“N’oldu Ali Usta?” diye sordum. Kafasını iki elinin arasına almış, sıkıntılı bir şekilde oturuyordu. Oysa o gün görüşeceğimi günler öncesinden biliyordu.
“İstersen bugün yapmayalım” dedim.
“Yoo, yapalım” diye cevap verdi.
Ama pek de bir şey değişmedi. Sorduğum hemen her soruya birkaç kelimeyle cevap verip, kendi karanlığına gömüldü.
Bu karanlık hayatına 20 yıl önce çökmüştü. İstiklal Caddesi’nin en şık ve nazik esnafı Ali Topçuoğlu’nun yıllar sonra açabildiği içli köftecisine “Sabırtaşı” ismini vermesi tesadüf değildi.
Onun hayatını, Şener Şen’in oynadığı Züğürt Ağa karakterine benzetmemek mümkün değil. Herhangi bir köyün ağası değildi belki ama hali vakti yerinde, hayatında para sorunu yaşamamış biriydi. Ailesi, kentin hatırı sayılır ailelerinden biriydi. 1936 doğumlu Topçuoğlu, çok sevdiği ve hiç ayrılmadığı Kahramanmaraş’tan yıllar sonra uzaklaşmak zorunda kalacaktı.
Hayatı, hiç ummadığı bir anda değişiverdi. Kefil olduğu bir arkadaşı borcunu ödeyemedi. Üstelik ortadan kaybolmuştu. Ali bey, arkadaşını ne şikâyet etti ne de aramaya koyuldu. Ama onun borcunu kendinin bildi. Önce bakliyat ticareti yaptığı dükkânını kaybetti. Bunu evi izledi. Baba evini yitiren ve memleketinde kimsenin yüzüne bakamayacağını hisseden Ali 53 yaşında, gurbet yoluna düştü. Eşi Fatma Topçuoğlu ile beraber, ancak altı çocuğunu Kahramanmaraş’ta bırakarak, 1988’de ona kadar hiç görmediği İstanbul’a geldi. Ne yapacağı konusunda ise bir fikri yoktu.
“İçli köfte yapsam satar mısın?”
Otele parası yetmediği için, karısıyla birlikte bir arkadaşının Gaziosmanpaşa’daki atölyesinde yatıp kalktılar. O ana kadar ticaret dışında bir işle uğraşmamıştı, ama elinde bunu devam ettirecek bir kaynak da yoktu. Öneri karısı Fatma’dan geldi: “İçli köfte yapsam satar mısın?” Ali Bey, sermaye olarak sadece bir piknik tüpü ve tencere, ancak bolca emek gerektiren bu teklifi hemen kabul etti. Beyoğlu’ndaki kahvehaneleri içi çiğ börek ve içli köfte dolu tenceresiyle dolaşmaya başladı. İş fena gitmiyordu. Ve kendi ayakları üzerinde durmaya başlayıp, Gaziosmanpaşa’da bir ev kiralamaya muvaffak olduğunda çocuklarını da İstanbul’a getirdi.
Beyoğlu’na sık uğrayanlar onu, 1990’ların başındaki ilk bu görüntüsüyle hatırlayacaktır. Titizliği her halinden belli, beyaz önlüklü ve her daim kravatlı Ali Usta camlı tepsisiyle caddede dolaşır çoğu kez de Atlas Pasajı’nın girişinde beklerdi.
Nazik yaklaşımı ve elbette içli köftesiyle Ali Usta, zamanla İstiklal Caddesi’nin aranan simalarından biri oldu. Bu talep onu kahvehanelerden, lüks otellere gitme konusunda yüreklendirdi. Ama hâlâ kazandığının çoğunu borcuna ayırıyordu.
1992’de Harbiye Radyoevi’nin kantinini kiraladı ve yedi yıl boyunca bu kantini çocukları işletti. Ancak ne içli köfteden, ne de bu kantinden gelen para da borcun kapanmasına yeterli değildi. Bu kısır döngü paçasını tefeciye kaptırmasına neden oldu. Ve borcunun neden olduğu bu beladan 14 yıl sonunda kurtulabildi.
“Sabırtaşı benim”
Tencere içinde sattığı içli köfteleri ve çiğ börekleri camekânlı tezgâhta satmaya başladı. Tezgâhını hiç bırakmadı ama 2004 yılında Galatasaray’da bir pasajın 5. katında bir yer kiraladı ve “Sabırtaşı” lokantasını açtı. “O sabırtaşı benim aslında” diyordu, “sabrımızın sonunda verdik bu ismi dükkânımıza” diyordu. “Ben 53 yaşında İstanbul’a geldim, elimde tepsim dolaşmaya başladım. Allah’a şükür bugünleri gördüm. Mücadele etmeden aşılmıyor güçlükler.”
Ali Usta, caddeyi bırakmamıştı yine de. Pasajın girişindeki tezgâhının başında duruyordu, son günlerine dek. Tezgâhının “şube”lerini açmak istiyor, kendisine zorluk çıkaran belediyeden yakınıyordu.
Son görüşme
Mart ayındaki bu görüşmeden sonra sadece bir kez gördüm Ali Usta’yı. “20 yıldır buradayım, alışamadım şu İstanbul’a” diyordu. Kahramanmaraş’ı çok özlediğini ve bir gün mutlaka oraya geri dönmek istediğini, buradaki evini de işini de gözü arkada kalmaksızın bırakabileceğini dile getiriyordu.
Ali Topçuoğlu’nun ölüm haberini, yazılarında zaman zaman ondan bahseden Kanat Atkaya’dan aldık. Atkaya, 9 Mayıs tarihli yazısında Ali Usta’nın oğlu Mustafa Topçuoğlu’dan gelen mektubu yayınlaşmıştı. Babası 30 Nisan’da vefat etmiş, 1 Mayıs’ta “hep özlemini çektiği, doğduğu topraklara” ancak ölümünden sonra dönebilmişti. Maraş’ın Türkoğlu ilçesinde toprağa verildi.
“Vefatından sevdiklerinin haberi yok” diyordu Mustafa o mektupta. Bir seveni olarak aradım oğlu Mustafa’yı. “Son bir ayda ne keyfi yerindeydi ne de iştahı. Kendi kendine doktora gitti, mide ülseri dediler, tahliller yaptırdı. Yine bir başına tahlil sonucunu öğrendi, mide kanseriydi. Önce midesini, ardından dalak ve ciğerini de aldılar. Ameliyattan sonra 18 gün boyunca yoğun bakımda kaldı” diye anlattı babasının son günlerini.
Şimdi o devam ettiriyor babasının işini. Beyoğlu’nun beyaz önlüklü simgesi anılarımızda ve sabır abidesi Sabırtaşı’nda yaşıyor.