Görkem Kızılkayak
Düşünür kültür tanımını “doğanın bize armağan ettiklerinin karşısında insanların ürettiği her şey” diye yapıyor. Millet olarak tembelliğimiz, okumayı sevmeyişimiz, eğitimsizliğimiz bu tanımı hep olumsuz yönüyle uygulamamıza neden oluyor. Yakıp, yıkıp, talan ettiklerimiz bizim öz kültürümüz. Peki tüm bunlara rağmen korunabilenlere karşı bakış açımız nasıl? Örneğin, Çırağan Sarayı’na…
Uzun bir hikâyesi vardır bu sarayın. Abdülmecid’in başlattığı projenin, Osmanlı’nın “hasta adam” günlerine denk gelmesi nedeniyle ancak Abdülaziz tarafından on iki yıl sonra bitirilmesiyle başlamıştı bu hikâye. Tamamlandığı 1872 yılından yandığı 1910 yılına kadar çok şey görüp geçirdi. Sultan V. Murat’a mahpushane, Meclis-i Mebusan’a çalışma mekanı oldu. Yanık saray duvarlarıyla Şeref Stadı’na kale oldu. Yıllarca Beşiktaş Spor Kulübü’ne, Türk futboluna hizmet verdi.
Yaşadığı bu kadar tecrübeden sonra büyüklerimiz, “turizme açılması”nı buyurdu. Viranelikten kurtulup hayata döndü. Şeref Stadı’nda beş yıldızlı bir otel bitiverdi. Saraydan geriye kalan duvarlar ise gerçeğine uygun olarak onarıldı.
İçimize işleyen “bizden öncekinin yaptığını yok sayma, ilk adımımızı dünyanın sıfır noktası görme” alışkanlığımız burada da karşımıza çıktı. Hatırlarsınız belki, açıldığı 1991 yılında otelle ilgili gazete sayfalarına taşınan ikinci büyük haber (birinci haber otelin açılışıydı), girişteki anıt çınarın “geçişi engellediği” gerekçesiyle kesilmesiydi. Haberlerin önünü kesmek için bir tabela dikildi, eskiden ağacın bulunduğu noktaya; genç bir çınar ağacıyla beraber. Çınar kurudu… Özür tabelasına da gerek kalmadı. Artık otelin girişinde bu hikâyeden eser yok. Hafızalarımızdan silindi anıt çınarın hikâyesi.
Unutmak, geçmişimize en büyük ihanet değil mi?
Peki nerede Abdülmecit, nerede Abdülaziz, V. Murat? Nerede Türk futbol tarihinin en manzaralı stadı? Nerede demokratikleşme hareketimizin simgesi Meclis-i Mebusan? Otel yönetimi bunlara ait küçük bir bilgi tabelasını giriş kapısına koyma gereği bile görmedi (Otelin içindeki bilgi panolarını otele giremediğimiz için saymıyorum).
Hükümet, yerel veya sivil güçler bu konuda otel yönetimine tepki göstermedi. Çünkü Çırağan Sarayı yeniden doğmuştu. Artık ona biçtiğimiz rolün tarihle, geçmişle ilgisi kalmadı. Büyük düğünlere ev sahipliği yaptı. Dünyanın en zenginlerini ve ünlülerini ağırladı. Saltanattan demokrasiye geçişe tanıklık eden mekân artık parayı bastıranların kullanımındaydı. Saray artık onlarındı. Onlarda atlarını istedikleri gibi koşturdular. Koşturuyorlar.
Günümüzde bu mekânı kullananlar Çırağan Sarayı adını en iyi şekilde kullanmak çeşitli çılgınlıklara kalkışıyorlar. Otel yönetimi de bunlara “duygusal nedenlerle” göz yumuyor. “Osmanlı Sultanları” sergisi açan, “Türkiye’nin Hatıra Defteri” gibi belgesellere öncülük eden Denizbank’ın Türkiye’nin hatıralarına bakış açısı bir palyaçoya benzetilen Çırağan Sarayı’ndan anlaşılıyor. Soruyorum: Sultanın geçtiği kapıya görgüsüzce logolarını koymak mı yoksa sarayın önüne gudubet bir çadır kurmak mı hatıralarımıza saygıdır?
Hatırlamak saygıdır.
Eğer önümüze engel koymazsanız biz hatırlamak istiyoruz. Hatıralarımıza sahip çıkmak istiyoruz. Saraylarımızı sermayenin görgüsüzlüklerine değil, ilkeli, görgülü, kimlikli bireylerin kullanımına açmak istiyoruz.
Çünkü bu fotoğraftakiler kadar, bunları unutmak da ihanettir.