Yağmurlar ancak bu yazı kurtarıyor

Türkiye’de kar yağar yollar kapanır, yağmur yağar ev ve iş yerlerini su basar, yaz öyle kurak geçer ki susuzluktan büyük şehirde yaşayanlar banyo yapamayacak hale gelir, göller kurur… Kısacası, memleketin hava durumu her zaman şikâyet edilmeye müsaittir. Fakat son zamanlarda özellikle büyük şehirlerde yağışlardan daha az şikâyet edilir oldu. Malum, 2008 yazını susuz geçiren şehirler … Devamını oku

Yalnız ve güzel çarşımız

İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, halk arasında bilinen ismiyle İMÇ Blokları, İstanbul’un kimilerine göre en değerli arazilerinden birinde varlığını sürdürmeye çalışıyor. Eski İstanbulluların alışveriş için uğrak merkezlerinden biri olmasına rağmen, bugünlerde eski hareketliliğini yitiren İMÇ, bir süredir bir tarafını Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı’nın diğer tarafını ise İMÇ esnafı ve mimarların oluşturduğu bir tartışmanın konusu haline geldi. … Devamını oku

MS hastası Pamir’in büyük başarısı

Fransız anne ve Türk babanın kızı Noga Çittone Pamir, uzun süredir savaştığı MS hastalığını anlattığı filmiyle Fransa’da MS Hastalığıyla Mücadele Birliği’nin yarışmasında favori gösteriliyor.

 


Kürtlerin gözünden Kürt sorununun çözümü

Türk ve Kürt kelimeleri aslında ne kadar çok birbirine benziyor. Oysa iki harfin yer değiştirmesi, bütün bir ülkeyi hatta birçok ülkeyi de etkisi altına alan bir kaosa neden oluyor. Bir dönem konusu bile açılmaya cesaret edilemeyen Kürt sorunu, son birkaç yılda konuşulur duruma geldi. Şimdilerde ise sorunun nedeninden ziyade çözüm önerileri tartışılmaya başlandı. Tabii, bu … Devamını oku

Hadi polisçilik oynayalım

Polis denince akla ilk gelen şey güven, ya da öyle olmalı. Çünkü polis, bir ülkede suçu önleyen ve suçla mücadele eden, halka hizmet amaçlı görevde bulunan ve en önemlisi de halkın huzurunu sağlayan kamu görevlisi. Tüm dünyada olduğu gibi. Fakat özellikle son birkaç sene içerisinde, polisle vatandaş arasında yaşanan çarpıcı olaylar dikkat çekici. Dur ihtarına … Devamını oku

Ağlar mısın, ağlamaz mısın?

“Issız Adam’a gittin mi?”“Issız Ada mı? Ya evet duydum birkaç kişiden daha, çok güzelmiş”,“Yok, Issız Ada değil, Issız Adam” Gösterime girene kadar neredeyse ismini bile duymadığımız Issız Adam hakkındaki konuşmaların çoğu bu tür diyaloglarla başlıyor. Ardından filme giden birileri, “Mutlaka git, çok güzeldi, ağlamaktan bir hâl oldum” diyerek arkadaşına hem filmi seyretmesi hem de ağlaması … Devamını oku

‘Hasan ne yapacak?’

Hasan Saltık, arşivinin yayını için TRT’nin Kalan Müzik’le yaptığı anlaşmayı “Bir devlet kurumunun kendini korumak için yaptığı en iyi anlaşma” diye yorumlamıştı. HaberVs’nin görüştüğü Saltık’a göre TRT de bu sürpriz anlaşmanın sonuçlarını merak ediyor ve “Hasan ne yapacak” diye bekliyor.

Pamuk gibi aşk: Masumiyet Müzesi

İnsanoğlu aşkı anlamaya, tarif etmeye çalışmış. Bu konuda pek başarılı olamadığı gibi “aşk acısı”na da bir çare bulamamış. Böylesine soyut ve göreceli bir kavramı kelimelere dökmek, bu duyguyla yaşamak ya da unutmak bir hayli zor olsa gerek. Aşk unutulur mu, acısı geçer mi, yoksa mutlu sonla mı biter bilinmez. Ama o, anneanne ve annelerimizin anlattığı … Devamını oku

Kuzguncuk’ta dünya limanı

Haber:

Senih Onur, daha altı yaşındayken Kuzguncuk’taki yalılarından gemileri izlermiş ve evlerinin duvarlarına resimlerini çizmeye çalışırmış. 1940’lı yıllarda çok az ailenin sahip olduğu fotoğraf makinesi ile gemilerin fotoğraflarını çekmeye başlamış. Onur, küçük yaşlarda kaptan olmak istemiş ama gemi alım satımlarında görev alan babası ve hayli disiplinli, ev hanımı annesi onun okumasını istemiş. Ailesinin sözünü dinlemiş; Fransız okullarında öğrenim görmüş ama yine de gemilerden vazgeçememiş.

Zamanla İstanbul Boğazı’ndan geçen gemiler Onur’a yetmemiş. Dünya gemilerine ait birçok fotoğrafı sahaflardan bulamayacağını anlayınca da daha fazla gemi fotoğrafı elde edebilmek için yurt dışındaki birçok limanla irtibata geçmiş. İstanbul’da kendisi gibi gemi meraklısı pek bulamamış ama yurt dışında onun bu merakına karşılık veren çok kişiyle karşılaşmış. Öyle ki Fransa’nın Marsilya şehrinde kendisi gibi gemilere meraklı bir fotoğrafçı bulmuş ve kendisine düzenli olarak gemi fotoğrafı göndermesini sağlamış. Daha da ileri giderek ciddi şirketlerin fotoğrafçılarıyla gizli anlaşmalar yapmış ve özel gemi fotoğraflarının kendisi için çekilmesini istemiş.

Birçok ülkeden gemi fotoğrafı akışı sağlayan Onur, zamanla bu konuda dünyanın sayılı koleksiyoncularından biri olmuş.Fakat Senih Onur’un koleksiyonu sadece gemi fotoğraflarıyla sınırlı kalmamış. “Ben güzel olan her şeye aşığım” diyen Onur’un bir de 19. yüzyıldan kalma nü fotoğraf koleksiyonu bulunuyor. Ama gemiler onda çok daha farklı bir heyecan barındırıyor. Gemilerden bahsederken küçük bir çocuk gibi gözlerinin içi gülüyor. Türkiye’de gençlerin gemi fotoğraflarına ilgi göstermemesine ise üzüntü duyuyor.

Onur’un Kuzguncuk’taki yalısının her köşesinde gemi fotoğrafı var. Hangi dolabı, sandığı açsa içinden sayısını bilemediği gemi fotoğrafları çıkıyor. 1930’lardan günümüz gemilerine kadar geniş fotoğraf arşivine sahip olan Onur, gemi severlerin ilgi odağı olabilecek bir isim.

Santralistanbul: Bir yeniden doğuş hikâyesi


Kurgu: Ertan Önsel

Evlerin mum ve yağ kandilleriyle, caddelerin fenerlerle aydınlatıldığı bir İstanbul’u 21. yüzyılda hayal etmek oldukça güç. Fakat 1914 öncesi, yani elektriksiz İstanbul’da, havanın kararmasıyla sosyal yaşam sona eriyordu. Dahası, dışarı fenersiz çıkanlar şüpheli görüldüğünden karakola götürülüyordu. Bireysel ulaşım at ve öküz arabalarıyla, toplu taşıma ise atlı tramvaylarla gerçekleşiyordu. Avrupa şehirlerinin 1889’da tanıştığı elektrik, İstanbul’a gecikmeli olarak, Sultan II. Abdülhamit tarafından 1914’te getirildi. Şehir içinde elektrikle çalışan tramvaylar sayesinde ulaşımda büyük kolaylıklar sağlandı, evlerde elektrikli ev aletleri kullanıldı, ampulle aydınlanıldı ve daha da önemlisi, günlük sosyal yaşam süresi uzadı. 69 sene Avrupa yakasında birçok ilçeyi aydınlatan Silahtarağa Elektrik Santrali’nde 1983’ten sonra üretime son verildi.

Santral, 1991’de İstanbul 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı ile tescillendi, ama İstanbullular tarafından unutuldu. 2004’te İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin keşfettiği eski Silahtarağa Elektrik Santrali, şimdiki adıyla Santralistanbul, kültür – sanat ve eğitim alanında faaliyet gösteriyor. Fakat Santralistanbul’un ilk haliyle şimdiki hali arasında çok büyük farklar var. Yıkılmak üzere olan binalar güçlendirildi, ek binalar eklendi, kısaca arazi boydan boya yeniden yaratıldı. Silahtarağa Elektrik Santrali’nde bulunan eski kazan daireleri bugün, kütüphane, Çağdaş Sanat Müzesi ve Enerji Müzesi olarak kullanılıyor. Elektrik santrali zamanında kullanılan personel lokali, So Cafe, müdür lojmanı, Le Sanrale ve atölye binası da Otto isimli cafe ve restoranlara dönüştürüldü. Santralde çalışan işçiler için yapılmış lojman, restore edilerek rezidans haline getirildi. Tescilsiz konaklama üniteleri ise yıkılarak yerine eğitim binaları inşa edildi. Santralistanbul, isimli sergi, atölye ve eğitim çalışmalarıyla sanatseverlerin de ilgisini çeken bir kültür merkezi halini aldı.

Çiçekler arasındaki harabe

C. Akın Barlas
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin mimarlarından, Santralistanbul projesinin yöneticisi C. Akın Barlas, santralde geçen 3 yılını, yoğun ve uykusuz restorasyon çalışmalarını anlatıyor.

“2004 Haziranının ilk günlerinde sahaya ilk geldiğimde, terkedilmiş ve birbirinin üzerine yaslanarak ayakta durmaya çalışan endüstriyel yapıların hüzünlü görüntüsünden çok etkilenmiştim… Haliç yönünden sahaya girişte, numarası 1 olan yapının (14.1) hemen önündeki oya ağacının orta yola uzanan erguvan renkli çiçekleri arasından gördüğüm bu manzarayı hiç unutmuyorum. Daha iç kısımlara doğru ilerledikçe, bir yandan o ilkyaz sabahının pusu dağılırken, diğer yandan bir başka acımasız gerçekle karşılaştım: Yaklaşık 70 yıl hizmet vermiş, açılışından başlayarak İstanbul’un sosyal ve ekonomik yapısını doğrudan etkilemiş bu görkemli tesis, çürümeye ve adeta yok olmaya terk edilmişti.

Sonraki günlerde, biraz daha ayrıntılı bakıldığında, doğanın tahribatından çok, biz insanların bilinçsiz yaklaşım ve kararlarının bu yokoluş sürecindeki payını görebilmek mümkün olmuştu. Sökülen koca yapıların ve havai monoray sistemlerinin, dahası hatıra toplama ya da satma amaçlı koparılan, çıkarılan ve kırılan parçaların izleri akıl almaz ölçekteydi. Neredeyse sahanın tümünü kaplayan granit küp taşların üzeri yaklaşık 40 cm kalınlıktaki bitkisel toprak örtüsüyle kaplatılmıştı. O ana kadar saat gibi çalışmakta olan açık alanların genel drenaj sistemi çalışmaz duruma getirilmişti. Haliç ve çevre akarsuların temizlenmesine yönelik olarak İstanbul ölçeğinde planlanan atıksu kolektör sistemi dev borularından birinin orta yol altından geçirilmesi sonrasında oluşan taşkınlar, çelik yapıların paslanma sürecini hızlandırmıştı. O günlerde, endüstriyel yapıların dev çelik putrellerine yumrukla bastırıldığında, hamur gibi dağıldığını gözlerimle görmüştüm.

Oysa, Silahtarağa Elektrik Santralı, yıllar boyu cefakârca hizmet vermiş; dahası, tüm İstanbul’un sosyal, endüstriyel, ekonomik ve teknolojik yapısını etkilemiş, değiştirmiş ve dönüştürmüştü.

2004’te, henüz sahada hiçbir görevlinin bulunmadığı o ilk günlerde, çalışabileceğim bir oda bile yoktu. Arabanın bagaj kapağı üzerinde, dizüstü bilgisayarla notlar tutuyor ve fotoğraflar çekiyordum. Daha sonraki günlerde, getirdiğim çilingire açtırdığım eski giriş kapısının iç yanında yer alan camlı güvenlik kulübesi ilk şantiye ünitesi olmuştu.

Çevreyi şöyle anlatmak mümkündü: İlgili idare tarafından bir anlamda unutulmuş 51 ailenin yaşadığı lojmanlar, bunların sebze yetiştirdiği gelişigüzel bahçeler, onların atıklarıyla yaşamlarını sürdüren 40 – 50 kadar köpek, endüstriyel yapıların yaklaşık 3 – 4 metre derinlikteki bodrum çukurlarında, kolektörün taşmasıyla oluşmuş terassubatla dolu sulardaki dev boyutlu ‘cerdun fareleri’ ve ben…

İnşaat sürecinde karşılaşılan en büyük sorunlardan biri, Haliç çevresinin zemin yapısından kaynaklanan olumsuzluklara ek olarak, deprem faktörünün hiç ele alınmamış olmasından dolayı, mevcut yapıların kendi strüktürel sistemlerine ilişkin eksikliklerdi. Bu durum, yürürlükteki Deprem Yönetmeliği’nin dayattığı kriterler nedeniyle, inşaat süresinin uzamasına ve özellikle de öngörülmüş bütçe giderlerinin artmasına yol açtı. Kamuya açık bir tesis olarak işlevini sürdürecek olan ve bünyesinde eğitim yapılarını da barındıran Santralistanbul projesinin tasarım aşamasında, statik ve betonarme projeleriyle güçlendirme projelerinde, Deprem Yönetmeliği FEMA versiyonu ve ‘immediate occupancy (deprem sırasında yapıda bulunanların kaçmasının gerekmemesi)’ kriterleri uygulandı.

Şu aşamada, inşaatların sürdüğü günlere kimi zaman dönerek düşündüğümde, hâlâ gözümün önünden gitmeyen en belirgin husus şu: Günde ortalama 15 – 20 kadar sorunla karşılaşılıp, bunların yüzde 80’ini çözebildiğimizde, nispeten 5 – 6 saat uyuyabilip, diğer durumda kan ter içinde sabahı zor bulduğumuz günleri anımsıyorum. Tabii böyle bir konu, Santralistanbul projesinin yalnızca sınırlı bir bölümünü oluşturan inşaat sürecine ilişkin küçük bir anı; oysa, proje genelinde Bilgi üst yönetiminin, işin kurgulanması, yasal prosedürlerinin yürütülmesi, kaynak sağlanması, nakit akışı, genel ve yerel yönetimlerle ilişkiler, tesisin açılıştan sonra yaşatılması için senaryolar oluşturulması, sponsor ve stratejik ortak sağlanması, vb. türü binlerce uğraşının yanında yalnızca devede kulak…

Bugün itibarıyla bakıldığında, bütçe kısıtları nedeniyle, açılış öncesi programdan çıkartılmış olan Kütüphane yapılarının ince inşaat ve dekorasyon işleri, 10.0 numaralı yapıyı güçlendirme ve ince inşaat işleri, Uluslararası Sanatçı Atölyeleri ve Çok Amaçlı Salon inşaat işleri ile Haliç yanındaki alanda düşünülen Etkinlik Çadırı, Çim Amfi ve Otopark ve Açık Etkinlik Alanı uygulamaları kalmış durumda.

Tamamlanmış ve yapılmamış inşaatlarıyla birlikte Santralistanbul; Cumhuriyet tarihinde, Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan (Anıtlar Kurulu’ndan) geçirilerek onay almış en büyük ölçekli projedir.