Gökhan Tan
Kupaya renk kattığımız bir gerçek. Ama geride kalan 18 maç sonunda bu renk daha ziyade “ne yapacağı kestirilemeyen, gitti gidiyor denen maçı geri çevirebilen” özelliğiyle sınırlı. Türk Milli Takımı bu farkıyla şu anda büyük ihtimalle, turnuvanın en çok sivrilen (ve kupanın en büyük adayı olarak nitelenen) Hollanda’dan daha fazla konuşuluyor dünyada.
Milli Takım, beklendiği gibi, kendine ait yolda ilerliyor. “Bu yol nedir” diye sorarsanız o zaten belli değil. Fatih Terim’in başında bulunduğu ekibin ismi, Avrupa Futbol Şampiyonası öncesinde de, aynı anda hem final, hem de grup maçlarında puan alamadan elenmekle birlikte anılıyordu.
Bir takım hakkındaki tahminlerin bu kadar geniş bir yelpazede yer alması sanırım futbolu bilenlerin fazla olumlu ya da fazla olumlu düşünüyor olmasıyla açıklanamaz. “Olumlu” ya da “karamsar” cenahlardan birinde yığılma yaşanıyor olsa, yine de belli bir futbol anlayışından bahsedilebilir; bu durumda Milli Takım’ın bir “yol”a girdiği ve bu yolun belli kesimlerce sağlıklı bulunmadığı, aksayan yönlerinin olduğu düşünülebilir. Oysa mevcut tabloda Milli Takım’ın yolu, geride bıraktığımız maçlardan da görülebileceği üzere “finale çıkmak” ve “grupta puan alabilmek” arasında gezinip duruyor.
Türk Milli Takımı’nın topu
Milli Takım’ın performansı, futbolun doğasında yer alan “ihtimalleri” bile zorluyor. Spor Yazarı Bağış Erten’in benzetmesiyle “Top yuvarlak, ama Türk Milli Takımı’nın topu daha da yuvarlak.”
Topu bu kadar yuvarlaklaştırmak elbette Fatih Terim’in şahsına münhasır anlayışının ürünü. Artık alışık olduğumuz üzere teknik adam, kendi gerçeğini, kendisi gibi düşünmeyen herkese kabul ettirmek için çabalamaktan bu turnuvada da vazgeçemiyor. Futbolcu tercihleri ve oynadıkları mevkilerle ilgili yapılan eleştirilerin hemen hepsi ortak noktalarda buluşuyor. Hemen her gazete ya da televizyonun Milli Takım kritiklerinde bu ortak eleştirileri görebilirsiniz.
7 Haziran’daki Portekiz maçında tutulan iki istatistik, beni “teknik adamın başarısı” konusunda bir sonuca götürüyor. Bu maçta Portekizli milliler, ilk yarıda topun yüzde 65’ine sahip oldular. Maç sonunda bu oran yüzde 53’e gerilemekle birlikte, oyunu istediği yönlendiren ve attığı iki gölün yanında üç topu da direkten dönen Portekiz’di. Sadece bu oranlara bakılırsa, Türk takımının daha az mücadele ettiği sonucu çıkabilir. Oysa oyuncuların maç boyunca kat ettiği mesafeyi gösteren sayılar bunun tam tersini söylüyor. Portekiz takımının kat ettiği toplam 98,88 kilometreye karşılık Türk oyuncular bu karşılaşmada toplam
102, 23 kilometre koştu. (Sahanın en çok efor harcayan iki oyuncusu toplam 10,42 kilometre koşan ile Mehmet Aurelio ve 10,33 kilometre koşan Tuncay Şanlı’ydı.)
Bu iki istatistiğin, topa sahip olma oranı ve kat edilen mesafe sayılarının kıyaslanması takımın boşuna koştuğunu, oyuncuları istekli olsa bile oyun düzeninde bir aksaklık olduğunu göstermiyor mu?
İlk 11’iyle en çok oynanan takım
Tutarsız yönetim anlayışına bir başka somut örnek de, turnuvada şu ana kadar ilk 11’iyle en çok oynayan takım oluşumuz. Sakatlıklardan yana dertli olduğumuz bir gerçek. Ancak ilk üç maç sonunda Türkiye, turnuvaya başladığı ilk 11’den 5 oyuncusunu değiştirdi. (Emre Belezoğlu ve Gökhan Zan’ın sakatlıklarından doğan zorunlu değişiklikler de buna dahil.) Volkan Demirel ve Mehmet Aurelio’nun kart cezası nedeniyle oynayamaması, ancak Emre Belezoğlu’nun iyileşmesiyle birlikte Hırvatistan karşılaşmasında bu sayının 6’ya yükselmesi kesin, 7 olması ise mümkün gözüküyor.
Başta da söylediğimiz gibi, geriye düştüğü maçı çevirebilen tek takım da bizimki. Fakat önünde “final” yazan turlara ulaşabilmemiz için, bu kadar olumsuzluğa rağmen diğerlerinde olmayan bir özelliğimiz olması da gerekmiyor mu?