Barış Aydın
barisaydin@gmail.com
Amed Gökçen
amedgokcen@yahoo.com
Türkiye’de gerek milli kimliğin kuruluş süreci olsun gerek sonrasında milliyetçi muhafazakâr düşünüşün kendini tahkim etme çabasında olsun bir hayli fantastik bir bilimkurguyu andıran aşırılıkta birtakım hikayeler dolaşıma sokulmuş ve bunlar etkisini günümüzde de kaybetmeyerek toplumsal muhayyileyi kendine tabi kılmıştır. Bu nedenle dönemin aşırılıklarını zamana özgü çocuksu bir böbürleniş olarak anlayışla karşılayıp arızileştirmek şimdiki sıkıntılarımızın çözümü açısından da öldürücü olacaktır. Bu süreçteki söylemsel pratiklerin içeriklerinin çözümlemesine dönük bir ideoloji eleştirisinden ziyade bu pratiklerin toplumsal muhayyiledeki alımlanışlarına odaklanmak, Tanıl Bora’nın solun boynunun borcu addettiği, sağı kendisinden daha iyi bilmek şiarı açısından da daha verimli bir çabadır. O hikayelerin gerçekte nasıl olduğu, doğru ya da yanlışlığından çok bu hikayelerin toplumsal pratiklerin kuruluşunda oynadığı kritik ve neredeyse kurucu rolle ilgilenmek yeni bir dilin tesisinin yol haritası bakımından da değerlidir.
Tanıl Bora’nın burada ele alacağımız Türk Sağının Üç Hali başlıklı çalışması Türkiye Sağı’nın halleri olarak ifade ettiği milliyetçilik, muhafazakârlık ve islâmcılığı tarihsel süreç içerisinde aralarındaki geçişler, eklemlenmeler, akrabalıklar temelinde tek bir gövdenin birbirleriyle uyumlu parçaları olarak ele alıp, bunları ideoloji perspektefinden çok söylemsel pratikler olarak çözümlemeye çalışması bakımından dikkat çekicidir.
Söylemsel pratiklerin alımlanışlarına bakmak, Bora hiç adını zikretmese de, Foucaultgil bir söylem analizi ve sorunsallaştırma çalışmasını anıştıyor. Meseleleri ideoloji perspektifinden bir doğru yanlış oyununa sokmaktan ziyade onları oldukları gibi telakki edip bunların nasıl kuruldukları, toplumsal pratiklerin icrasındaki tayin edici rolü, ve bunların toplumsal muhayyilede nasıl sorunsallaştırıldıkları üzerinde durmak Foucault’nun söylem analizi yaklaşımının temel bileşenleridir. Bu türden bir analiz herhangi bir söylemsel oluşuma ait önermelerle gerçeklik arasındaki mütekabiliyet ilişkisini sorgulamak ya da başka bir ifadeyle bir tür epistemolojik realizm yapmaktan ziyade, bizzat bu bu önermelerin “gerçekmiş” gibi nasıl kurulduğunu anlamak çabasını taşır.
Söylemsel ve söylemsel olamayan pratiklerin biraradalığına işaret eden sorunsallaştırma teması Foucault’nun düşüncesinde deneyimlerin ve bu deneyimlerin toplamı olan öznenin kuruluşunu mümkün kılan süreçtir. Sorunsallaştırma “önceden var olan bir nesnenin temsil edilmesi” anlamına gelmemekle birlikte, “var olmayan bir nesnenin yaratılması” anlamına da gelmez. Foucault ile benzer şekilde Bora da çalışmasında bu öznenin tarihselliğinden ziyade bu özneyi mümkün kılan pratiklerin tarihsel çözümlemesini sunmaktadır.
Türk Sağının Üç Hali’nde Bora’nın temel derdi Türk modernite tarihi içinde sağın bir dil, kavrayış ve haleti ruhiye olarak egemenliğinin nasıl kurulduğunu ve sağın nasıl modernleşme sürecini kimlik, toplumsal muhayyile ve siyasal pratik açısından çerçevelediğini ve üst-belirlediğini anlamaya, tartmaya ve tartışmaya çabalamaktır. Bora’ya göre milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık salt ideolojik konumlar olmayıp, Türk sağının (Foucault’nun bahsettiği anlamda) bir “doğruluk rejimi” olarak modernleşme sürecini belli bir anlam, nitelik ve zihniyetle tanımlamasını sağlayan söylemsel referanslarıdır. Bu nedenle de, Bora’nın bu çalışması boyunca oldukça mütekamil ve mahirane bir biçimde bize sunduğu gibi, yapılması gereken, Türk sağını “ideolojik bir alana” hapsederek, modernleşmeyle ilgili sahih ve ilmi bilgiyi aramak değil, aksine, Türk sağının tavır alışlarını ve bunları oluşturan grameri, dili, ritüelleri ve zihniyet tarzını “anlamak”tır. Öte yandan Türk sağını konuşmanın yukarıda da vurguladığımız gibi egemen dilin kendisini konuşmak olduğunu bildiğimiz için; kendimizi bildik bileli bu siyasal atmosferi soluduğumuz ve sağın krizinin de yine bu sağ konumlar üzerinden kendini yenilemeye çalışması nedeniyle yukarıdaki çaba kuramsal katkılarının yanısıra siyasal açıdan da paha biçilmezdir.
Türk sağının halleri olarak milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılığın birbirlerine dönüşme, birbirleriyle çakışma ve hemhal olmaları esnasında oluşan belirsizlik mıntıkasının faşizme de kapı aralayabilecek bir potansiyel cereyanı bünyesinde barındırdığını göz ardı etmemekte fayda var. Bu geçişliliğin sınırlarının belirsizliği, bu sınırları tayin ve tespitin sıkıntıları faşizme açılan kapının ne zaman, nasıl ve hangi mecrada açılacağını saptamayı da bir o kadar zorlaştırıyor. Kapitalizm ve liberalizmin herşeyi kendine asimile eden birer mütehakkime olarak “yalın halde ve cismen varolmayan ama her yere, her şeye ve her hale nüfuz eder, ayrıştıralamayacak kadar yaygınlığı”ndakine benzer bir biçimde, faşizmin de kuzu postundaki kurt misali yukarıda bahsettiğimiz halleri telif ederek kendini muhkem kılması işten bile değildir (s. 9). Dolayısıyla Bora’nın çabası bu bakımlardan da dikkate şayandır.
Kimliklerin tarihsel inşa oldukları çoktandır popüler bir bilgi olsa da Türk milliyetçiliğini ve milli kimlik inşa sürecini bu pencereden değerlendiren çalışmalar azınlıkta hâlâ azınlıktadır. İnşa faaliyeti yoktan varetme biçiminde değil bu dönem öncesinin yüklüğünden gıdalanarak icra edilen bir etkinlik olduğunu yukarıdaki Foucault açıklamasıyla tesbit etmiştik. Dolayısıyla Bora’nın deyişiyle inşa faaliyeti:
“Modern-öncesi (millet-öncesi) tasaavur dünyasından milletleşme sürecine taşınan malzemeye, daha doğrusu bu malzemenin milletleşme ve modernleşme sürecindeki işleniş biçim(ler)ine dayanır. Milletin milli kimliğin özsel değerler, ‘kendinde şeyler’ler olmadığını söylüyorsak, milli kimliğin neyle (hangi özle) değil nasıl kurulduğuna bakmalıyız. Çünkü o ‘öz’e yüklenen vasıfları da belirleyen, milli kimliğin kuruluş biçimidir, bu süreçte üretilen argümanlar, tartışmalar, tasavvurlar, kaygılardır.” (s. 13-4)
Türk milli kimlik inşa sürecinin Cumhuriyeti de aşan ve Osmanlı’nın son döneminden neşet eden geçmişi, modern milliyetçi cereyan için dinin paradoksal bir biçimde bir tür proto-milliyetçilik işlevi gördüğü savı açısından paha biçilmez bir prototiptir. İslamın öze dönmeci restorasyonuyla gıdalanan bir yandan ümmetçi çokuluslu imparatorluğu kurtarma, diğer yandan zamanın ihtiyaçlarına uygun bir ulus-devleti tesis etme kaygısının yarattığı gerilimi bünyesinde taşıyan ön-milliyetçi bilinç, bu prototipin temel bir bileşenidir. Tekrar Bora’ya başvurursak:
“Yine milli öznenin ‘özsel malzemesini değil öznenin inşa sürecini esas aldığımızda, veya başka bir deyişle tematiğe değil problematiğe baktığımızda, İslam reformizmi ile modern milli devletin kuruluş arasındaki sürekliliği görebiliriz. Türk milli kimliğinin kuruluşu, sonuçları itibarıyla, dinin ön-milliyetçilik biçimi olarak gördüğü işlevin paradoksallığına -ama iş gören bir paradoksallık!- pek çok yönden iyi bir örnektir.” (s. 16)
Türkiye’de milli kimliğin tesisi ve palazlanmasından bahsederken Osmanlı’nın son yıllarını da kapsayan yaklaşık yüz yıllık bir tarihsel kesitten bahsediyoruz. Özellikle Balkan Savaşlarının yarattığı travmayla memleketin selameti için yegane yol olarak düşünülen milli devlet amaçlı Türkçülük Cumhuriyet’in kuruluşu sonrası bilhassa Takrir-i Sükun sonrası Tek Parti diktatörlüğü devrinde de devletin resmi sevk ve idare pratiği haline geldi. Çokuluslu bir imparatorluktan hem toprak hem de nüfus açısından daha küçük bir devlete ricat etme, bir yandan geçmişin ihtişamını her dem yadeden, yeni devleti muhkem kılacak maddi manevi mühimmatı oradan devşiren öte yandan büyük bir özenle kendini eski rejimden farklılaştırmaya çabalayan bir tür şizofreniye yol açtı. Geçmişle kurduğu ilişkinin çetrefil karakteri eski rejimi yer yer kötüleyen ama yer yer de kendisine gerekli ethosu temin edebileceği mümbit bir memba olarak gören bir resmi ağzı cari kıldı. Bu resmi ağız söylemini, yer yer fantazmagorik bir evrende kendini kimi zaman kainatın en gerçek sahibi addeden, kimi zaman savunmacı bir refleksle batı medeniyetine de öncül bir dünyanın ilk sahibi Türk’e varan aşırılıkları cisimleyen bir sentetizme vardırdı. Bu gelişmeleri Bora şöyle teşhis ediyor:
“Bu ‘aradalık’ ve ‘gecikme’den kaynaklanan olgunlaşma zaaflarıyla biraraya gelindiğinde ve tabii bu zemin üzerinde kurucu aktörlerin ortaya koyduğu performansla, kendine mahsus kimliğini, Sonderweg’ini tayin edişinde Türk milliyetçiliğini çetrefillik, sentetiklik dozu yüksek formüllere yöneltti -veya, ‘arı’/arıtıcı çözüm arayışlarına, kimlik kurgularına girişildiğinde bunların ileri derecede yapay olmasına yol açtı.” (s. 18)
Doğu-batı gerilimini fıtraten hatta batılıdan da batılı olduğunu vâzederek “aşan” ve bu gerilimin kazandıracağı siyasal ve kültürel verimlilikten sarfı nazar eden genç cumhuriyet, bir diğer yandan da kurtuluş savaşındaki savaşılan unsurları değil de yakın geçmişi kimlik kurucu öteki haline getirerek milli kültürün oluşturulması için gerekli alet deposunu da kendine haram kılmıştır. Bu ciddi levazımatın reddinin yarattığı mitos kıtlığı genç cumhuriyetin bizzat kendisini ve dolayısıyla devleti mitolojik bir karaktere büründürmesini beraberinde getirmiştir. Devletin hizmetkarı ve ona layık olmakla mükellef vatandaşlık algısıyla Türkiye Cumhuriyeti kendi mitolojisine uygun insanın tarifini de böylelikle ortaya koymuştur. Bir başka deyişle:
“Türk Cumhuriyetçiliği, reşit muamele yapmadığı, Füsun Üstel’in terimleriyle ‘vazifelere borçlu’ gördüğü bir yurttaş tipini varsaymış ve ‘yetiştirmiş’ -bu anlamda Osmanlı patrimonyal ve ‘ceberrut’ devlet geleneğini muhafaza ederek modernleştirmiş-; buna karşılık gerek iktisadiyat ve burjuva üzerindeki denetimiyle, gerek inşa ettiği Devlet mitosuyla Devlet’i siyasal nomos’un kalbi olarak varetmiştir.” (s. 72)
Cumhuriyetin bahsettiğimiz kıtlığı kendisiyle ikame etmeye çalışmasının yanısıra Türk milliyetçiliği de devleti ve cumhuriyeti romantize etmesini sağlayacak kültürel hammadde yetersizliğini hamaset ve merasimi ifrada vardırarak gidermeye çaba göstermiştir. Bu geç-romantik evre Türkün ezel ebed cari fıtratını, güzel huylarını, içteniliğini ve özgünlüğünü yüceltirken “kendi öykünmeciliğini kendinden gizlemeye çalışan rahatsız bilinç” anlamında Romantizmin eşsiz bir örneği olarak literatürdeki yerini almıştır (s. 46). Vatanı, yer yöre anlamında coğrafyayı mistifiye etmede de geç kalan Cumhuriyet, erken dönemde Anadolu’yu Türkün tarihin belli bir anında uğradığı herhangi bir kara parçası olarak telakki etmiş, muhayyel vatan, Türkün inkışafının vadedilmiş toprağı olarak Turan’ı bu dönemde daha bir ön plana çıkarmıştır. Milli devletin teşekkülü sonrası Anadolu’nun temel yaşam sahası olması bile bu durumu değiştirememiş Anadolu halen geçici bir uğrak olarak, “metruk”, aslına bakılırsa pek de tanınmayan bir coğrafya olmayı sürdürmüştür. Öte yandan memleketin geneline dair ciddi malumat kıtlığı, milli kimliğin tesisindeki romantizm ve mistifikasyon eksikliğinin temel sebebidir (s. 47).
Türkün milli seciyesinin de rejimin hasletlerine uygun biçimde tesisi de genç Cumhuriyetin ana meşgalelerinden biri olmuştur. Batı oryantalizminin Türk algısını mukabele eden “dinamik, pratik zekâlı, rasyonel, dünyevi, canlı ve neşeli, istiklâl aşkı, vicdani şefkat ve aklı selim sahibi, ecdadından miras bir fıtraten medenilik ve demokratlık” gibi vasıfların izafe edildiği milli seciye “abartılı bir özgüven serumu”yla da her daim gıdalandırılarak, Türke Türk olmasını biteviye hatırlatılıp ve methedilerek cari kılınmaya çalışılmıştır. Bütün bunlara karşın buradaki ifradın yarattığı orantısızlığın zaman zaman itiraf edildiği, bu denli yüceltilen Türk insanın buna mukabil özellikler göstermediği ve “ulusun derisini kaplayan ve kazımakla bitmeyen hastalıklar” nedeniyle “milli benliğin ağır bir tedaviye muhtaç” olduğu açık açık dillendirilmiştir (s. 48-52).
Sonuç olarak her ne yapıyor olursanız olun mutlaka bulaşmanız, hesaplaşmanız gereken birer üst belirleyen ve memleketimizin buna müsait verimli insan malzemesiyle de her dem cari olan sağ ideoloji üzerine kapsamlı ve tarihsel bir düşünme sorgulama çabası olarak Tanıl Bora’nın bu kitabı, özellikle solda duranlar açısından genellikle göz ardı edilen bir alanı aydınlatması bakımından paha biçilmez bir değerdedir.