“Türkiye’yi Yaşar Kemal’den öğrendim”




Duygu Ertürk

Kafasındaki cevapları değişik coğrafyalarda arayan bir fotoğrafçı Vanessa Winship. Uzun yıllardır göç, aidiyet ve kimlik temalı fotograflar çekiyor. 48 yaşında. Ve üzerinde çalıştığı projeleri onu Türkiye’ye getirmiş. Şu anda İstanbul’da yaşıyor ve ülkenin değişik bölgelerine seyahat ediyor. Türkiye’de, uzun süredir çalıştığı “Karadeniz” konusuna devam etmenin yanında “Aşura” ve “Hamsi” gibi konular ortaya çıkardı. “Bizim” görüntülerimizi, kendisini temsil eden fotoğraf ajansı “Agence VU” aracılığıyla dünyaya sundu.

Winship, İngiltere’deki Westminster Üniversitesi’nde aldığı fotoğraf eğtiminin ardından bir süre öğretmenlik yaptı. Sonrasında İngiltere’de ve yurt dışında serbest fotoğrafçılık yapmaya başladı. Fotoğraf dünyası onu 1990’ların sonunda çalışmaya başladığı Balkanlar fotoğraflarıyla tanımaya başladı. Balkan ülkelerinin yanı sıra, Rusya, Ukrayna, Gürcistan ve Türkiye’de uzun soluklu projeler gerçekleştirdi. Geçtiğimiz yıl Doğu Anadolu’da çektiği “kız öğrenciler” serisi ile, yaklaşık 3 bin 500 profesyonelin katıldığı, basın fotoğrafçılığının en prestijli yarışması “World Press Photo (WWP) Contest”in “seri portreler” dalında birincilik ödülüne layık görüldü.

Bu, Winship’in WPP’da kazandığı ilk ödül değildi. 1998 yılındaki yarışmada “sanatsal fotoğraf” dalında da birincilik almıştı. 2003 yılında, Leica fotoğraf makinesinin mucidi Oscar Barnack anısına düzenlenen yarışmada “Arnavutluk manzarası” projesiyle mansiyon kazanmıştı.

Medyakronik için yaptığımız söyleşide Vanessa Winship’le rolleri değiştirdik. Biz, sorularla fotoğrafını çektik; o, cevaplarla poz verdi.

Değişik ülkelerde yaşıyorsunuz. Bu yeri, yaptığınız işler mi belirliyor yoksa yaşadığınız yere göre proje mi seçiyorsunuz?
Kesinlikle ilki; yaşadığım yerleri projelerim belirliyor. Hayatım ve fotoğrafçı kimliğim ayrılmaz bir bütün. Benim için bulunduğum yeri anlamak ve soğurmak çok önemli. Bu yüzden, fotoğraflamak istediğim yerlerde yaşamayı seviyorum.

Türkiye’ye hangi projeler için geldiniz?
Türkiye’ye farklı sebeplerle birçok kez geldim. Birara, Balkanlar’da yaşarken sınır, kimlik ve bellek konularıyla ilgileniyordum. Sınırlarının denizlerle çizilmiş olması beni Türkiye’ye, Karadeniz’e getirdi. Sonrasında da İstanbul’un güzelliğine ve zengin tarihsel dokusuna doyamadım. Bunun dışında Türkiye’yle ilgili gördüğüm fotoğraflar ve Türk edebiyatı da kafamda değişik görüntüler canlandırdı burayla ilgili.

Magnum ajansının kurucusu Bresson’dan Salgado’ya pek çok fotoğraf ustası Türkiye’de çalıştı. Son yıllarda Reza, Ed Kashi, Randy Olson ve Alex Webb gibi isimler eklendi. Bu çalışmaların bir bölümü dünya da ses getirdi. Türkiye’ye gelmenizde, sizden once burada çalışan fotoğrafçıların işlerinin etkisi oldu mu?
Bahsettiğiniz çalışmaları bilmekle beraber kararımda fazla etkili olduğunu söyleyemem. Türkiye’ye gelme kararımı etkileyen en önemli şey, daha önce göndüğüm fotoğralar değil. Ülkenin sunduğu görüntüler ve okuduğum Türk yazarlar beni buraya getirdi.

Hangi yazarları okudunuz?
Türkiye’den pek çok yazar okudum. Ama en çok beğendiğim ve ülkeyle ilgili vizyonumu geliştiren Yaşar Kemal oldu. Onun Doğu illerini tarifi; göçleri, oradaki ilişkileri, batıl inanışları… Bunlar, Türkiye’nin doğusundaki zengin tarihsel dokuyu oluşturdu kafamda. Ama Karadeniz projesini kafamda canlandıran kişi maalesef bir Türk değildi, İskoçyalı yazar Neal Ascherson’dı. Onun Karadeniz’le ilgili yazdıkları okumaya değer.

Karadeniz demişken… Orada tamamlanan “Hamsi” başlıklı bir çalışmanız var. Neden hamsi?
Hamsi Karadeniz projesinin küçük ama önemli bir parçasıydı. Tabii atlanmayacak nokta, o küçük balığın, bölgenin yaşam kaynağını sembolize etmesi…

Bir konuya kimi zaman yıllarınızı ayırıyorsunuz. Bir konudan neler beklersiniz, seçme kriteriniz nedir?
Çok farklı nedenlerle seçebiliyorum konuları. O konuya kişisel merakımın olması gerekiyor öncelikle. En önemlisi, yaptıklarım, yaşadığım dünyayı anlama arzusundan…

Konu olarak seçtiğiniz yerlerin ve insanların sizi etkileyen ortak yanları var mı?
Evet, benim gözümde o bölgeleri bağlayan birçok öğe ve motif var. Sınırlar, ama harita sınırlarından ziyade tarihin anlattıkları ilgimi celbediyor. Özellikle periferler, oralarda yaşayan insanlar ve o insanların küçük dünyaları…

Objektifiniz hayatın karamsar yönlerini yansıtıyor gibi; fotoğrafta hüzünden hoşlanıyorsunuz sanki…
Objektifim karamsar değil. Fotoğraflarımı o şekilde algılamanıza üzüldüm. Bir fotoğrafın üzgün veya ciddi bir içeriğinin olması karamsar olduğu anlamına gelmez ki. Evet belki melankolik anlar, acılı anlar, “neden” diye soran bakışlar… Ama asla karamsarlık değil. O, benim objektifiminkinden çok sizin karamsarlığınız olmasın sakın?

Dünyanın bugünkü haliyle ilgili olmasın?

Tabii dünya artık zor ve tehlikeli bir yer. Ama geçmişe bakınca, tarih boyunca bir yerlerde zor ve tehlikeli politikalar uygulanmış hep. Bugün bizler neler olduğunu daha net görebildiğimiz için, bir şeyleri doğru yapma potansiyelimiz daha yüksek.

“Doğulu kızların bakışları içime işledi”

Doğu Anadolu’da okuyan kızları fotoğraflarınız ile “World Press Photo Contest”in “seri portreler” ödülünü kazandınız. Bu, önceden planlanmış bir proje miydi, yoksa başka bir konu üzerinde çalışırken mi ortaya çıktı?
Başlı başına bir projeydi. Ben oldum olası, üzerlerinde mavi formalarıyla, okul kızlarına bayılırım. Bu spontane gelişmekten öte, teknik hazırlık ve organize olmayı gerektiren bir projeydi. Aslında bu çalışmayı yapmadan önce uzun yıllar Türkiye’de yaşadım. Farklı sebeplerle, bazen bir projenin fikir aşaması yapım aşamasından daha uzun sürebiliyor.

Peki sizce neden ödül aldı bu çalışmanız?
Bunu tahmin edemem. Belki ödülü veren jüriye sormak istersiniz bunu!
Belki fotoğrafı çekmemle aynı sebeptendir; kızların eğitimiyle ilgili bir konuya değinmiş olmam kararlarını etkilemiş olabilir. Bu konu beni de etkilemişti. Ayrıca kızların yüzlerindeki ifadenin de etkili olduğunu umuyorum. Benim içime işledi çünkü.

O fotoğrafları çekerken ne düşünüyordunuz?
Hem teorik hem duygusal açıdan pek çok şey düşünüyordum. Fotoğrafı çekmeden saniyeler önce kızların ciddiyetine, birbirlerine yakınlıklarına, zarafetlerine, kırılganlıklarına ve kameraya poz verememelerine vuruldum.

Sırada ne tür projeler var?

Keşfetmek istediğim çok şey var daha. Portre çalışmaya devam edeceğim; “kızlar” temasına da… Yolculuk ayinlerim sürecek elbette. “Kızlar” temasını İngiltere ve belki birkaç ülkede daha tamamlayabilirim. Benim memleketim, İngiltere’nin kuzeyinde kırsal bir yerdir. Orayla ilgili bir çalışma yapmak da istiyorum.

“Hayatımdaki en renkli şey, sarı ekoseli ceketim”

Neden sadece siyah-beyaz fotoğraf?
Fotoğrafa başladığım ilk günden beri her şeyi kendim yaptığım için, zaman ve maliyeti hesaba katmak zorundaydım. Siyah-beyaz, maliyeti minimuma indirgemek için gerekliydi. Dijital makinelerle haşır neşir olan genç nesil için, işin maliyet kısmı hikaye tabii. Dünyanın siyah-beyaz bir yer olmadığının farkındayım. İşin bir de felsefi tarafından bakarsak, bir şeyin iki boyutlu temsilini yapıyorum ben. Duygusal bir tepki benimki.

Özellikle renkli çekmek istediğiniz bir konu var mı?
Şu anda yok. Bence renkli ve siyah-beyaz fotoğrafı karşılaştırmak, balerinle modern dansçıyı karşılaştırmak gibi. Nasıl bu dansçılardan, diğer dansta başarılı olması beklenemezse, siyah-beyaz çalışan fotoğrafçıdan da renkli çalışması beklenmemeli. Ama ben renkli fotoğraf çekmeye karşı değilim. Sadece, şu anda damak tadıma uygun gelmiyor.

Hayatınızdaki en siyah-beyaz ve en renkli şeyler neler peki?

En siyah-beyaz şeyler, kitaplarda ve duvarlarda gördüğüm siyah-beyaz fotoğraflar. En renkli şeyler de sarı ekoseli ceketim ve almayı düşündüğüm bir çift kırmızı ayakkabı!