Sera gazlarını halının altına süpüreceklerdi…




Nıvart Taşçı

BM Nüfus Fonu’nun 2007 Temmuz ayında yayınladığı rapora göre tarihte ilk defa küresel kent nüfusu kırsal nüfusu geçmiş bulunuyor. Sanayileşmeye paralel hızda ilerleyen kentleşme, toprağın “öteki” sakinlerini de giderek daralan bir alanda, günden güne azalan besin kaynaklarıyla yetinmeye zorluyor. İklim değişimine uyum sağlamakta zorlanan memelilerin, ilaç, tekstil ve gıda piyasasında satış değerine sahip hayvanların ve bitkilerin sayısı normalin 100 ila 1000 katı bir hızla azalıyor. WWF’nin verilerine göre 35 yıl öncesine kadar varlığını sürdüren canlıların sadece dörtte üçü hâlâ hayatta. 1992’de, 200 ülkenin altına imza atmasıyla hayata geçirilen BM Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu, işte bu hızlı yok oluşla mücadeleyi hedefliyor.

Konvansiyonun, 200’e yakın siyasi parti temsilcisini ve 100’ü aşkın bakanı bir araya getirdiği son toplantı mayısta Almanya’da gerçekleştirildi. 2010’a kadar biyoçeşitlilik kaybında “kayda değer azalma” sağlanmasının kararlaştırıldığı, ormanların ve denizlerin korunmasında kullanılacak bütçelerin görüşüldüğü toplantının resmi kayıtlara geçmeyen fakat belki de en önemli kararı, “okyanus gübrelemesi” projelerinin askıya alınması oldu.

Teknoloji her derde deva mı?

Biyoteknolojinin açlık, hastalıklar, çevre kirliliği, ekolojik yıkım gibi alanlara sirayet etmiş sorunları çözme iddiasının son noktasını okyanus gübrelemesi oluşturuyor. Küresel ısınmanın temel nedenlerinden sayılan karbondioksit CO2 oranlarını aşağı çekeceği iddia edilen bu yöntemde, demir parçacıkları gibi bazı özel maddeler okyanus açıklarına pompalanarak, bunlarla beslenen planktonların üremesi tetikleniyor. CO2 emen bu canlıların sayısındaki artışın atmosferdeki CO2 oranını azaltacağı düşünülüyor. CO2, sıcaklıklardaki normal dışı değişimlere neden olan sera gazlarının başında geliyor ve en büyük kaynağını fosil yakıtları oluşturuyor. Büyük ölçüde fosil yakıtlarına dayanan sanayisinden taviz vermek istemeyen Avustralya, Brezilya ve Çin, bu yöntemin en büyük taraftarları olarak karşımıza çıkıyor.
Denizlerdeki karmaşık ekosistemi nasıl etkileyeceği öngörülemeyen okyanus gübrelemesinin diğer bir destekçisi de Kyoto Protokolü’nü imzalamaya yanaşmayan ve küresel CO2 salımlarının dörtte birinden sorumlu olan ABD.

Sera gazı salımlarının 1994’deki düzeylerin yüzde 5 altına çekilmesini hedefleyen Kyoto Protokolü’nün sadece gelişmiş ülkeler açısından bağlayıcılığı bulunuyor. Sanayiye hiçbir müdahalede bulunmadan çözüm üretmeyi vaat eden bu “hızlı onarım” yöntemi, gelişmiş ülkeler açısından karbon kredisi anlamına da geliyor.

Kyoto Protokolü hedeflerine ulaşamayan ülkelerin, başka ülkelerden “salım düzeyi kotası” satın alabilmelerinin yolunu açan karbon piyasası, gübreleme şirketlerinin asıl hedefini oluşturuyor. Bu yöntemle küresel ısınmayla mücadeleye katkı sunulacağı, hatta plankton düzeylerinin artırıldığı bölgelerde balıkçılığın da canlanacağı gibi iddialar, konvansiyona üye ülke temsilcileri açısından da inandırıcı bulunmamış görünüyor.

Gübreleme şirketleri denemelere başladı

Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu toplantısında Afrika ülkelerinin başını çektiği gübreleme muhalefeti, AB ülkeleri, Norveç, Kanada, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinin de bastırmasıyla, “uygun bilimsel zemin sağlanmadan ve olası riskler değerlendirilmeden hayata geçirilmemesi” kararına dönüştürüldü. Araştırmalar şimdilik küçük ölçekli ve denetimin sıkı tutulduğu denemelerle sınırlandırılacak. Bununla birlikte karbon kredisi satışlarından kâr sağlama niyetindeki şirketlerin, milyon dolarlık bütçeler ayırdığı bu projeden kolay kolay vazgeçmeyeceği düşünülüyor. Nitekim merkezi ABD’de bulunan Planktos ve Climos ile Avustralya menşeli Ocean Nourishment Corporation (ONC) isimli şirketlerin deneme çalışmaları ve lobi faaliyetleri devam ediyor.

Denemeler için ülkelerarası anlaşmalardan muaf tutulan ve izin gerektirmeyen uluslararası sular tercih ediliyor. Planktos bir yıl önce, şiddetli tepkilere rağmen Galapagos Adaları’nın etrafındaki 10 bin kilometrekarelik bir alanda denemelerine başladı. ONC ise Filipinler’i oluşturan adalar topluluğu ile Borneo Adası arasında yer alan Sulu Denizi’ni gözüne kestirdi. Bonn’daki toplantıda en fazla lobi faaliyetlerinde bulunan Climos, 15 bin kilometrekarelik alanın demir boşaltımına harcanması için 4 milyon dolarlık bütçe ayırdığını açıkladı.

Yenilenebilir enerji kaynaklarından veya karbon depolama istasyonlarından çok daha ucuz olan bu yöntemde 1 ton CO2’nin toplanma maliyeti 50 dolardan 4 dolara çekilmiş oluyor. Karbon piyasasının 2006’dan bu yana katlanarak büyüdüğü göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu yöntemlerin geçerlilik kazanmasıyla hükümetlerin sıraya gireceği düşünülüyor.

Parayı bastırana kirletmek serbest

İnsan kaynaklı en önemli sera gazı CO2, son 50 yılda yaşanan ortalama sıcaklık artışlarının en büyük nedeni olarak gösteriliyor. Atmosferdeki CO2 yoğunluğunun azaltılmasını hedefleyen Kyoto Protokolü gibi projeler, CO2 salımlarının kademeli olarak azaltılması ilkesine dayanıyor. Diğer yandan atmosferdeki karbonun birincil kaynağı olan kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtları, küresel enerjinin yaklaşık yüzde 80’ini karşılıyor. Karbon kredisi, fosil yakıtlarının kullanımına dayalı sanayide altyapı değişikliğine gitmek istemeyen ülkeler için avantaj sağlıyor. Sera gazı salımlarını hedeflenen düzeyde tutmakta zorlanan ülkelere, bu konuda daha başarılı olan ülkelerden “kredi” alma imkânı tanıyan karbon kredisi sistemi, şimdiden milyarlarca dolarlık sermayenin aktığı bir pazara dönüşmüş durumda.

Japonya, Kanada, İtalya, Hollanda ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerin büyük bölümü karbon kredisi için bütçelerinden pay ayırıyor. Bu ülkeler enerji, petrol ve doğalgaz kuruluşlarıyla işbirliği yaparak, mümkün olan en fazla sayıda karbon kredisini en uygun fiyata almaya çalışıyor. Zorlu görüşmelerin ardından varılan bir kararla, ülkeler artık karbon emme özelliğini artıran bazı girişimler karşılığında da kredi kazanabiliyorlar.

Ağaç dikme ve toprağın korunması gibi bu etkinlikler, ülkenin kendi topraklarında ya da gelişmekte olan ülkelerin toprakları üzerinde uygulanabiliyor. Atmosfere salınan sera gazı miktarını kontrol edilebilir düzeylerde sabitlemeyi hedefleyen bu sistemin endüstriyel kirliliği belli bölgelerde yoğunlaştırıcı etkisi ise neredeyse hiç gündeme getirilmiyor.