Alper Görmüş
Geçen yıl bu zamanlarda, Noktadergisinde, bir hafta sonra (29 Mart 2007) yayımlanacak “Darbe günlükleri… 2004’te iki darbe atlatmışız: Sarıkız ve Ayışığı” kapağı ile ertesi hafta yayımlanacak olan “Genelkurmay’ın sivil toplum örgütleriyle işbirliği planı” kapağı üzerinde çalışıyorduk. Biz çalışmalarımızı yürütürken, çok sayıda sivil toplum örgütü de, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde, ilki 17 Nisan’da Ankara’da yapılacak olan “Cumhuriyet mitingleri”nin hazırlıklarını sürdürüyorlardı.
Gerek darbe günlüklerindeki kimi tespitleri, gerekse de Genelkurmay belgesindeki yaklaşımları bilen biri olarak, söz konusu mitingler benim gözümde bambaşka bir anlam kazanmıştı. Günlüklerde, aylar süren darbe planlarının işleyemeyeceği tespiti yapıldıktan sonra, “sivillerin öne çıkarılacağı” yeni tipte bir müdahale konsepti belirleniyordu. O zamanlar Nokta’da şöyle yazmıştım: “Şöyle diyebiliriz: Siyasete müdahale ‘sivil’ güçler kullanılarak ve böylece görünürde meşruiyet alanı içinde kalınarak gerçekleştirilecektir önümüzdeki dönemde. Tam bu noktada, bu ‘güç’lerin en ön sırasında eski Jandarma Genel Komutanı, şimdiki Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Şener Eruygur’un bulunduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.”
Yalnız dikkat: 2004’te söz konusu olan, klasik bir darbenin imkânsızlığı üzerinde bir fikir birliğine varılmış olmasıydı. Yoksa, siyasete müdahaleden vazgeçilmiş değildi, değişen yol-yordamdı yalnızca. Nokta’da, bu yeni durumu şöyle izah etmiştim: “O yöntem ne mi? Bunu, 3 Mart 2004’te Ankara Sanayi Odası’nın (ASO) salonunda yapılan ve ‘ulusalcı-siyasi’ bir gösteriye dönüşen ‘Hilafetin kaldırılmasının yıldönümü’ toplantısına ilişkin olarak Özden Örnek’in notlarında neler yazıldığına bakarak açıklamaya çalışalım: ‘ATO’da yapılan panele tüm kuvvet komutanları eşli olarak katıldık. Genelkurmay Başkanı İsveç’te olduğu için,Hava Kuvvetleri Komutanı ise dün şehit olan pilotların cenaze törenine Konya’ya gittiği için bu panele katılamadılar. Bu paneli el altından biz teşvik ettik. Çoşkulu ve tatmin edici bir toplantı oldu. Salona girdiğimiz zaman katılanlar bizleri alkışladılar ve ‘Cumhuriyetin Koruyucuları’ diye slogan atmaya başladılar.’”
Darbe günlükleri kapağını izleyen hafta yayımlanan “STK’nın işbirliği yapabileceği sivil toplum örgütleri” çalışması da günlüklerde tespit edilen yeni “sivil darbe” konseptiyle mükemmel bir uyum içinde görünüyordu. Gerek günlükler, gerekse Genelkurmay çalışması 2004 tarihini taşıyordu. İşte bu nedenle “TSK ve sivil toplum örgütlerinin ilişkileri”ni ele alan kapağımızı şu spotla yayımlamıştık: “2004’teki konsept bugün de geçerliyse, günümüzdeki sivil eylemlerin sivilliğine inanmak çok zor.”
Bu kapak, 17 Nisan’daki büyük mitingde parçalanmak üzere alana getirilmiş, ardından da gereği yapılmıştı. Ben ise o günden bu yana ortaya konan “sivil” eylemlerin, katılanların kişisel niyetleri ne olursa olsun otoriter kesimlerce yönlendirildiğini ve amacın Türkiye’yi yönetilemez hale getirdikten sonra siyaset üstü-demokrasi dışı bir yönetimi realize etmek olduğunu savunuyorum. Bugün, Ergenekon soruşturmasından sızan kimi iddialar, kim ne kadar şaşırırsa şaşırsın, eski sağ-sol kamplaşmasının argümanlarıyla asla anlaşılamayacak garip ideolojik akrabalıkların artık iyice kökleştiğini gösteriyor.
Gazetelerde çıkan iddialara bakılırsa, birileri, Türkiye’yi yönetilemez hale getirmek için bir iktisadi krizi dahi göze alabilmişler. Hatta bir siyasi el koyuş için iktisadi krizin uygun bir araç olabileceğine dair fikirler bile var. Bu bilgilerin ne ölçüde sahih bilgiler olduğunu bilemeyiz, fakat meseleyi “kanun ve suç” çerçevesinden çıkartıp ideoloji ve siyaset çerçevesine oturtursak, bu türden delillere hiç ihtiyaç duymayız bile.
Çünkü biz biliyoruz ki, en son gözaltına alınan kişiler de dahil olmak üzere Türkiye’de bazı kimseler iktidarda bir “düşman”ın oturduğuna inanıyor ve ona karşı siyasi mücadelenin “saçma” olduğunu düşünüyorlar. Çünkü siyaset ve muhalefet “biz”den olana karşı yapılır; bu yanıyla muhalefet, muhalefet edileni meşrulaştırıcı bir rol de oynar. Oysa “düşman”a karşı yürütülecek yegâne mücadele biçimi “imha”dır. Ve bu uğurda, gerekirse, kendi ülkenizin maddi değerlerinizi de ortadan kaldırmayı göze alabilirsiniz.
Ülkenizin yabancı bir güç tarafından işgal edildiğini ve yönetilmekte olduğunu düşünün. Siz de düşmana karşı mücadele eden bir direniş organizasyonunun parçasısınız. Tavrınız, mesela düşmanın elektriksiz bir bölgeye elektrik getirmesinden memnun kalacak sıradan insanlardan çok farklı olacaktır. Siz, işgal yönetimini zor duruma düşürecek, yönetemez hale getirecek her türlü yöntemi haklı olarak kullanacağınız için, böyle bir durumda, son tahlilde sizin ülkenizin zenginliği olan elektrik alt yapısını, ya da başka alt yapıları tahribe yönelirsiniz. Türkiye’deki ittihatçı azınlık ideolojisinin gözünde “gericiler”e oy vererek onları iktidar yapan sıradan insanlar, düşmanın bölgelerine elektrik getirmesinden hoşlanan insanlardır. Ve onlardan nefret ederler.
Bu azınlığın gözünde, sıradan çıkarları için “düşman”la işbirliği yapan sıradan insanların hiçbir önemi yoktur. Onların “oy”larının hiçbir değeri yoktur. Nitekim Doğu Perinçek, gerek 2002 gerekse de 2007 seçimlerinin hemen ardından seçimleri de iktidarı da gayri meşru ilan etmişti.
Mehmet Altan, bu yazının girişinde kısa bir bölümünü aktardığımız yazısına “İttihat ve Terakki’nin sonu mu?” başlığını uygun görmüştü. Bunu bilemeyiz, ama 2004’ün Sarıkız’ı ve Ayışığı gibi, 2008’in Ergenekon’unun da o geleneğin devamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
NOT. İlhan Selçuk’un gözaltına alınış biçimini “hoyratlık” sözcüğüyle anlatabilirim ancak. Hafta sonunda telefonla görüşlerimi aktardığım bir kanalda da bu duygumu ifade etme fırsatını buldum. Fakat söylemeden geçemeyeceğim: Cumhuriyetgazetesi, tam bir yıl önce Nokta’nın başına gelenlerle ilgili olarak en küçük bir itirazda bulunmadığı gibi, gazetenin kimi yazarları, dergiyi, en küçük bir delil göstermeksizin “ordu karşıtı, bir cemaatin yayın organı” diye suçlamaktan geri durmamışlardı.