Yok, hayır; Lazcanın anadil kabul edilip edilmemesi gibi ciddi bir sorundan bahsetmiyorum. Daha ciddi bir sorundan, bu toplumda yaşayan her grubun anadili olarak kabul edilmiş veya lingua franca olan Türkçenin imla kurallarından bahsediyorum. (Gördüğünüz gibi “yazım” demiyorum.)
Birçoğumuzun haklı ya da haksız, hakiki ya da kuruntu kabilinden seçimlerimiz, takıntılarımız var Türkçe konusunda. Birkaç ay önce, NTV Yayınları’nda işe başlayan Albina (Ulutaşlı), bir şeyi “anımsayıp” “anımsamadığımı” sordu. Ben tabii, onun sorusuna cevap vermeden önce kendimle ilgili bir durumu derhal açıklığa kavuşturma ihtiyacı hissettim: “Ben anımsamam, hatırlarım.”
Beş, on dakika sonra da “Falanca filmi izlediniz mi?” diye sordu. Ben yine en aksi halimle ve aynı ihtiyaçla “Ben film izlemem, seyrederim!” deyiverdim. Ama tabii, işe yeni başlamış bir editör adayı olarak onu izliyorum, sonra da akıbetiyle ilgili bir karar vereceğim! Şüphesiz, “Ben hiçbir Türke Albina demem” derekesinde takıntı sahibi de değilim! Neyse, Albina’yla aramızdaki basit bir mesele, hatta mesele de değil: o izler, ben seyrederim, olur biter.
Daha ciddi sorunlar, geçen sene NTV 2006 almanağını hazırlarken çıktı. Zamana karşı yarışıyorduk ve bir düzeltmen arkadaş da, Nihan (Taştekin –kendisi polisiye romanlar yazarıdır), bizle birlikte 10 gün kadar sabahladı. Gelgelelim, bu fedakârlığı yapan Nihan kimi yazım (bakın, burada da imla yerine yazım’ı kullandım) şekillerinden feragat etmeye katiyen yanaşmıyordu. Beraber sabahladığımız öbür fedakârlar Budak (Akalın) ile Faruk’un (Eren) da ondan aşağı kalır yanları yoktu ve işin berbat tarafı, hepsi bana karşıydı; en azından genellikle.
Mesela “yanısıra” nasıl yazılacaktı? Onlara sorarsanız, ayrı: yanı sıra. Ben de, her zamanki rolümü üstlenip itiraz ediyordum: “yanısıra” ile “yanı masa” ya da yanı iskemle veya yanı sıra arasında bir fark yok mu, olmamalı mı sizce? Bir şeyin yanında sıra olduğunu anlatmaya çalışmıyoruz, bir şeyle birlikte başka bir şey de olduğunu demeye çalışıyoruz. İki kelime yanyana gelip herbirinden ayrı başka bir anlam oluşturuyorsa, bitişik yazılmalıdır bence.
Diyeceksiniz ki, “Evet ama, bağlamdan çıkar mana; başka birçok durumda da bağlama yaslanıyoruz; bağlamdan yararlanamasak, yazımı aynı, anlamı farklı kelimeleri de atmamız gerekirdi”.
İyi de bu yazım şekilleri anlamayı kolaylaştırmak, çabuklaştırmak, yanlış anlamayı önlemek için önemli. Okuru cümleyle, kelimelerle mi yoracağız, o cümlenin içeriğiyle mi? Eh, o zaman imlayı kaldıralım ortadan, nasıl olsa bağlamdan anlaşılır! “Kirbit” desek de olur, nasıl olsa bağlamdan anlaşılır! Pekçok imla kılavuzunun da doğru bir şekilde verdiği gibi “hiçbir”i, “hiçkimse”yi, “herkes”i de ayrı yazalım; bağlamdan anlaşılır nasıl olsa…
Aynı tür sorunlardan çok vardı: “yanısıra”nın peşisıra “peşi sıra”, “ardı sıra”, “aklı sıra” (aklı sıraymış; hımm!.. heralde gönlü de yataktır!) … geliyordu. “Size kalsa heryer, herşey sıra” diyordum ki, hemen yeni bir sorun çıkıyordu: “Heryer değil, her yer; sen her şeyi bitişik yazıyorsun yaa!”
Bu sefer de ben mukabil atağa geçiyordum: “Herşey bitişik değil tabii, ama ‘herşey’ bitişik. Bitişik, çünkü “şey” çok genel, hatta en genel şey, o kadar genel ki, kapsamadığı şey yok. Bu en genel soyutlamayla ne var ne yok hepsini kastediyoruz, dolayısıyla kendi başına bir bütün olmayı hakediyor; heryer de öyle.”
Sabahladığımız 10 gün boyunca, her akşam aşağı yukarı 10’da bir dil tartışması kıvılcımlanıyor ve kızışarak bir, bazan iki saat sürüyordu. Tartışmanın dozunu arttırarak neredeyse kavgaya yol açan konulardan biri “arttırmak”tı. Onlar bir t’yi atıp “artırmak” yazmaktan yanaydı. Ben çeşitli örnekler veriyordum: arttı – arttırdı, sattı – sattırdı (satırdı mı diyoruz?), çattı – çattırdı (“komutan tüfek çattırdı” mı diyoruz, “çatırdı” mı?)… Sonuç olarak karşılıklı tavizlerle almanağı bitirmeyi becerdik. Onlar kendilerinin daha çok taviz verdiğini düşünüyor haliyle. Belki de öyledir, fakat ben de bağrıma taş basarak verdim tavizleri ve o taşlar hâlâ bağrımda.
Yalnız, son kontrol için ozalitler geldiğinde benim de gözümden kaçan bir sorunu Cem (Aydın -NTV’nin genel müdürü) gördü. Beraber ozalitleri gözden geçiriyorduk ki, bir hışım eline kalemi alıp bir başlığa müdahale etti: En büyük yok oluş. “Yokoluş ayrı olur mu abi, düzeltelim şunu. Varoluş da bitişik değil mi zaten.” Bence de; fakat bu düzeltmeye bizimkileri ikna etmek tabii ki hiç de kolay olmadı, tahmin edebileceğiniz gibi.
Sonra Faruk ayrıldı –hayır, dil kavgalarımız yüzünden değil. Bir süre sonra genç bir arkadaşı editör olarak işe aldık: Emre (Ergüven). (Sabah gelir gelmez, kendine “günaydın” kelimesini tamamlama fırsatını bile tanımadan işinin başına oturup derhal tam konsantrasyona, hatta transa geçebilen bir insan.) Aaa, bir baktık, o da Türkçe konusunda takıntılı ve tabii o da bana karşı; Budak’ın yanında. (Ama onların da anlaşamadığı bir sürü konu var.)
Bu takıntılı olma halinde iyi bir yan var kuşkusuz. Zira, editör dediğin takıntılı biri olmalıdır ve dil, takıntılı olduğu konuların başında gelmelidir. O takıntılar bir tür denetim mekanizması işlevi görür. Haliyle, üzerinde düşünülmüş takıntılardan söz ediyorum. Yoksa, Türk medyasında alışkanlıklarla iş gören sürüsüne bereket “editör” var. (Yanlış hemen sirayet eder ve iptila yaratır; o yanlışı ancak başka bir yanlış, başka bir abuk sabukluk sökebilir. Dil, özellikle titizlendiğiniz bir şey değilse siz de bu yanlışların müptelası olursunuz.)
Tabii, yayınevine bir sürü sözlük gerekiyordu. Budak’la Emre, büyük bir itinayla hazırladıkları plan uyarınca “sen yorulma abi” yöntemini kullanarak beni dışında tutup bu işi canıgönülden yapmaya amade oldular. Ben de hiç ilgilenmedim. Uzun konsültasyonlar yaptılar. Derken, neredeyse bir sandık dolusu kitap geldi bir gün: sözlükler ve imla kılavuzları, ki işte bu ikincilerden hiç haberim yoktu benim. “Sözlükler kalsın, bilmediğimiz kelimelere bakarız, imla kılavuzlarını sallayın bence” dedim.
Kim dinler! Budak eşsiz ve tartışmasız referans kabul edilmesi gerektiğini altı aydır kafama sokmaya çalıştığı (ama kafamın bir türlü almadığı) iki Necmiye Alpay kitabını hemen burnuma dayamakla kalmayıp (burundan almamı sağlamaya çalışıyordu galiba) derhal Türkçe Sorunları Kılavuzu’nu açtı ve sanki bütün iddialarım o anda tebahhur etmiş ve ben de bunu çaresiz kabullenmek zorundaymışım havası vererek, “Bak, her şey ayrı. Her ne kadar ise yazılmaya bile değer bulunmamış; tabii ayrı” dedi.
“Oolum,” diye cevapladım, “şu anda ihtiyaç duyulan kitap Türkçe Sorunları Kılavuzu değil, Türkçe Kılavuzu Sorunları! Benim şiarım Şiar Yalçın. Onun Doğru Türkçe kitabını da Metis Yayınları bastı üstelik. (Fırsat çıkmışken onu da söyleyeyim bari, ben asla yanıt vermem, ama mutlaka cevap veririm. Bütün ırkçılıklardan ettiğim gibi, dil ırkçılığından da nefret ettiğim için böyle öztürkçeciliğe hiç katlanamam, güdükleştirici, fakirleştirici, yavanlaştırıcı bulurum bu gayretkeşliği. İsteyen tabii “yanıt”ı da kullansın, ama “cevap”ın unutulmasına, tedavülden kalkmasına katlanamıyorum; “sözcük”ün “kelime”yi silmesine de, “mesele”nin her zaman “sorun” olmasına da…)
Muhtemelen tahmin ettiğiniz üzere, “hernekadar” da sorun olmuştu. Çin’in kalkınma hamlesini anlatan Ejderin Şahlanışı kitabının redaksiyonunu yaparken “hernekadar”ı –bence olması gerektiği gibi– bitişik yazmıştım. Grafikerimiz Budak, asıl işi tabii ki benim düzeltmelerimi denetlemek ve yapacağım Türkçe komikliklerinden kitaplarımızı korumak olduğu için, bu bitişik “hernekadar”ı anında tesbit etti; ve hemen bir şey daha etti: itiraz. Hatta, bunun işe yaramayabileceğini düşünüp bir adım ileri gitti ve neredeyse yalvardı: “Abi n’olur yapma, insanları bize güldürme!” Üzülerek itiraf etmeliyim ki, bu tavizi verdim. Verdiğim için hicap duyduğuma emin olun. Ama vermeden önce de söyleyeceğimi söyledim: “Oolum, ayrı yazılınca her – ne – kadar ne demek? Saçma bir şey; her’in, ne’nin ve kadar’ın bu cümlenin başında ne işi var? Yazar ‘hernekadar’ demekle ‘bütün bunlar şöyle şöyle olsa da, buna uymayan başka bir durum var’ demek istiyor.”
Fakat kime anlatacaksın! Bu tartışmadan beş, on gün sonra Şiar Yalçın’ın Doğru Türkçe’sine tekrar bakarken gördüm ki, o da benim gibi bitiştirilmesinden yana.
Türkçelerinden benim gibi asla fedakârlık etmeyen bu arkadaşlar, her seferinde, imla kılavuzlarını önüme çıkarmaya yelteniyor, bazan da düpedüz çıkarıyorlardı. Ben de her seferinde beni onlarla ikna edemeyeceklerini, kandıramayacaklarını söylüyordum. Zaten, belli durumlarda o kılavuzların herbiri farklı noktalara götürüyor insanı.
Hem, evet, imla kılavuzları onların yanındaydı, ama ben de düpedüz desteksiz değildim, hiç değilse bazı edebiyatçılar da benim yanımdaydı. Tabii, her konuda anlaşamamakla birlikte Enis (Batur) ve Sevin’in (Okyay) tercihleri benimkilerle genellikle uyuşuyordu. Zaten daha fazlası da beklenemez. Beklenemeyeceğini gayet iyi biliyorum.
1994’te Yeni Yüzyıl gazetesini çıkarmaya hazırlanırken de bu imla meselesi gündeme gelmişti. Orada da takıntılıların sayısı bir hayli fazlaydı. Başı üç kişi çekiyorduk: Alev Er, rahmetli Necdet Saraç ve ben. Sonunda anlaşıp Yeni Yüzyıl için kendimiz bir imla kılavuzu hazırlamaya karar vermiştik ve bu işi de gönüllüce ve layıkıyla yapabilecek kişinin kültür-sanat editörümüz, şair Refik Durbaş olduğunda anlaşmıştık. Refik kabul etmiş ve hazırlamıştı da bir kılavuz. Ne var ki, imla konusunda birbirine enikonu yakın olan biz üç kişi arasında bile bölünmeler, anlaşmazlıklar başgöstermişti. Sonuç olarak, herkes kendi yaptığı işte kendi kılavuzuna göre hareket etmişti. Neyse…
Yayınevinde tartışmalar zaman zaman alevlenerek sürdü. Bir gün evden Ataç kitabını (TDK Yayınları, 1962) getirdim. Bir otorite arıyorsak, (aslında ben aramıyordum) şüphesiz ona da bakmalıydık. Ataç da bu imla meselesi üzerine kafa yormuş ve yazmıştı. (İmla yerine “sağ yazı” diyor.) Ben, tabii ki, Ataç’ın da bazı kullanımlarına karşıydım, uyuşmuyordu benimkilerle. Fakat bu imla meselesinin ne kadar içinden çıkılmaz bir şey olduğunu da gayet güzel anlatıyordu. Budak’la Emre’yi karşıma alıp Ataç’tan okumaya başladım:
Bir sözü kimimiz bir türlü, kimimiz başka bir türlü yazıyormuşuz; bu düzensizliğin önüne geçmeliymişiz artık, bırakılamazmış bu böyle: yazımız değişmez kurallara bağlanmalıymış da ulusun bütün okur-yazar kişileri hep bir örnek yazmalılarmış. (…) Bir kişinin bir sözü kendi bildiği gibi, kendi dilediği gibi yazmasını hani neredeyse bir baş kaldırma, yurda karşı bir suç sayacaklar da işleyenin susturulmasını, kısığa alınmasını, belki de ipe çekilmesini isteyecekler.
Ben bu yaşa geldim, bu ülkede Tevfik Fikret ile Halit Ziya’nın arapçası, farsçası bol, firenkçeye çalan türkçesinden tutun da bugün bizlerin kurmağa çalıştığımız arı türkçeye dek türlü diller gördüm, okur-yazarlarımızın bir sağ yazı kuralları belleyip de onlara uyduklarını görmedim. Biz oldum bittim gönlümüzün dilediği gibi yazarız. (…) Öylesine bir düzensizlik, bir karışıklık vardı yazımızda … Vardı da ne oldu sanki? Gene de okuduğumuzu anlamaz mıydık? Kişinin deyişi (üslûbu) ta kendisidir derler; bırakın, yazışı da kendini göstersin. Doğrusunu söyleyeyim, bizim daha yazı birliğine varamamış olmamıza üzülmek şöyle dursun, seviniyorum. Yazalım, bildiğimizce, dileğimizce yazalım, bir gün gelir bu iş kendiliğinden düzeliverir.
Kendi kendine düzelmesine bırakmak istemeyince ya bir kişinin, ya bir kurulun (heyetin), hepimizin uyacağımız kurallar koymağa yetkili olacağını taplamak (kabul etmek) gerekir. Böyle bir yetke (sulta) tanımayı erenliyor muyuz? (razı mıyız)? Ben kendim için söyleyeyim hayır. Benim de sağ yazı üzerine düşüncelerim var, şimdilik birini bırakamam, birinden dönemem; onları dinlemeyen, onları taplamayan bir kimsenin, bir kurulun koyacağı kuralları da ben dinlemem, ben taplamam. (…)
İşte: Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı İmlâ Kılavuzu vardır; ara sıra açıp baktığım olur, orada bulduğum biçim işime gelirse alırım, gelmezse almam. (…)
Başka ülkelerde birtakım kurullar olurmuş, onlar sözcükler yapıp sağ yazı saptarlarmış (tesbit ederlermiş). Örneğin bütün Fıransız okur-yazarları Acedemie Française’in buyruklarına uyarlarmış … Doğru; ancak şu var: Acedemie Française üyeleri kendiliklerinden mi kural çıkarırlar? “Biz böyle olmasını istiyoruz, böyle yazacaksınız” mı derler? Onlar da geçmişin büyük yazarlarına uyarlar: “Bu söz iki yüzyıldır, dört yüzyıldır böyle yazılmış, biz de böyle yazalım” derler. Racine’den, Bossuet’den, Voltaire’den örnek gösterirler. Onlar kural koymaz, geleneği sürdürmeğe, yaşatmağa çalışır. Bizde ise sağ yazı işinde bir gelenek yoktur; olabilir mi? Biz Arap ücüklerini (harflerini) bırakıp Latin ücüklerini alalı daha yirmi yıl oldu, yirmi yılda gelenek kurulur mu? Ben üç yüzyıldır yaşayan bir kurala, doğru bulmasam da, uyabilirim: “ulusun bunca büyük yazarları ona uymuşlar, ben de ses çıkarmayayım” derim; “yirmi yıldır böyle yazılıyor” demek ise yetmez. Kimseyi gücendirmek istemem: bugünkü yazarlarımız arasında Racine’den, Bossuet’den, Voltaire’den çok büyük kimseler vardır, inanırım, inanırım ya ne yapayım ki daha yenidirler, sözlerinde geleneğin verdiği güç yoktur.
Bizim değişmez, kesin bir sağ yazımız olabilir mi? Bu gidişle olabileceğini sanmıyorum. (Ataç, s. 143, Ulus gazetesinde 19.11. 1947’de yayınlanan “Sağ Yazı” başlıklı yazı)
Tabii, durum Ataç’tan bu yana daha da kötüleşti. En azından, o zaman yazı-çizi işiyle uğraşanların, hatta uğraşmayıp sadece okur-yazar olanların dille ilgili, Türkçeyle ilgili bir dertleri, kaygıları, tercihlerine katılalım katılmayalım özenleri vardı. Yirmi yılı aşkındır gazetecilik yapıyorum, ben bu işlere başladığımda bile durum daha iyiydi. Şimdi artık bu kaygıyı ve özeni taşıyan editör ve muhabir bulmak bile zor.
İmla kılavuzlarının sayısı arttı; bu tabii ki farklılıklar da getiriyor. Fakat bazı bakımlardan yaklaştılar birbirlerine: asıl olarak da bana karşı olmaları bakımından! Bakıyorum, benim bitişik yazdığım ne kadar şey varsa hepsi ayırıyor. Hiçbir gücün bana mesela “yanısıra”yı ayrı yazdıramayacağını söyleyip duruyorum. Sonra Budak çıkıp “Necmiye Alpay abi, Necmiye Alpay…” diyor. Ben de, Ataç gibi, bu kılavuzların sultasını asla kabul etmiyorum. Otoyolda ters yönde ilerleyen Laz gibiyim; fıkraya göre, bu Lazı takip eden helikopterden şu uyarı sesi duyulur: “Otoyolda ters yönde giden bir araç var!” Laz da bnu duyunca söylenir: “Ne biri, ne biri!”
Ama artık kılavuzları sıra sıra (bakın burada gerçekten sıradan bahsediyorum) odaya dizdiklerinde, şu Budak’ın dil ilahesine bir bakayım, dedim. Kitabı beğendim. Uğraşılmış, iyi hazırlanmış, faydalı bir eser; öğrencilerin, yazı işiyle uğraşanların, hiç olmazsa gazetecilerin (televizyoncuların da) ellerinin altında bulundurması gereken bir kitap. Yalnız, tabii ki itirazlarım var.
Mesela, bütün kılavuzlarda olduğu gibi, NA da “birarada”yı, “biraraya” getirmeyi ayrı yazıyor ki bence yanlış. Ben çünkü iki araya getirmek istiyorum! Ya da o araya değil de, şu araya getirmek istiyorum! Şaka bir yana, mesela, ağzımdan yel alsın, bir deprem olsa ve öğretmen, çocukları okuldan bahçeye çıkarma fırsatı bulsa, onları bir arada tutmaya çalışmaz, kesinlikle çalışmamalıdır, çünkü bir arada maazallah üstlerine bir şey düşebilir, bir duvar çökebilir, vs. Bir deprem anında aralardan uzak durulmalıdır. Ama öğretmen, çocukları bahçede kesinlikle birarada tutmaya çalışmalıdır. Paniğe kapılıp dağılacak çocukların başlarına bir şey gelmesini önlemek için. NA’ın yazımı, aralardan birini anlatır, “bir gün”ün günlerden birini anlattığı gibi, ama bitişik yazmakla (birarada) kastedilen beraberliktir.
NA da “önüm, arkam, sağım, solum sıra” diyenlerden!
Neyin nasıl yazılacağı gerçekten de arapsaçına dönmüş durumda. Sorunlu veya değil, ama kesinlikle soruna işaret eden bir örnek; NA’dan: “cansiperane: Bu sözcük Farsçadan geliyor. Aslı ‘cansiparane’ olduğu için, doğrusunun da ‘cansiparane’ olduğunu düşünenler var. Ancak, Türkçede böyle değil, ‘cansiperane’ biçiminde yerleşti. Yazım Kılavuzu’nda da, Türkçe Sözlük’te de böyle.” (Doğrusunun açıklaması için: Doğru Türkçe, Şiar Yalçın, Metis Yayınları.)
Bu ifadede bence dili de aşan sorunlar var: bir şeyin aslı ile doğrusu farklı olabilir mi; ya da şöyle sorayım: bir şeyin aslı doğru olmayabilir mi, yanlış olabilir mi? Bu felsefi sorunu burada bırakıyorum, ama bu sorunlu ifade yerine NA’ya şunu öneriyorum: “Aslı ve doğrusu ‘cansiparane’ olduğu için, ‘cansiparane’ yazılması gerektiğini düşünenler var, ama Türkçede ‘cansiperane’ biçiminde yerleşti.” Kitaptaki açıklamasının bu konuda NA’yı bir iç huzuruna kavuşturduğunu düşünmüyorum nedense. Bu ifadenin, yazarını tatmin etmeyen bir ruhu var bana göre ve kendini hissettiriyor.
Ayrıca, her yerleşen yanlışı kabul edip bağrımıza basacak mıyız? Başka örnekler vereyim: Nasıl olsa yerleşti diye –Şiar Yalçın’ın ısrarla üstünde durduğu gibi- antik Yunan’da yaşamış Damokles’in adını “Demokles” mi yapacağız? Nasıl olsa yerleşti diye “mütevazı”yı artık “mütevazi” mi yazacağız? (NA doğrusunu öneriyor.) Nasıl olsa yerleşti diye “kalemşor”u artık “kalemşör”mü yazacağız; o zaman NA neden “kalemşor”da ısrar ediyor? Ya da artık yerleşti ve herkes öyle söylüyor diye “muzdarip” mi, yoksa NA’nın ve bütün kılavuzların söylediği gibi “mustarip” mi ya da Şiar Yalçın’ın dediği gibi “muztarip” mi yazacağız? NA yerleşmiş “muzdarip”i kabul etmezken, yerleşmiş yanlış “cansiperane”yi niçin ve nasıl kabul ediyor?
Ayrıca, bu yerleşmiş yanlışların sonu yok. Biraz değişik bir örnek ama yine de huzurunuza getirmek istiyorum: artık iyice yaygınlaşıp yerleşen “ifadesinde bulundu” (“söyledi” demek istiyorlar) gibi saçmalıkları “doğru” ve kullanılabilir mi sayacağız? Bir de tabii, yanlış, Yazım Kılavuzu’nda da olsa, Türkçe Sözlük’te de olsa yanlıştır.
NA gibi yerleşmiş olma kriterini benimseyen, ama daha tutarlı bir örnek de Acar Burak Bengi. (Nurullah Ataç da temel olarak bu tavırda.) Bengi, çevirmenliğini ve editörlüğünü yaptığı, çarpıcı ve sarsıcı Vatansevirliğe Karşı (Lev Nikolayeviç Tolstoy, Yokuş Yayınları, 2007) kitabının başında “Çeviri Hakkında” başlığı altında şunları söylüyor:
Bazı kelimelerin (“pantalon” yerine “pantolon”, “yekûn” yerine “yekün”, “bağırsak” yerine “barsak”, “ağabey” yerine “abi”, “ıstırap” yerine “ızdırap” gibi) sözlüğe uymayan yazımları, benim bilinçli tercihlerimdir; “ıstırap” veya “ağabey” gibi kelimeler Türkçede yoktur, sadece Türkçe sözlükte vardır. Kimsenin “ıstırap” veya “ağabey” dediğini duymuyorum. Bunlar Türkçede “ızdırap” ve “abi”ye evrilmiştir. Hele “ağabey” kelimesini, sadece doğru yazmak değil, bilinçlerden de bir an önce kazımak şart, zira kardeşler arasında “ağa-beylik” (ve şüphesiz her tür ağalık), kanserojen bir bilinç genidir. Aynı şekilde, “camii”, “tevazuu” gibi kullanımlar da Türkçeden düşmüştür; “Bilmemne Kilisesi” dediğimiz gibi, “Bilmemne Camisi” demeliyiz ve diyoruz. Yine aynı şekilde, “artırmak” diye bir saçmalık da Türkçe değildir, kimilerinin uydurduğu bir garabettir bu, Türkçe olan “arttırmak”tır.
Bengi, bu kullanımlara “yanlış” demiyor, “evrilme” diyor. Tabii ki bu mantığı anlıyorum, fakat kendi hesabıma kelimelerin aslına ve doğrusuna sadık kalmaktan kendimi alamıyorum. Böyle öğrenmişim, kulağımda böyle yer etmiş, vazgeçemiyorum. Yine de, aslından uzaklaşmış ve “Türkçeleşmiş” birçok kelimeyi ben de kullanıyorum. Ama hiçbir zaman “Süleymaniye Camisi” demiyorum, “Süleymaniye Camii” diyorum; “kimya sanayisi” demiyorum, “kimya sanayii” diyorum. Fakat, bu da benim istisnam, “abi” konusunda Bengi’ye sonuna kadar katılıyorum ve “ağabey”in bilinçlerden kazınması gerektiğini düşünüyorum.
Neyse, Ataç haklı, bu işin içinden çıkamayacağız, en iyisi herkes istediği gibi yazsın. Ama burada da asıl sorun, istediği gibi yazanların, tercihleri konusunda kafa yorup yormadığı. Yoksa, cehaletin tahakkümü altında boğuluruz. İlkokul düzeyinde (son 30-40 yılda bu düzey de geriledi) Türkçesiyle “Ben böyle yazıyorum, yerse!” durumuyla da karşılaşabiliriz. Yine de herkesin gönlünce yazması bir çözüm belki, fakat bir yayınevi ne yapsın?
Ne yaptıklarını Enis’e sormuştum; Yapı Kredi Yayınları’nda veya başka yayınevlerinde. Enis, “Kendi yazılarımı, kitaplarımı kendi kılavuzuma göre yazıyorum. YKY’de de her yazarın kendi kuralına uyduk” dedi. Tabii, bariz Türkçe hatalarını düzeltiyorlarmış.
Peki, çevirilerde ne yapacağız? Her çevirmenin kuralına mı uyacağız? Çevirmenler de genellikle bir imla kılavuzunu bellemiş; en çok Ana Yazım Kılavuzu’nu benimsiyorlar sanırım. Ben bu kılavuzların sultasını kabul etmiyorum, edemiyorum, yanlış bulduğum birçok şey var onlarda. Göz göre göre yanlışın galebe çalmasına göz mü yumayım? Ama galiba, çevirmen ısrarlıysa, tercihlerinde bilinçliyse ona da uymalıyız, çünkü Türkçe metnin sahibi o; çevirmen umursamazsa bildiğimizi yaparız.
On yıl kadar önce, büyük bir dergi grubunda çalışıyordum. İşim gereği dergileri denetliyordum. Bir akşam, bir kadın dergisinin kapak provasında bir hata gördüm. Kapakta “kılavuz” kelimesi geçiyordu, ama “klavuz” olarak; bu da İngilizcenin etkisi midir, bilmiyorum. Hemen bir yetkili aradım ve aslen teknik işlerden sorumlu genel müdür yardımcısını buldum o saatte. Kapakta hata olduğunu, derhal müdahale etmek gerektiğini söyledim. Kapağı gösterdim ama bir şey farketmedi. “Kılavuz,” dedim, “ı’sız yazılmış!” “Her ikisi de olmaz mı?” diye karşılık verdi.