Siyaset Atatürk’ün ardında

Mustafa Alp Dağıstanlı

CHP lideri Deniz Baykal’ın “Önce Atatürk’le uzlaş” diye Başbakan Tayyip Erdoğan’a çağrı çıkarması, düpedüz, siyasetin lağvedilmesi önerisiydi; başka bir şey değil.

Baykal’ın seslenişi bir öneri gibi görünse de, buyurgan bir tutum. Baykal da, ne kadar nazik söylenirse söylensin, Türkiye’deki ideolojik ve psikolojik baskıdan dolayı bu ifadenin bir tahakküm aracı olduğunu biliyor. Bu yüzden kabalığa ve sertliğe yeltenmiyor. Ama bu baskının kendisi ve onun eseri olan ortam başlıbaşına kaba ve sert.

“Ben Atatürkçü değilim” sözünü Nadir Nadi gibi Atatürkçülüğünden şüphe edilemeyecek birinin ironik tavrıyla değil de, bir siyasi tutumun yalın ifadesi olarak söylemesi bu ülkede hafsalaların alabileceği bir şey olarak görülmüyor. Atatürkçü/Kemalist olmamak suç!

Peki, neden siyasetin alanını daraltmak sayılmıyor bu? Siyasetin alanını daraltmak için darbelere ne hacet; zaten dar ve herkes daraltıyor zaten. Erdoğan’ın Baykal’a verdiği cevap da yine dar bir alana kapı-pencere açacak nitelikte: “Paralardan Atatürk’ün resmini senin partin kaldırdı.” Evet, belki ağzının payını vermiş oldu böylece, ama bu cevap, Baykal’ın davet ettiği siyasetdışı zemini kabullenmek, en azından siyasetin alanını genişletecek bir adım atma cüretini gösterememek demek. Yazık.

Baykal iki gün sonra da, bu kayıkçı kavgasında, Erdoğan’ın cevabına cevap verirken aynı şeyi daha açık biçimde söyledi: “Gel sen de Atatürk’ün arkasında siyaset yap.”

İyi de, o zaman tek partiden başkasına neden ihtiyaç olsun? Zaten bir –mış gibi yapmaktan öteye götüremediğimiz demokrasimizi tam bir müsamereye çevirmiş olmayacak mıyız böylelikle?

Hem sonra nasıl uygulayacağız bunu? Bir “Tek Adam” yok –kimilerine göre malesef! O “tek adam”ı tek adam olarak tutacak, saydıracak ortam ve araçlar da yok. (Siyasi partilerimizin iç işleyişleri hâlâ tek adama dayanıyor tabii.) Dolayısıyla/ve muvazaa partisi kurma zilletini kabul edecek bir Fethi Okyar da yok. (Demokrasi mücadelesi bakımından bütün partilerimiz muvazaa partisi bir bakıma ya, neyse.) Üstelik, Okyar’ın Serbest Fırka’sı bile yürüyememişti.

Meselenin daha kötü tarafı, AKP’nin de, Erdoğan’ın da Kemalist olmaması, ama buna rağmen Baykal’ın davet ettiği tehlikeli zemini net olarak reddetmemesi. İşte o ideolojik ve psikolojik baskı ortamından dolayı, “Evet, Atatürk önemli bir adamdır, ama biz onun arkasında siyaset yapmak istemiyoruz. Kemalizme şu şu sebeplerden karşıyız. Biz şöyle bir yol izliyoruz, izleyeceğiz” diyemiyorlar.

Bunlar denemeyince, Baykal, Erdoğan’a cevabında şöyle devam ediyor: “Atatürk öyle büyük bir insan ki, 80 yıl sonra gücünü bunlara bile kabul ettirebiliyor.”

Ortaokul seviyesine denk düşen bir ifade, “fikir” ve çıkarsama, ama bunu geçelim; bu kabul ettirmenin kendisi baskıcı bir şey işte. Baskı altında yamulmuş bir toplum, baskı altında yamulmuş bir siyaset, yamulmuş bir medya, okula başlar başlamaz yamultulmaya başlanan, yamultulan ve ısrarla yamultulan sıra sıra nesiller… Bunlardan ne hayır gelebilir? “Muasır medeniyet”ten anladığınız bu mu?

Babalarımızdan çok sevmemiz gerektiği ruhumuza çakılmaya çalışılan bir siyasi lider! Normal ve sağlıklı mı bu? Sağlıklı ve olgun bir toplum doğabilir mi buradan?

Atatürkçülükle toplumu ve siyaseti “ıslah” etme, hizaya çekme çabasından hiç sıyrılamayacak mıyız? Demokrat Parti zamanında aynı tahterevalli kullanıldı. DP, hem ideolojik ortam baskısından kurtulmak, hem de 1950 seçimlerinde CHP’yi alaşağı ederek özgürleştiğini sanan halkın Atatürk heykellerine zarar vermesinin önüne geçmek için yasa çıkardı 1951’de: Atatürk’ü Koruma Kanunu.

Ama mesela Hayrettin Eren’i Koruma Kanunu olmadığı için, Hayrettin Eren gözaltında kaybedildi 25 sene önce; ve sonra birçok başka insan. Sabahattin Ali’yi Koruma Kanunu da yoktu. Adlarına düzenlenmiş koruma kanunları olmadığı için bir milyon insanı işkenceden geçirdi devlet…

Bir insanı kanunla korumanın bizatihi kendisi o insana hakaret değil mi? Ayrıca, komik değil mi? Ahmet Altan, Kayseri izlenimlerini yazarken geçen gün, bu komikliğin başka bir örneğine dikkat çekti:

“Kayseri, Türkiye’de gördüğüm en düzenli, en temiz şehirlerden biri. Geniş caddeleri, parkları, meydanlarıyla özenli bir görüntüsü var. Hele vilayet binasının bulunduğu meydan, dünyanın en güzel meydanlarından biri. Eski camileri, külliyeleri, minicik ve çok şık saat kulesiyle gerçekten etkileyici bir meydan bu. Ve, esas “mahalle baskısını” bu meydanda görüyorsunuz.
“Çünkü, o minicik saat kulesinin yanına, kulenin boyunu aşan bir Atatürk heykeli dikmişler.
O heykel orada fevkalade eğreti duruyor. Ama oraya Atatürk heykeli dikmemeye cesaret edebilecek kimse olmadığı gibi ‘yahu bu heykel bu meydana yakışmamış’ diyebilecek kimse de yok. Heykel, Atatürk’ün heykeli çünkü. Bana sorarsanız esas ‘mahalle baskısı’ bu işte.”

Ama Erdoğan bunu nasıl yapsın? Kendisi ve partisi de tek adam zihniyetiyle iş görüyor. Bağımsız Tunceli milletvekili Kamer Genç’in sırf AKP’yi ve Erdoğan’ı eleştirdi diye AKP milletvekillerinin saldırısına uğraması bu zihniyetin son örneği. Erdoğan’ın, milletin gözünün içine baka baka “Benim partimin milletvekilleri hiçbir zaman şiddet uygulamaz” demesi de, bütün zamanların en büyük demagoglarından Süleyman Demirel’in, ülkücü katillerin cirit attığı bir ortamda, “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” sözüyle yarışabilir.

Tek parti zihniyetini gösteren bir başka örnek, Mersin Halkevleri’ni kapatma davası. Radikal’ın haberine göre manzara şöyle: “Mersin Valiliği’ne bağlı Dernekler Müdürlüğü’nün şikâyeti üzerine Halkevleri Mersin Şubesi için ‘kapatma’ istemiyle açılan davada, AKP karşıtı ne kadar etkinlik, basın açıklaması varsa, kanıt sayıldı. Mersin Halkevi’ni ‘AKP karşıtı odak yapan’ eylemlerin bazıları şunlar: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yumurta atmak, yumurta atanların yargılandığı duruşma sonrasında ‘Dünya yerinden oynar meclisten adam çıksa’ diye slogan atıp maket yumurta taşımak, ‘Meydan boş değil, AKP iktidarına karşı meydana çıkıyoruz’ ve ‘AKP emekçi halkın düşmanıdır’ yazılı bildiriler, ‘IMF dostu halk düşmanı Amerikancı iktidar istemiyoruz’ yazılı afişler, ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ adlı tiyatro oyunu, Deniz Gezmişi anmak…” (“Bu da AKP karşıtı odak olma davası”, 16 Nisan 2008,)

Meselenin başka bir boyutu daha var ve Mehmet Barlas buna dikkat çekti geçen gün (“Tayyip Erdoğan şanssızlıklarına uyum gösteriyor”, Sabah, 19 Nisan 2008,). Barlas, Erdoğan’ın, başta Deniz Baykal olmak üzere rakipleri açısından çok şanssız olduğunu söylüyor ve bunlara gülüp geçecek yerde, “Milliyetçi, muhafazakâr ve zaman zaman mukaddesatçı söylemlerle, kendini aklamaya çalışıyor” diyor.

Sonra da, haber7.com’da bu konuya değinen Osman Özsoy’dan şunu naklediyor: “Başbakan Erdoğan’ın aklıselim önerilerle gazını alacak, yön verecek, alternatif fikir zenginlikleri içinden en makul olanı seçmesini sağlayacak bir düşünce havuzundan daha fazla beslenmeye ihtiyacı var.”

İyiniyetli bir yaklaşım! Fakat yine aynı tek adam sorunu göz kırpıyor bana. Fikir zenginlikleri içinden en makul olanı seçmeye ihtiyacı olan tek kişi Başbakan değil, bütün toplum için geçerli bu. Yani, fikir zenginliği için bütün fikirlerin, eleştirilerin korkusuzca ve fütursuzca söylenebilmesi, tartışılabilmesi gerekir. Bir düşünce havuzu ancak bu şekilde oluşabilir. Başbakan da, danışmanları da bunlardan beslenir. Toplum da beslenir.

301 ucubesine makyaj yapmak için debelenen bir parti AKP. Tayyip Erdoğan da, kendisiyle ilgili karikatürleri bile mahkemeye verme tahammülsüzlüğünden kurtulamamış biri. Yani şanssızlık sadece rakiplerinde değil.

Sahi, Cumhuriyet tarihi boyunca Atatürk’ü hicveden hiçbir karikatür neden yayınlanmadı acaba?