İngiltere’de mahsur kalan Türkiye vatandaşları yardım bekliyor


Covid-19 pandemisi nedeniyle Birleşik Krallık ve Türkiye arasındaki uçuşların 17 Mart’ta durdurulmasıyla bazı Türkiye vatandaşları İngiltere‘de mahsur kaldı. Seslerini duyurmak amacıyla bir video kaydeden vatandaşlar, Dışişleri Bakanlığı’ndan, ülkelerine dönmek için haber bekliyor.

İngiltere’de öğrenci statüsünde bulunup dönmek isteyen Türkiye vatandaşları, 23 ve 24 Mart günlerinde düzenlenen özel izinli uçuşlarla İstanbul’a getirilmişti.

Annesiyle beraber İngiltere’ye, ablasını ziyarete giden Yağmur Şenol‘un dönüş uçağı 20 Mart’taydı. Biletinin iptal olması üzerine Türkiye’nin Londra Başkonsolosluğu‘na başvuran Şenol, süreci şöyle anlatıyor:

“THY seferleri adeta yağmalandı”

“Biletler iptal olduktan sonra konsoloslukla iletişime geçtik ve bizden dönüş talebimiz için bir form doldurmamızı istediler. Turist ve öğrencilere öncelik verileceği, merak etmememiz, burada kalmayacağımız, onlardan haber beklememiz bize söylendi. Bu noktada bizim de bir hatamız oldu. Haber bekleyip hiç harekete geçmedik. Konsolosluğun düzenlediği sefere sadece Erasmus öğrencileri alındı. Sonra Türk Hava Yolları da kendi insiyatifinde dört sefer düzenlemiş ve bunları sosyal medya hesaplarından paylaşmış ama biletler adeta yağmalandı ve anında bitti. Konsolosluk da form dolduranlara bu seferleri haber vermedi.”

Konsoloslukla daha sonra iletişim kurduklarında sert yanıtlar aldıklarını belirten Yağmur Şenol, olayın bazı basın-yayın organlarına yansıdıktan sonra konsolosluğun tavrının değiştiğinin altını çizdi.

“Parası bittiği için parkta kalan biri bile var” 

Bir Türk dayanışma grubu bulduğunu söyleyen Şenol, bu grubun bir charter sefer için Dışişleri Bakanlığı’na bir liste hazırladığını söyledi. Diğer herkese ulaşamadıklarını belirten Şenol, konsolosluğun verilerine göre onlarla aynı durumda olan binlerce kişi olduğunu ifade etti.

“Bakanlığa iletmek adına bir liste oluşturduk, bu listede bile 25 turist ve 10 öğrenci var. Diğer kalanlar da çifte vatandaşlar, Ankara Antlaşması ile buraya gelip iş kuranlar, ama geçinemeyip dönmek isteyenler vs… Parası bittiği için Londra’da parkta kalan biri bile var.”

Yağmur Şenol gibi Türkiye’ye dönmek için talepte bulunan birçok Türkiye vatandaşının tek problemleri ise bu zor günleri evlerinde geçirmek değil. İngiltere’nin ulusal sağlık sistemi NHS (National Health System) ülkede turist olarak bulunanlara belli oranda yardımcı olabiliyor. NHS kuruluşlarında yabancılara test yaptırmak ücretsiz olsa da, tedavinin ilerleyen süreçlerinde kuruluş para talep edebiliyor.

Şu an kaldığı evde de yedi kişi olduklarını söyleyen Şenol, kimsenin dışarıya çıkmadığını ve evdeki bir kişinin sağlık çalışanı olduğunun altını çizdi.

Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği ise resmi sayfasında, yeni bir uçuş düzenlemesi olduğu takdirde kamuoyuna duyurulacağını duyuruyor ve büyükelçilik, ile Londra ve Edinburg başkonsolosluklarının sosyal medya hesaplarının takip edilmesini rica ediyor.

Sahil yasağına sahilde yakalananlar

Dünyanın ve Türkiye’nin bir numaralı gündemi olan Covid-19 salgınının yayılım hızını azaltmak için insanların kalabalık ortamlarda bir araya gelmesini engelleme çabaları sürüyor. İçişleri Bakanlığı’nın 27 Mart’ta aldığı karar kapsamında sahil kenarlarında hafta sonları koşu, yürüyüş, balık tutma gibi eylemlerin önüne geçilmişti. Ancak Bakanlığın getirdiği kısıtlamanın kapsamı, İstanbul Valiliği tarafından genişletildi.

Valilik, Bakanlıktan aldığı yetkiye dayanarak hafta içleri ve hafta sonları dahil olmak üzere tüm sahil ve piknik alanlarını halkın kullanımına kapattı. Yasaktan haberi olmayan bazı vatandaşlar Pazartesi, güneşli havayı fırsat bilerek Caddebostan’a akın etti. Emniyet güçleri vatandaşlara evlerine dönmeleri yolunda uyarıda bulundu.

‘Online öğrenime katılım örgün öğretimden daha fazla’

RGB ekranında HaberVesaire Soruyor programının konuğu olan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil Nalçaoğlu, sadece İletişim Fakültesi’nde 203 dersin online hale getirildiğini ve derslere katılımın, örgün öğretimden daha yüksek olduğunu söyledi.

HaberVesaire muhabirleri Şevval Yıldırım ve Dila Özdoğan‘ın sorularını yanıtlayan Nalçaoğlu ilk gün (23 Mart) bazı sıkıntılar yaşamakla birlikte, Bilgi Üniversitesi’nde 18 bin öğrencinin ilk haftada başarıyla online öğrenim sürecine geçirildiğini ifade etti. İlk gün öğle saatlerinde 95 kadar dersin, aynı anda, aynı sistem üzerinden online yapılmasının sistemi kilitlediğini ancak bu sıkıntının da yaklaşık yarım saat içinde aşıldığını ekledi.

Nalçaoğlu’na göre ilk haftadaki başarı sevindirici ancak online öğretimle ilgili akademiyi bekleyen zorluklar bundan sonra başlıyor. Nalçaoğlu bu zorlukları üç maddede özetliyor:

1) Uygulamalı dersler. Yüz yüze ders yapılması zorunlu olan, öğretim elemanı ve öğrencinin aynı ortamda bulunması gereken derslerin durumu belli değil. Sadece iletişim fakültesinde değil tüm üniversitede, gastronomiden, sağlık bilimlerine bu durumda pek çok ders var.
2) Stajlar. Üniversiteyle birlikte staj yapılan kurumlarda da işler durduğu için stajların nasıl yapılacağı belirsizliğini koruyor.
3) Sınavlar. Üniversite Akademik Kurulu çok yakında bu konudaki kararını öğrenclerle paylaşacak.

Nalçaoğlu böylece uygulama zorunluluğu olan dersler için dönemin online öğrenimle bitirilemeyeceğini de duyurdu; Yükseköğretim Kurulu‘ndan (YÖK) gelen bilgiye göre, online öğrenim vasıtasıyla yapılması mümkün olmayan uygulama dersleri ya da derslerin uygulamaya yönelik bölümleri için yaz aylarında yoğunlaştırılmış derslerle telafi imkanı yaratılabileceğini söyledi.

‘Korona korkusu hayatımı kolaylaştıracak’

İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi RGB ekranında HaberVesaire Soruyor programının konuğu olan Psikolog Fazıl Tatar korona virüsünden korkmanın doğru ve sağlıklı bir duygu olduğunu ancak bu duygunun kişi tarafından düzenlenmesi gerektiğini söylüyor:

Korkuyu nasıl kullanabiliriz?

“Korku insanın doğuştan getirdiği temel duygulardan biri ve en temel işlevi insanı hayatta kılmak, yaşamını devam ettirmesini sağlamak. Bizi tehdit eden olaylar karşısında korku duygusuyla kendimizi korumaya çalışırız. Mevcut tehlikenin adı Covid-19 virüsü ve bu tehlikeyi gözümüzle göremiyoruz. Ancak virüsün nereden nasıl bulaşabileceğine dair bilgiler mevcut ve bunlar da insanın önlem almasına imkan veriyor. Bu korkuyu yaşayıp, gerekli önlemleri aldığımız taktirde ötesini çok fazla düşünmemize gerek yok. Ama korku duygusu, psikoloji tabiriyle ‘regüle edilemezse’, yani düzenlenemezse aşırı öfke, kaygılanma gibi farklı durumlarla karşılaşabiliyoruz.”

“Korku yatıştırılamazsa düşüncede dağılmalar başlıyor”

Bu virüsü ben kapar mıyım? Kaptığım taktirde yakınlarıma bulaştırabilir ve onun ölümüne neden olabilir miyim? Bu endişeleri yatıştıramaz ve altında ezilirsek düşüncede dağılmalar, yani doğru düşünce ve davranışlardan uzaklaşma başlıyor.”

Kütahya’da virüsün kendisine ve ailesine bulaşmasından endişe ettiği için intihar girişiminde bulunan kadının “düşünce dağılması” olarak tanımlanan bur duruma örnek teşkil ettiğini söyleyen Fazıl Tatar’a göre korkuyu düzenlemenin, onun iyi bir şey olduğunu düşünmekle başladığını söylüyor:

“Ben bu korkuyu nasıl kullanırım? ‘Bu korku benim hayatımı kolaylaştıracak‘ diye düşünmemiz lazım. Korkuyu kullanabilmemiz için onunla mücadele edecek bilgileri edinmemiz lazım. Korona örneğinde, bu bilgiler son derece yaygın, basit ve uygulanabilir durumda. Terapilerimizde danışanlarımızın, karşılarına çıkan duygu her ne ise, onunla belli ölçüde yüzleşmesini bekleriz. Örneğin bu duygu korku ise, ona biraz tahammül ettiğinizde beyin bunu işlemleyebiliyor. Korkuysa, korkuyla yüzleşmeyi beklememiz gerekiyor.”

Korku ile yüzleşmek nasıl olur?

Fazıl Tatar cevaplıyor:

“Şu an içimde bir korku var. Kendimize soralım, ‘Bu neyin korkusu?’. Korkumuzun ismini koyalım. Beynimiz yaşamaya odaklı işliyor. Korkuyla yüzleşmeyi beklemeliyiz. Beyin bu evrede devreye girecek ve bize ‘ben ne güne duruyorum’ diyecek. Beni tedbir almaya, önlem almaya itecek. Düşünceyi harekete geçirmek için duyguyu kabul etmeli ve bununla yüzleşmeliyiz. Kaçmamalıyız.”

Cam Silici Gaffar

Osmanbey başta olmak üzere kentin vitrinlerini parlatan Gaffar Akkılıç (68), cam silicilik mesleğinin İstanbul’daki ilk isimlerinden. 38 yıldır bu işi yapan Akkılıç, 200’ün üzerinde cam silicisi yetiştirdi.

Video: Süleyman Evran, Gökhan Tan
Kurgu: Süleyman Evran

Nomofobi, ya da cep telefonu bağımlılığı

Hayatımızın her alanına bir lütuf gibi giren teknoloji başımıza bela da olabiliyor. Akıllı telefonlarla ya da mobil cihazlarla internete sürekli bağlıyız ama bu cihazlar elimizden alındığında kendimizi bir nevi kaybolmuş hissediyoruz. İşte, İngilizce “NO MObile PHone PhoBIA” kelimelerinden türetilen nomofobia (nomofobi), hastalık seviyesine eren bu korku ya da endişeyi tanımlıyor:  Telefonsuz yada telefonunuz olsa bile, internet bağlantısından kopma korkusunu.

31 Ekim’de HaberVs canlı yayınına katılan İstanbul Aydın Üniversitesi Psikoloji bölümü başkanı Engin Eker, mobil cihazlar aracılığıyla yaşadığımız bağımlılığı ve olası sorunlarını şöyle anlatıyor:

“Muhtemelen hepimiz, her istediğimizi her zaman verebilecek, ölmeyen devasa bir anneye, bir anne memesine wi-fi kanallarıyla bağlıyız. Görünmeyen plesantalarla annemiz bizi sürekli besliyor. İnternet dediğimiz şey bu. Onun yokluğunu görmeden bu konuda düşünmek çok zor. Daha fazla çalışma yapılması gerekiyor ki internetin insan hayatında yerleştiği yeri anlayabilelim. Teknolojik her gelişmenin insan ilişkilerine yerleştiği bir aralık var ve o aralıkta yayılıyor. Cep telefonları, ilişkilerde bir şeyler aksadığı için mi araya giriyor yoksa cep telefonlarının varlığı yüzünden mi ilişkiler çatlıyor? Bunu anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var. Ancak görünen o ki bizim kendi kendimize yapabildiğimiz kimi şeyleri cep telefonlarına devrediyoruz, kimi işlevleri bizim yerimize yapar hale geliyor. Bu soyut bir durum ve yolun tersine gitmekte olduğunu gösteriyor. Çünkü soyuttan somuta gitmememiz lazım. Somuttan soyuta, bedenden düşünceye, hareketten düşünceye gitmemiz gerekir. Bu yüzden sıkıntılı buluyoruz. Özellikle yeni nesil, telefonlar olmadan ilişki kuramıyor, ders çalışamıyor, yaşayamıyor ve ondan uzak kaldıklarında büyük sıkıntılar yaşanabiliyor.”

Bağımlık belirtileri: Tolerans ve yoksunluk

Cep telefonu kullanımı ne zaman patolojik (hastalık) olarak değerlendiriliyor?

Engin Eker bir kullanımın bağımlılık seviyesinde değerlendirilebilmesi için başvuralan iki kritere dikkat çekiyor: Tolerans ve yoksunluk. 

Bilgisayarda oyun oynarken ya da cep telefonununda geçirilen sürede elde ettiğimiz bir keyif, bir haz var. “Tolerans, aynı hazza ulaşabilmek için harcadığınız süre ve efor “diyor Engin Eker. “Aynı haz seviyesine ulaşabilmek için insanların daha fazla telefon, ya da daha madde ya bilgisayarda daha fazla oyun oynamak zorunda kalmanız demek. Bağımlılık yaratan kimyasallar da, bilgisayar oyunları da cep telefonu da insan organizmasına yabancı maddeler. Ancak kullanım arttıkça beynimizdeki neronlar aynı uyarım seviyesini sağlayamıyor. Bu nedenle, zarar görmemize rağmen her defasında daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz.”

Yoksunluk ise bağımlılık yaratan etkinliği (cep telefonu kullanımı, bilgisayar oyunları, madde kullanımı, vs) yaparken hissettiğimiz olumlu duygulanımlardan uzak kalma durumu. Yani bu etkinlikleri yaparken sahip olduğunuz olumlu duyguların tersi bunlardan uzak kaldığımızda çıkıyor. Örneğin cep telefonuyla ya da internetle iç içe olmak sizi çok rahatlatıyorsa, bunların olmaması durumu sizi yoksunluk belirtisi olarak gergin, huzursuz hatta öfkeli birine dönüştürebilir.

Engin Eker’e göre bu iki belirtinin hangi seviyede olduğu, bağımlılığın olup olmadığını tespit etme noktasında fazlasıyla işe yarıyor.

Cep telefonu: Uzuv

Programa katılan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Tüge Gülşen, “cep telefonu/sosyal medya kullanımının yüz yüze iletişime etkileri” üzerine yürüttüğü tez çalışması için yaptığı bire bir görüşmelerde, cep telefonunu bir uzvu olarak tanımlayan insanlarla karşılaştığını söylüyor. Engin Eker bu vakayı şöyle açıklıyor: “Siz kolunuzu bahçede bırakıp uyumazsınız, ‘bacağım teyzemlerde kalsın’ diyemezsiniz. Beden kimliği diye bir şey var. Sahip olduğumuz şeyler, örneğin cep telefonu da ‘genişletilmiş kimliğimize‘ dahil. Onu da orjinalite çuvalımıza attığımız için böyle bir özelliği var.”

Gülşen en çok gözlemlenen eğilimlerden birinin, otururken telefonu masa üzerinde bulundurmak olduğunu söylüyor. Araştırmaya katılanlar bu eğilimi “her an ulaşılabilir ve ulaşabilir olmak” ile açıklıyorlar. Araştırmanın ortaya koyduğu bulgulardan bir diğeri de cep telefonlarıyla sürekli temas halinde olmanın güvende hissettirmesi. Katılımcılar telefonla ilişkilerini “bağımlılık” yerine “alışkanlık” kelimesiyle ifade etmeyi tercih ediyorlar. Gülşen’e göre bu, durumu yuşatmak için için yapılan bir tercih.

“Düşünme yeteneğimiz elimizden alınıyor gibi…”

Araç sürerken cep telefonu kullanırsanız kaza yapabilirsiniz, derslerde elinizden düşürmezseniz başarısız olabilirsiniz. Ancak Engin Eker’in daha büyük bir kaygısı var:

“Temel olarak düşünme yeteneğimizi elimizden alan bir şeye dönüşmeye başlıyor gibi” diyor psikolog: “Günün her saatinde, her sorumuza cevap veren internet var, bir anne gibi besleyen bir kaynak var. Düşünme yeteneği doyurucu bir kaynağın, Freud’un da söylediği gibi annenin yok olmasıyla ortaya çıkar. ‘Anne’ beklediğimizde orada olmamalı ki biz onun yerine sembolik bir şey koyabilelim. Düşünme yeteneğimizi ortaya çıkaran budur. Bebek ne zaman düşünür? Annenin fiziksel ve duygusal olarak yokluğuyla ortaya çıkabilecek bir şey. Ama bu durumu hiç yaşamıyorsunuz. Çünkü sosyal medya alanlarında her an size istediğinizi verebilecek bir kaynak var. Düşünmenize gerek yok o zaman! Çünkü kaybetmiyorsunuz. Bence daha büyük şeyler için kaygılanmalıyız.”

Telefon kullanımı sınırlanmalı mı? 

Engin Eker’e göre, zarar verdiği gözlemlendiği durumlarda cep telefonu kullanımına sınır koyulmasının fayda sağladığı bir gerçek. Özellikle sosyal ilişkilerde yaşanan kayıp çocuklar için telafisi daha zor bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ancak sınırlamanın tek taraflı olarak ebeveyn tarafından dayatılmaması gerektiğini, çocuklar ve gençlerle ortaklaşa verilmesi gereken karar olduğunun altını çiziyor.

Restorasyon, bir belgeye hayat vermektir

İspanya’nın kuzeyindeki La Rioja özerk bölgesinin başkenti Logroño’da el yazması kitapları onaran ve yaklaşık 30 yıldır birlikte çalışan eski eser uzmanı iki kafadar: Isabel Martin ve Alejandra Arévalo. 

Atölyelerinde kağıtla ilgili her şeyi, tarihi değeri bulunan ya da belge özelliği taşıyan parşömen deri ya da ipek malzemeleri tamir ettiklerini söyleyen Alejandra Arévalo restore ettikleri materyalleri “temel olarak kitap ya da gravürle ilgili şeyler” diye tanımlıyor.

Çalışma düzenlerini “Elimize bir döküman gelince yapmamız gereken onu bir hasta gibi kabul etmek; sorunlarını teşhis etmeli ve nasıl bir tedavi uygulayacağımıza karar vermeliyiz” diye aktarıyor Arévalo.

Atölyenin müşterileri arasında tarih arşivleri ve arşiv bölümleri bulunan resmi kurumlar, belediyeler, kütüphaneler bulunuyor. “Ayrıca elinde aile yadigârı belgesi bulunanlar ya da kendini koleksiyonculuğa adayanlar.”

Restore ettikleri el yazması eserler arasında dünyada sadece bir iki kopyası bulunan, yaklaşık 9 yüz yıllık kitaplar var.

“Restorasyon bir belgeye hayat vermektir. Daha önce yaratılmış olana bir fonksiyon kazandırmaktır” diyor Arévalo. “Ama bu yaratıcı olmamamanız gereken bir iş. Elinizdeki belgedeki eksiklere dair hiçbir şeyi uydurumaz, kafanıza göre tamir yapamazsınız. Eksikleri tamamlarken olabildiğince görünmez olmanız gerekir.” 

 

 

 

Zenne Segâh

Aksaray’da başlayıp Taksim gecelerinde ve özel davetlerde devam eden bir sahne hayatı: Zenne Segâh Demirdelen (28), Türkiye’de sayısı iki elin parmağını geçmeyen zennelerden.

“10 sene önce Aksaray’daki çalışan arkadaşlarımdan gelen ‘Çok güzel dans ediyorsun. Konuşalım, seni bir akşam burada sahneye çıkarsınlar’ teklifiyle başladım. Sahneye çıktığım ilk akşam o kadar çok gurur duydum ki, para [kazanıyor olmaktan çok] gurur duydum. Sahne yapanı alkışlıyorlarmış. Bunu yaptığım için çok sevindim.”

“Beni sahneye çıkmadan önce görmüş,’Bu adam nasıl dans edecek’ diye düşünmüş. Sahneden indikten sonra böyle düşündüğü için özür diledi. Zennenin de böyle benim gibi sakallı, bıyıklı olabileceğini gördü. Kadın dansı yapabiliriz, etek giyebiliriz. Ama bu [sakallar] erkek olduğumuz gösteriyor. ”

Bayanlar oryantalleri tercih etmiyor, kıskanma durumları var kadınların, zenneyi tercih ediyorlar. “Kadından daha güzel oynuyor” diyorlar benim için.

“Babamla hâlâ konuşmuyorum. Ona biraz ters kaldı. Senin de bir erkek evladın olsa etek giymesine, böyle sahne yapmasına belki de müsaade etmezsin.”

‘Tek seslilik medyayı itibarsızlaştırdı’

RGB ekranlarında yayınlanan “HaberVesaire’de Bu Sabah” programına katılan İktisatçı Yazar Mustafa Sönmez ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Aylin Dağsalgüler ile “Medya Sahipliği” hakkında konuştuk.

Aylin Dağsalgüler, medya sahipliği tanımını şöyle açıklıyor: “Sabah uyandık, telefona baktık. Perdemizi açtık, bilboard gördük. Yola çıktık, etrafımızda sürekli mesajlar var ve sürekli bir ekranın karşısındayız. Sürekli içerik üretiliyor. Bu içerikler, düşünce ve kültürel dünyamızı şekillendiriyor. En kaba tanımıyla medya sahipliği, bu şekillendirici gücü elinde bulundurmak demek. Ne izleyeceğimizi, ne dinleyeceğimizi hatta hangi haberi alıp alamayacağımıza karar veren, bu patronize sistemdir.”

Diğer ülkelerden farklı olarak Türkiye’de medya sahiplerinin medya dışı sektörlerden geldiğini belirten Dağsalgüler, bu değişimin yetmişlerde radyoyla başlayıp, doksanlarda özel televizyonlar ile ivme kazandığını söylüyor. Doksanlarda medya dışı faaliyet gösteren şirketlerin medya patronları olmaya başladığını belirten Aylin Dağsalgüler, günümüze medya sektöründe, enerji sektöründe faaliyet göstermeyen bir kuruluş olmadığının altını çizdi. Bu değişimi sağlayan faktörlerden birisi de 2002’de yapılan kamu ihalelerine medya şirketlerinin girmesini yasallaştıran düzen. “Bu ihalelere giren ve devletten ihale alıp başka yatırımlar yapan medya kuruluşlarının eskiden sadece reklam verenlere karşı sorumluluğu vardı. Onlara karşı haber yapamama durumu söz konusuydu ama artık medya patronları etraflarını öyle ördüler ki kendi ellerini kollarını para için bağladılar.”

Mustafa Sönmez’e göre, medyanın diğer sektörlerden farkı medyayı elinde bulunduran sermayenin bu gücü devlet, kamu ve ticari rakipleri üzerinde baskı unsuru olarak kullanabilmesi. Medya sektörüne girmenin tek nedeni para kazanmak değil, medyanın dışsal ekonomisinden faydalanmak. Sönmez “Özellikle Türkiye’de medyadan kâr etmek çok zor hatta neredeyse imkânsız olduğuna göre neden medya sahibi olmak isteniyor?” sorusunun cevabını “kamu ihaleleri kazanmak, imar kolaylıkları sağlamak, maden ruhsatları almak” diye cevaplıyor.

“Vatandaşlık bilinci ve demokrasi düzeyinin yüksek olduğu ülkelerde medya çalışanları kendini kullandırtmıyor”

Bu durumun sağlıksız olduğunu belirten Mustafa Sönmez, durumun halkın haber alma, yorum çeşitliliği gibi haklarını elinden aldığını belirtiyor. “Dünyada medya sahibi olan şirketlerin başka sektörlere girmemesi için yasal düzenlemeler yapılıyor. Bu düzenlemeler, ülkeden ülkeye değişiyor. Toplumun demokrasi bilincinin yüksek olduğu ülkelerde sendikalar, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları medya üzerinde ‘işini yap’ bir baskısı kurabiliyor, müeyyide uygulayabiliyor. İkincisi medya çalışanları bizzat sendikalarda örgütlü oldukları için kendilerini kullandırtmıyorlar. Medya sahipliğiyle iktidar arasına kalın bir perde çekiyorlar. Editoryal kadro, medyanın aletleştirilmesine izin vermiyor. Türkiye gibi bu şartların sağlanamadığı ülkelerde ne medya sahiplerinin başka sektörlere girmesinin, ne de medyanın gücünün iktidar tarafından kullanılmasının önüne geçilebiliyor. Bizim ülkemizde çalışanlar örgütlü olmadığı ve örgütlü olmak için de bedel ödemeye de yanaşmadığı için çalışanların, medyanın aletleştirilmesine karşı patron üzerinde bir gücü yok. Türkiye’de devlet medyası tamamen iktidarın elinde. Oysa tamamen özerk çalışması gereken kurumlar. 14 kanalı olan TRT var ve seçimlerde de ipliği pazara çıkan Anadolu Ajansı tamamen iktidarın elinde.”

“Gazete satışları ve rayting’lerde düşüş olması sürpriz değil”

AKP’nin iktidarı döneminde medya gruplarını kontrole alma konusunda özel gayreti olduğunu belirten Mustafa Sönmez, bunun için iktidar gücünü kullandığını belirtiyor. Sönmez Demirören Holding‘in Doğan Şirketler Grubu’nun medya kuruluşlarını almasını ise şöyle açıklıyor: “Doğan Grubu tümüyle iktidar aparatı olmaya direniyor, yer yer taviz vererek tam araçlaşmamaya çalışıyordu. Özellikle cumhurbaşkanının ağır telkinleriyle daha fazla dayanamadı. Önce Milliyet ve Vatan gazetesini, Star televizyonunu sattı. Yetmedi, en güçlü gazete olarak Hürriyet, Posta, hatta CNNTürk gibi haber kaynaklarını bile muhalif bulan cumhurbaşkanı bunları da satması için Aydın Doğan‘a baskı uygulayınca Doğan Grubu daha fazla dayanamadı. Demirören, iktidara daha yakın, iktidarın daha kolay eğip bükebileceği bir grup. Bu el değiştirme haliyle tepki gördü. Okuyucu olan bitenin farkında. El değiştiren kuruluşların hükûmete paralize olduğunun farkında. Bu yüzden bu kuruluşları izlememeye, okumamaya başladı ve satışlarda ciddi azalma yaşandı.”

Türkiye’de medyanın alacağı şekilin, siyasetin alacağı biçimle doğru orantılı olduğunu söyleyen Sönmez, siyasetin demokratikleşmesinin medyayı da demokratikleştireceğini söylüyor. Mustafa Sönmez, medyaya yeni sermayenin girmemesinin nedenini, giriş yapmak isteyen iş adamlarının kendilerine uygulanacak olan baskıdan çekindikleri olduğunu belirtiyor. “Ekonomide büyüme istikrarı trendi yakalamalı ki, reklam geliri olsun. Medya patronları, kendilerini ekonomik olarak iktidara yönlendirmesinler.”

“Kamu yayıncılığı TRT ile sınırlı değil; tüm kanallar ve medya şirketlerinin kamuya karşı sorumlu”

Günümüzde haberleri internetten almamızda medya sahiplerinin etkisi olup olmadığını sorduğumuz Aylin Dağsalgüler, televizyonun Türkiye’de hâlâ ana haber kaynağı olduğunu ve burada da çok sesliliğin azalmasının, güven ve itibar kaybı yaşattığını söylüyor. “Her sese, her kesime, herkese eşit yer veren medya ortamı görmek istiyoruz. Kamu yayıncılığını TRT ile özdeşleşiyoruz ama gerçekte tüm kanalların, medya şirketlerinin kamuya karşı sorumluluğu var. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi çok sesli bir ortama bağlı.”

Dağsalgüler, HaberVs sunucularının “medya tümüyle dijital mecralara kayabilir mi” sorusunu ise şöyle yanıtladı:

“Örneğin, Cüneyt Özdemir’in genel seçim gecesi Youtube’dan yaptığı yayının izlenme sayısı oldukça çarpıcı. Dijital platformlar yükseliyor. Hayatı boyunca kablolu yayınlara, uyduya, geleneksel mecralara para ödemeyecek genç bir nesil geliyor ama büyük bir kesim hâlâ televizyondan haber alıyor. Ama örnek veriyorum, benim annem babam haberi Twitter’dan almıyor. Abonelik ya da kitle fonlaması gibi yöntemler var ama Türkiye’ye çok uygun görünmüyor. Türkiye’de hangi mecra ‘bana bağış yap’ dediğinde düşünmeden para veririz? Belki güvenilir haber yaptığını düşündüğümüz mecralar için bile tereddüt ederiz. Böyle bir kültürümüz yok. Türkiye’de ana akım da çöktü ama ana akımın bu nedenle yaşaması lazım. Bunun için de geleneksel ekranda da çok sesli bir yapının olması gerekiyor. Çoğunluk hâlâ televizyon ekranı karşısında.”

“Haber yatırım işidir. Sosyal medyanın buna gücü yetmeyebilir”

Mustafa Sönmez‘e göre sosyal medya bir alternatif alan. Hem işsiz kalan gazetecilerin hem de yazarlar ve akademisyenlerin ifade özgürlüklerini kullanmak için sosyal medyayı, Twitter gibi mecraları kullandıklarını belirten Sönmez, medyadaki çölleşmenin sosyal medyaya önem kazandırdığını söylüyor. “Haber yatırım işidir. Gerçek haberleri araştırmak, ortaya çıkarmak ekip ve yatırım işidir. Sosyal medyanın buna gücü yetmeyebilir ama en azından yasakları delmek açısından önemli bir yer tutuyor. Sosyal medya, tüm dünyada giderek geleneksel medya kurumlarına bir alternatif ve pozitif tehdit oluşturuyor. Basın ciddi çöküş halinde. Gazete ve dergi tirajları aşırı düştü. Açık olan bir şey var: Tarih bizim gibi ülkelerde elektronik medyadan yana çalışıyor. Yazılı medya düşüşü kurtaramıyor. Avrupa’da buna direnen medya kuruluşları, yeni ekonomik modeller var. Ama özellikle Türkiye’de medyanın geleceğini, siyasetin geleceğinde arayacağız.”

‘Bir şeyin parçası olalım ve burada kalalım istiyoruz’

“Hepimiz bir şeyin parçası olup burada kalmak istiyoruz. Anlıyor musun? Papazı tanıyorum, kasabı tanıyorum, fırıncıyı tanıyorum; onu tanıyorum, bunu tanıyorum… Vapurdan indiğim zaman herkesi tanıyorum.. Ben nasıl başka yere gideyim, nasıl yaşayayım?”

Hayatı boyunca Büyükada’dan kopmayan Anastasya Çalmidis, 26 Nisan akşamı Paskalya Yortusu için döndüğü adayla bağını bu sözlerle anlatıyor.

Hıristiyan inancına göre Hz. İsa’nın dirilişini temsil eden Paskalya, nisan ayında bir hafta devam eden ayinlerle kutlanıyor. Aziz Dimitri Rum Ortodoks Kilisesi’nde toplanan Büyükadalı Rumlar perşembe gecesi çarmıha gerilerek göğe yükseldiğine inandıkları Hz. İsa’nın dirilişini, 27 Nisan cumartesi gecesi 23.00’te başlayan ve 28 Nisan Pazar 11.00’de devam eden ayinlerle kutladılar.

Pazar sabahı gerçekleşen ikinci ayine katılan cemaatin çoğunluğu, İstanbul’da yaşayan ve Rusya, Gürcistan gibi ülkelerden gelen Ortodokslardı.

İstanbul’da Rum nüfusunun en yoğun olduğu yerleşimlerden Büyükada’da cemaatin sayısı 50 civarında. Ki bu sayının da yaklaşık yarısı son yıllarda Hatay’dan İstanbul’a göçen Arap Ortodokslardan oluşuyor. Cemaat başkanı Agni Nikolaidis‘e göre adadaki Rum nüfusu, kent merkezinden ve ülke dışından gelenlerle birlikte yazları en fazla 250’ye kadar çıkıyor.