Barış Aydın
Charles Baudlaire
Siyaset mefhumu, tarihin hiçbir döneminde, günümüzde olduğu kadar içeriksiz ve kifayetsiz olmamıştır. Şimdilerde tamamiyle teknik bir alan olarak kurgulanır hale gelen bu mefhum, bilimin hiper-rasyonel çözümlerinin ışığında bir yönetim bilimleri kompleksi olarak tanımlanabilir. Bir diğer deyişle, siyaset etme/yapma işi, uzmanlarca hazırlanmış ve paket haline getirilmiş ‘istikrarlı’ ekonomi politikaları, dış politika stratejileri vs., siyasetin öznesi olmaktan çok nesnesi (müşterisi) olan veya bu duruma indirgenen insanlar tarafından tüketilmeyi bekleyen birer meta olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.
Siyasete dair bu algı cariyken dünya üzerindeyse, yaramaz bir çocuğun ‘onu da isterim bunu da isterim’ tavrıyla sağa sola horozlanan bir imparatorluk namzetinin doymakbilmez iştahını, özellikle 3. Dünya ülkelerinde sürmekte olan din ve ırk çatışmalarını; parçalanmış kimlikler, yabancılaşmış, cemaat tipi ilişkilerde kendilerini kurgulayan, kendi kamusallarını yaratıp daha genel bir kamusal yaşamdan kopan ve dolayısıyla ötekine, başka olana karşı reflektif bir saldırgan tavır takınan, farklılığa ve kendinden olmayana tahammülsüz, otarşik ve yer yer oldukça hiyerarşik toplumsal yapıların vücuda getirdiği, akortsuz, ahenksiz, biraraya getirilemez, kaotik ve çoğu zaman şiddet düşkünü toplumların nümayişini seyreyliyoruz.
Bütün bu hadiseler siyasal bir yenilenmeye olan ihtiyacı iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Peki ama nereden başlamalı?! Sorunun menşeiyle ilgilenerek mi yoksa mevcut durumdan vazifeler yaratarak mı? Biz şimdilik birinci yolu tercih etsek de, bu meselede menşe problemine yanıt vermek çok parçalı bir yapboza rahmet okutacak denli yorucu bir iş olacaktır kuşkusuz. Lâkin (biraz kestirmeden de olsa) şurası muhakkak ki, bu girişim, modernizm denen musibetle çokça iştigal etmemizi gerektirecektir. Modernizmin ve dolayısıyla Aydınlanmanın klasik siyaset yaklaşımı çağımızın karmaşık siyasal hayatını anlamlandıramadığı için krizde. Aydınlanmanın ulus-devleti, ussal öznesi ve rasyonel çıkar öbekçisi toplumu yok artık. Netice de halihazırda ki ortam tam anlamıyla irrasyonel ve rasyonel çözümlerse artık miadını doldurmuş görünüyor.
Rorty mi?, Derrida mı?
Elimizdeki kitap yukarıdaki açmazlar bazında yeni bir siyasal alan tanımı yapmak için yapılan girişimlerden birkaçını içeriyor. Siyasal alanın yapıbozumcu bir tarzda yeniden tanımlanması ve demokratik siyaset için yapıbozumun önemi, pragmatizmin yapıbozumla ilişkisi ve pragmatizmin siyasal alan için gerekliliği meseleleri etrafında dönen kitabın aslı 29 Mayıs 1993’te Paris’teki Collége International de Philosophie’de Chantal Mouffe yönetiminde düzenlenen bir seminere dayanıyor.
Chantal Mouffe kitabın başında, Derrida ve Rorty’nin “hakim rasyonalist düşüncenin köklerini sorgulayıp tahrip etme, kendi tikel dile getiriliş koşullarını aşacak bir argümantasyon tarzının mümkün olmasını garanti altına alabilecek -Akıl gibi- bir Arşimet noktasına ulaşılabileceğini yadsıma noktasında değerlendirildiklerini”, fakat aralarında kolaylıkla gözardı edilemeyecek önemli farkların da olduğunu ısrarla vurguluyor. Aslında bütün kitap ta “Rorty mi?”, “Derrida mı?” ikilemi içerisinde dönüp duruyor. Rorty’nin Derrida’yı “dünya ifşa edici bir ironist” olarak gören, onun bu anlamda ki önemini takdir eden, ancak yapıtlarının hiçbir siyasi içerim taşımadığı yönündeki iddiası, kitabın perspektifini de belirliyor zaten: “Yapıbozum ile siyasetin alakası nedir?”. Chantal Mouffe’nin de dediği gibi bu konu elde bir sayılacak bir şey değil ve zaten tartışmalarda bu eksende cereyan ediyor (s. 11).
Rorty’nin Derrida okuması
Rorty, Derrida’nın “duygusal, umutlu, romantik denecek ölçüde idealist bir yazar olduğunu” belirtip (s. 28) onun yazılarının aşırı-felsefileştirmeyle malül olduklarını dile getiriyor ve Derrida gibilerinin tıpkı 1960’ların solu gibi reel siyasetten uzaklaşıp sistemin içine dahil olmamakla gururlanan ve böylece kendisinin sistemi iyileştirme yeteneğini azaltan, kendi akademik odasında yaşayan, halinden memnun bir sol yaratılmasına bulunacağı katkıdan öte reel siyasete hiçbir faydasının olmayacağını vurguluyor (s. 30).
Bir diğer yandan Rorty “..etik ve reel siyaseti -kültürel siyaseti değil reel siyaseti- rakip çıkarlar arasında uzlaşmaya ulaşma meselesi olarak; sıradan, bildik terimlerle mütâlaa edilecek bir şey olarak gördüğünü ve bu terimlerinde felsefi şerhlere ve önvarsayımlara ihtiyacı olmadığını” söyleyerek kadim özel-kamusal ayrımını yeniden üreten ve bunları sorunsuzca birbirinden ayıran bir yaklaşım ortaya koyuyor (s. 34).
Rorty’nin liberalizmi ve sakıncaları
Rorty bu tavrıyla kamusal-özel ayrımını aşılmaz bir uçurum olarak kurgular ve aşılması için çalışmayı reel siyaseti aşırı felsefileştirme girişimleri olarak görüp reddeder. Ona göre demokratik siyaset özünde bir konsensüs sorunudur. Bu nedenle özel alanın kendini gerçeklemeye çalıştığı bir siyasal alan, demokratik siyaset açısından tehlikelidir ve konsensusu önleyici bir yapıya sahiptir. Rorty’nin Derrida’nın yapıtlarına yaptığı eleştiriler de bu noktadan kaynaklıdır. Simon Critchley’nin de belirttiği gibi Rorty, Derrida’nın yapıtları kamusal alana genişletildiği takdirde, bunun faydasız, zararlı hatta belki de tehlikeli etik ve siyasi sonuçlar doğuracağına inanır (s. 43).
Rorty’ye göre umulacak en iyi şey daha fazla liberal toplum ve liberal demokrasinin sınırlarının tedricen genişlemesi ve Batı liberalizminin küreselleşmesidir. Buna en iyi örnek de “biz zengin Kuzey Atlantik demokrasileri” ya da “biz Amerikalılardır”. Simon Critchley “Batı liberal demokrasisinin genişlemeciliğine her zaman eşlik etmiş -belki de meşrulaştırıcı söylem denen kinik cilanın altında gerçekliğin ta kendisi- olan emperyalizm, ırkçılık ve sömürgeciliğe işaret etmek de fazla ucuz ama yine de haklı bir tutum olacaktır şüphesiz.” diyerek çok önemli bir tehlikeye dikkat çekerek, genel Anglo-Amerikan (ve dolayısıyla Rorty’nin) düşüncesinin gönül rahatlığının sakıncalarını çok haklı bir biçimde dile getiriyor (s. 43).
Öte yandan Chantal Mouffe’de Rorty’nin siyasetin karmaşıklığını kavrayamadığını bununda teorik inceleme yapmamasından kaynaklandığını yazar (s. 18). Mouffe, Rorty’nin -ne kadar eleştirse de- Habermas’la olan ortak yönlerine ışık tutar. İkisininde ahlaki ve siyasi ilerlemeyi liberal demokratik modelin evrenselleşmesi olarak gördüğünü ve Habermas’ın böyle bir sürecin rasyonel akıl yürütmelerle gerçekleşeceğini, batı liberalizminin üstünlüğünün kültür-aşırı biçimde geçerli olan öncülerinden yola çıkan argümanlara ihtiyacı olduğuna inandığını, Rorty’nin ise umudunu iknaya ve ekonomik ilerlemeye bağladığını söyler. Chantal Mouffe’ye göre Rorty ve Habermas, çatışmanın oynadığı canalıcı rolü ve çoğulcu bir demokraside gördüğü merkezi bütünleştirme işlevini kavrayamamıştır (s. 19-20). Sonuçta ikisi de konsensusu ana hedef olarak kurgular ve demokratik siyasetin kendi kendini olumsuzlayan bir nihai istikrar arayışına yönelmesini öngörür. Siyaset kendi olumsallığı sonucunda sağlayacağı sonuşmazlığı bu bakış neticesinde kaybeder. Çünkü rasyonel dünyaya giden yoldaki araca indirgenmiştir artık.
Laclau ise Rorty’nin özel-kamusal ayrımının anlamsızlığı üzerinde durur. Laclau, kendi kendini gerçekleştirmenin talepleriyle insan dayanışmasının taleplerinin, yanlızca rasyonalist bir dünyada -Rorty’nin temelcilik-karşıtı öncüllerine açıkça aykırı bir dünyada- bu kadar sorunsuz bir biçimde ayrılabileceğini, özel-kamusal ayrımının demokratik siyaset için önemli olmasına rağmen, özsel bir ayrım olmadığını ifade eder. Şöyleki: “Kişisel özerkliğin kamusal amaçlara yatırım yaptığı, özel olanın da siyasileştiği düşünülürse, bu ayrımın sürekli ihlal edilen istikrarsız bir sınır olarak sorunsallaştırılması ve tahayyül edilmesi gerekir. Bu yüzden özel kendi kendini yaratma talepleriyle kamusal insan dayanışması taleplerini bu denli katı bir biçimde karşı karşıya koymak için hiçbir neden yoktur.” Laclau’ya göre (s. 14) Rorty, liberal ekonomik düzenin yaygınlaşmasının liberal demokratik anlayışı ilerleteceğine dair naif bir inanca sahip olduğunu belirtir.
Yapıbozum ve Pragmatizm: Siyasetin olanağı
Bütün bu tartışmalar ışığında siyasetin belli birtakım pragmatik öncüllerin ve pratik gereksinimlerin teskini için kullanıldıktan sonra kendini imha edecek bir James Bond aparatına indirgenmesi, onun sonuşmaz ve belli bir evrensellik anlayışının ilanihaye cari kılınmasını tavsatan, bozan, tehdit eden bir karar-verilemezlik olarak tahayyülünün önündeki en temel engeldir. Siyasetin her türlü totaliter-otoriter düşünceyi tehdit eden ve kendini sonsuzcasına yeniden inşa eden bir mefhum biçiminde yeniden ihyasında temel olarak başvurulan karar-verilemezlik nosyonuna dair Derrida’nın şu sözleri dikkate değerdir: “Karar-verilemeyen sadece iki karar arasındaki salınım ya da gerilim değildir; hesaplanabilirlik düzenine ve kurala yabancı ve heterojen olmasına rağmen, yine de yasa ve kuralları hesaba katarak kendini olanaksız karara teslim etmekle yükümlü olan şeyin deneyimidir -burada yükümlülükten söz etmemiz gerekir. Karar-verilemeyenin çilesinden geçmemiş olan bir karar, özgür bir karar olmayacaktır; sadece hesaplanabilir bir sürecin programlanabilir bir biçimde uygulanması ya da ortaya konması olacaktır.” (s. 90)
Bir diğer yandan kitaptaki ağırlıklı yaklaşım olarak radikal demokrasi perspektifinin teorik arka planını anlamak açısından da Derridacı karar-verilemezlik nosyonu bereketli bir kaynaktır. Derrida’nın da belirttiği gibi, “demokrasi her zaman “gelecek olan (to come)”, karar-verilemezliğin her yanına sindiği ve içerdiği söz verme unsurunu sonsuza kadar açık tutan bir şey olacaktır.” (s. 26)
Nihayet, oldukça tartışmalı bir meseleye dair kısa ama boyutunu misliyle aşan bir yoğunluktaki bu çalışma, sosyal bilimler alanında birçok kıymetli çalışmayı dilimize kazandırmış olan Tuncay Birkan tarafından Türkçe literatüre kazandırılmış. Kendisi ayrıca bir teşekkürü fazlasıyla hakediyor.