapma yaklaşımımızı, yönetme, öğretme tekniklerimizi beğenmiyorlarmış. Belki nezaketten, belki kalbimizi kırmamak için yüzümüze söylemiyorlarmış, hepsi bu.

Biriktiriyorlarmış. Onlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyenleri, nerede yaşamaları gerektiğini söyleyenleri, ne giymeleri, ne dinlemeleri, ne okumaları gerektiğini söyleyenleri duyuyor ama umursamıyorlarmış. Biz o umursamazlığı, önemsemezlik sanmışız.

Önemsiyorlarmış, biriktiriyorlarmış.

İhtiyarları peşlerinden sürüklediler.

Direnişin üç beş ağacı korumaya çalışan elli altmış aktivistin meselesi olmaktan bütün Türkiye’ye yayılan bir toplu direnişine nasıl sıçradığı konusunda birçok tahlil yapılıyor. Yarısı doğrudur muhtemelen. Olan bitenin üzerinden zaman geçince, çok daha doğru tahliller yapılacaktır. Umurumda değil.

Sonra birden dur dediler. Öyle olmaz dediler. Nasıl olacağını gösterdiler.

İşin hayran kaldığım, belki de en önemli yanı, bizi de peşlerinden sürüklediler. İhtiyarları, o çok bilenleri, her şeyi bilenleri, iktidardakileri, muhalefettekileri, iktidarı da muhalefeti de beğenmeyenleri, annelerini, babalarını, kendilerini onların da annesi babası sayanları…

Günlerdir onları konuşuyoruz. Yaptıklarını, yapmadıklarını. Akıl veriyoruz, açıklama yapıyoruz, emir veriyoruz, durumu idare etmeye çalışıyoruz. Olmadı, yanlarında yürüyoruz. Olmadı, yürümelerine izin veriyoruz. Karşı taraftaysak durdurmaya çalışıyoruz. Bizi dinlemiyorlar. İyi ediyorlar.

O yüzden yaptıklarını kendileri tahlil edip, kendileri teşhis edene kadar çenemi kapayacağım. Bundan sonra nereye gitmek istediklerini söylediklerinde, anlamaya çalışıp, onları destekleyeceğim.

Bilim anlamamıza yardım edecek ama.

Ancak siz, bu satırları okuyanlar, burada olup bitenleri anlamaya çalışıyorsunuz. Sakin olun. Size, durumu tam olarak teşhis etmeye gücünün yetmediğini fark etmiş ihtiyar bir polisiye roman yazarı olarak borcumu iki yoldan ödeyeceğim. Birincisinde desteğim, üniversite. Bilim.

Mensubu olduğum İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden iki bilim insanı, Esra Ercan Bilgiç ve Zehra Kafkaslı, online ortamda, 20 saat içinde ve 3000 direnişçi tarafından cevaplanan bir anket uyguladı. Birkaç saat önce çalışmalarının özet sonuçlarını açıkladılar. Birlikte bakalım.

Ankete göre bir haftadır süren bu direnişe katılanların yüzde 60’ı 19-30 yaslarında. yüzde 54’ü daha önce hiçbir eyleme katılmamış.  yüzde 70’i kendisini hiçbir partiye yakın hissetmiyor. Biz ihtiyarların bu kitle hakkında neden yanıldığımızı açıkça ortaya koyduğunu düşünüyorum bu rakamların. Bunlar genç insanlar, bizim tabirimizle apolitikler, şimdiye kadar ortada yokmuşlar.

Protestolara neden katıldıklarıyla ilgili rakamlar çarpıcı. yüzde 93’ü protestolara katılma nedenlerinin başbakanın otoriter tavrı olduğunu söylüyor. Polisin orantısız şiddetini neden olarak gösterenlerin oranı yüzde 91. Demokratik hakların ihlali gerekçesi yüzde 91. Açık. Bana babamın bile göstermediği tavrı gösterme diyorlar.

Demokratik haklarımı biliyorum, saygı göster diyorlar. Beni dövmeye kalkma diyorlar. Kim olduklarına gelince: yüzde 81’i özgürlükçüyüm diyor. yüzde 64.5’i laikim diyor. yüzde 92’si Adalet ve  Kalkınma Partisi seçmeni değilim diyor. yüzde 75’i muhafazakâr değilim diyor.

Protestoların sonucunda ne istedikleri sorulunca yüzde 96 oranında iki cevap çıkıyor. Polis şiddeti dursun ve özgürlüklere saygı gösterilsin. Arada yeni bir siyasi parti kurulsun diyenler de var: Yüzde 37. Merak edenler için söylüyorum, herhangi bir askeri müdahaleye karsı olanların oranı yüzde 79.5.

Bunlar da benim izlenimlerim:

Rakamları doğru okuyacağınıza eminim. Simdi borcumun ikinci taksidi geliyor. Gördüklerini, duyduklarını doğruya yakın soyutlama donanımına sahip olduğuna inanan bir roman yazarının izlenimleri.

Önem sırasına göre değil elbette aşağıya yazacaklarım.

Dirençliler: Hayatlarında hiç  yaşamadıkları bir devlet şiddetine karsı kolay kolay vazgeçmeyecek kadar dayanıklılar. Saatler süren gaz bombası saldırılarına karsın, vazgeçmediler. Dayandılar. Bir sonraki gün gelip, yine dayandılar.

Dayanışmacılar: Hayatlarında hiç karşılaşmadıkları, her yaş, her eğilim, her yaşam tarzından insanlarla yan yana durdular. Yardımlaştılar. Üstelik bunu en doğal biçimde, her gün öyle yaşıyorlarmış gibi yaptılar.

Çevreciler: Direnişin başındaki ağaçları koruma kıvılcımı bir yana, çevreye, doğaya, hayvanlara zarar gelmemesi için ellerinden gelini yaptılar. Birbirlerini binlerce kez uyardılar, çizgi dışına çıkanları defalarca engellediler.

Müziği seviyorlar: Şarkılar söylediler, şarkılar uyarladılar, şarkılar bestelediler. Çaldılar, söylediler, dans ettiler. Mizahı seviyorlar: En zor anlarında espri yaptılar. Dalga geçtiler. Küfrettiler. Küfretmeden küfrettiler. Duvarları her biri birbirinden yaratıcı sloganlarla süslediler.

Anadan doğma internetçiler: Elektronik medyayı ve mobil ortamı tam olarak kullandılar. Bilgi akısını, duygu paylaşımını, stratejik uyarıları mükemmel yönlendirdiler. Geleneksel medyanın ilk günlerdeki sessizliğinin eksikliğini doldurdular, bunu yaparken kocaman kocaman gazetecileri, televizyoncuları utandırdılar.

İnsancıllar: Onlara gaz bombası atan, su sıkan polise bile özenli davrandılar. Kendilerine uzak dünya görüşlerindeki insanlara dışlayıcı olmadılar.

Kadirbilirler: Kendilerine anlayanları, sıcak bakanları, destek olanları hemen algıladılar, algıladıklarını belli ettiler. Teşekkür ettiler.

Tek yönlü değiller: Gündüz işlerine, okullarına gittiler, akşam olunca sokağa çıktılar. Kravatlarını çıkarıp gaz maskelerini taktılar. Hem çalıştılar, hem çatıştılar.

Uyanıklar: Sahte duyarlılıkların, aldatmacaların, provokasyonun kokusunu hemen aldılar. Yemediler. Kimiyle dalga geçtiler, kimini engellediler.

Burada yazdığım her maddeyi doğrulayan fotoğrafları, videoları belki gördünüz, belki görmediniz. Bir bakın isterseniz. Hayran kalacaksınız. Türkçe anlamayanlar için üzgünüm, bazı esprileri, zeka patlamalarını anlayamayacaksınız. Anlamak için elinizden geleni yapın.

Oğlum daha dönmedi.

Saat 01:05. Burası Türkiye. Burası Gezi Parkı. Ben evdeyim. 55 yasındaki eşim mahallemizdeki küçük protestodan yeni döndü. Paris’te yasayan büyük oğlum günlerdir burada olmadığı için kahroluyor. Eksiğini oradaki gösterilere katılarak tamamladı. 20 yaşındaki küçük oğlum hala Gezi’de, daha dönmedi. Onun için hiç endişelenmiyorum. Yanında tanıdığı üç arkadaşı, tanımadığı yüzbinlerce arkadaşıyla birlikte. Ona benim hiç öğretemediklerimi öğreniyor, dönünce bana öğretecek.

William Wordsworth: “The child is the father of man.” Evet, bu aralar öyle.