Şükürler olsun ki, bugüne dek hiçbir soykırım manzarasına şahit olmadım. Ancak, kimsenin tanık olmasını dileyemeyeceğim bu insanlık suçunun yarattığı korku ve endişe ile birlikte gelen o soğuk ürpertiyi Bosna savaşının katliamlarıyla simgeleşmiş Srebrenitsa'yı ziyaretimde yaşamıştım.
Yan yana dizili binlerce mezarın altında yatanlar, tüm dillerin anlatmakta yetersiz kalacağı bir korkunun yerleştiği yardım dileyen gözleriyle sanki bana bakıyordu. Öfkemin aman vermeyen eşliğinde üzüntüyle saatlerce dolaştım. Boşnak Müslüman işçilerin, yıllarca yan yana çalıştıkları arkadaşları tarafından anlamsız bir kinle katledildiği, soykırımın müzelerinden biri haline dönüştürülmüş fabrikaya gittim. Ölüm sessizliğinin ortasında, katliamın sesini, öldürülenlerin çığlıklarını yanı başımda hissettim.
Aradan geçen yaklaşık iki yıldan sonra bu kez İstanbul’da, aynı yakıcı hissi vermekten bir hayli uzak olsa da katliamlar ve soykırımlarla dolu dünya tarihinden küçük bir kesit sunan bir sergideydim: “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür”.
15 Aralık 2013’e kadar açık olan “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisiyle ilgili proje dâhilinde iki de kitap hazırlandı. Serginin tamamlayıcısı niteliğindeki katalog, sergiye ev sahipliği yapan Depo'dan ücretsiz edinilebilir.
Sergi kapsamında ele alınan vakaların ayrıntılı olarak incelendiği metinlerle beraber, geçmişle yüzleşme üzerine çalışan yazar ve akademisyenlerin katkılarının yer aldığı kitap ise Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür adıyla İletişim Yayınları tarafından basıldı.
Sergide özel olarak incelenen vakaların yanı sıra, günümüze kadar dilenmiş olan resmî özürlerin kapsamlı bir haritası da yer alıyor. Elazar Barkan ve Graham G. Dodds'un danışmanlığında hazırlanan, tasarımcı ve sanatçı Mahir M. Yavuz'un görselleştirdiği bu özel proje, resmî özürleri, tarihsel bağlam ve mekân ilişkisi üzerinden ele alıyor.
Türkiye neden yok?
Günün erken saatlerinde geldiğimden, Tophane Tütün Deposu’ndaki serginin doğal olarak o günkü ilk ziyaretçisiydim.
Üç katlı binanın iki katı, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen sergiye ayrılmış vaziyetteydi. Özel bir ışıklandırma ile aydınlatılan Almanya'nın tarihe geçen eski şansöylesi Willy Brandt'ın Varşova Gettosunun önünde diz çöktüğü o ünlü fotoğraf dikdörtgen biçimindeki salonun tam ortasındaydı. Sağında Srebrenitsa Katliamı, solundaysa Kanlı Pazar için özür dileyen İngiltere Başbakanı David Cameron'ın videosunun döndüğü Britanya bölümü yer alıyordu.
Diğer köşelerde; ABD'nin Amerikalı Japonlardan özrü ve belgeleri, Fransa'nın bir türlü gelememiş özrünün tarihi arka planının fotoğraflarla gösterildiği kısım, Bulgaristan'ın Türklere yaptıklarının anlatıldığı birkaç videonun yer aldığı panolar ve boş bir duvar. Sergiye adını veren yüzleşme ve özür sözcükleri olunca salonda genişçe bir yer kaplayan boş duvarın Türkiye'ye mi ayrıldığı sorusu geçti aklımdan.
Yakın Türkiye tarihinin kanlı geçmişinde önemli yer tutan Ermeniler, Aleviler ve Kürtler ile 6-7 Eylül olaylarında Rum ve Yahudilerin başlarına gelenleri düşününce, bu çalışma Türkiye’de yaşayanlar için olanlarıyla değil olmayanlarıyla konuşulacak bir sergiydi.
Geçmişle yüzleşme deneyimlerini ve özür dileme eylemini, toplumların ortak demokrasi kültürünü oluşturma mücadelesi bağlamında ilişkisel olarak ele almaya çalışan “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisi tam da bu nedenle Türkiye'de çok önemli bir misyonu üstleniyor. Dünya tarihinden sekiz vakaya yakından bakarak geçmişte yaşanan hak ihlalleri, katliamlar, soykırım ve insanlık suçlarıyla devletlerin nasıl yüzleştikleri, hangi süreçlerden geçtikleri, nasıl özür diledikleri ve dilenen özrün anlamı üzerine düşündürtmeye çalışan serginin teması olan geçmişle yüzleşme ve özür, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz ve nasıl bir ortak gelecek kurmak istediğimizle de ilgili.
Ele alınan vakaların ayrıntılı olarak incelendiği metinlerle beraber, geçmişle yüzleşme üzerine çalışan yazar ve akademisyenlerin katkılarının yer aldığı İletişim Yayınları tarafından basılan sergiyle aynı adı taşıyan kitabın editörü ve bu önemli çalışmanın program koordinatörü Asena Günal sorularımızı yanıtladı.
Kitap boyunca birçok ülkeden vaka incelemeleriyle karşılaşıyoruz ve çalışma bitmemiş bir hava taşıyor. “Sanki sıra Türkiye'de” der gibi bir ifade var. Amaç bu soruyu okuyucuya sordurmak sanırım değil mi?
Aslında evet, uluslararası örneklere bakmanın yararlı olacağını düşündük. Türkiye'nin de yapması gereken şeyler olduğuna inanıyoruz. Bu soykırımları ve katliamları yapanların bulunması, yargılanması ve cezalandırılması da hesaplaşmanın bir parçası. İşte bunun için bazı vicdan mekânları, hafıza mekânları kurulmasının uygun olacağını düşündük. Tüm bunlar bize geçmişi hatırlamak için imkân sağlayacak girişimler. Biz Türkiye de bunu yapsın diyoruz.
“Türkiye var. Şili'ye baktığımda 12 Eylül darbesini hatırlıyorum.”
Kitapta ve sergide Türkiye yok ama aslında var. Ben Şili'ye baktığımda 12 Eylül darbesini hatırlıyorum. Avustralya'daki Aborjinlerin beyazlaştırılmasını Türklerin Kürtlere yaptıklarıyla bağdaştırıyorum. Kimi ülkelerde yaşanan toplama kamplarında Aşkale'yi görüyorum mesela. Aslında kitapta bahsi geçen tüm vakalar Türkiye'yi anlatmadan hatırlatan şeyler. Bu nedenle sergideki görselleri seçerken bile Türkiye'yi hatırlatacak olanları seçtik. Sizin de bildiğiniz o ünlü Kanlı Pazar fotoğrafı Gezi'yi anımsatıyor. Bizim amacımız tüm anlatmaya çalıştıklarımızın akabinde siyasette yaşananların sivil toplumun ne kadar gerisinde olduğunu yansıtabilmek. Bu çalışmayla “Sen de adım at artık Türkiye” diyoruz kısacası.
Kitapta hukuk, psikoloji, felsefe gibi çok çeşitli alanlardan uzman isimlerin imzası var. Neden?
Soykırım, katliam gibi konular hukukun, psikolojinin, sosyolojinin, felsefenin de çalışma alanında olduğu için, zaten bu konuyla ilgili çalışmalar yapan bu isimleri özellikle seçtik.
Makalelerin arasında Yıldız Ramazanoğlu'nu da rastlıyoruz.
Evet, geniş bir kitleye seslenmek istedik. Daha önce bu konuda yazan, bilinen insanların yanı sıra AKP çizgisine daha yakın kitleye de seslenmek istiyoruz. Ben Yıldız Ramazanoğlu'nun da olmasını istedim özellikle. Çünkü İslami perspektiften baktığımızda da özür çok önemli bir yere sahip. Öte yandan güncel siyaset konusunda yazan Yetvart Danzikyan'ın da bir makalesi var kitapta. Bilgi Üniversitesi'nde görev yapan ve bu tür konularla ilgilenen Hukuk profesörü Turgut Tarhanlı ile psikoloji doçenti Murat Paker’den de destek aldık.
“Özür, bağlayıcı bir niteliğe sahip.”
Yetvart Danzikyan makalesinde özür kelimesinin üzerinde özellikle duruyor ve Türkiye'nin (Ömer Çelik'in açıklaması üzerinden) “oldu bir kere” diyerek ısrarla özür kelimesinden kaçındığını söylüyor. Nedir bu özür kelimesindeki sihir?
Doğal olarak özür kelimesinin bağlayıcı bir niteliği var. Bunun ferdi özürden ayrı bir tarafı olduğunu söylemeye gerek yok. En başta resmi bir ifade bu ve resmi olan özür törensel bir şekilde dileniyor. Dev ekranlar kuruluyor önemli meydanlarda. İnsanlar toplanıyor. Canlı yayında başbakan televizyonda bir özür metni okuyor. Yani bu işin bir ritüeli var. Bu özür aynı zamanda bir sözü de bünyesinde barındırıyor. 'Ben özür diledim' diyerek kenara çekilemiyorsunuz. Özrün hukuki ve maddi gereklerini yapmak durumundasınız.
Kitabın önsözünü İshak Alaton'un yazmasının nedeni nedir?
Aynı zamanda projenin fikir babası olan İshak Alaton’un 6-7 Eylül'de yaşadıkları çok trajik. Nitekim kendisi özür meselesiyle bir zamandır ilgileniyordu. Açık Toplum Vakfı'nın yönetim kurulu başkanı olarak serginin kitaplaşmasını öneren de kendisidir.
Şili'nin Eski Başkanı Patricio Aylwin halkından özür dilerken, “Yalanlar şiddetin bekleme odalarıdır. Bu nedenle de barışla bağdaşmazlar” demiş. Özür barışmanın teminatı mıdır her zaman?
Tabii ki hayır. Biz özre öyle bir anlam yüklemedik. Özür dilendiğinde her şey hallolur gibi bir şey söylemiyoruz. Özür bu manada her şeye ilaç değil. İçinde cezalandırma, hakikat komisyonları ve müzeleri de barındıran daha geniş bir alanın parçası. Mesela ne zamanki Britanya, IRA ile barıştı ondan sonra özür meselesi gündeme geldi. Aslında özür barışı mümkün kılıyor değil. Bazen de barış, özrü mümkün kılabiliyor. Birbirine hazırlamak gibi anlaşılmamalı. Özür ve barış at başı gidebilir. İngiltere ve Şili'de hazırlanan samimi raporlardan sonra atılan adımları örnek verebiliriz bu duruma.
Türkiye'de bu yönde raporlar hazırlamak için bir komisyon kurulması lazım o zaman.
Bu zaten Kürt meselesinde çok tartışılıyor. Bir hakikat komisyonun kurulması lazım. Bunun için Hafıza Merkezi adıyla faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşu var. 1990’lı yıllarda gözlatında kaybedilenlerle ilgili bir veri tabanı, hafıza arşivi oluşturmaya çalışıyorlar. Bunun her alan için yapılması gerekir.
“Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir”
Peki bu bağlamda Tanıl Bora'nın, kitapta yer alan makalesinde bahsettiği “hafıza arşivi” ne demek?
Hafıza arşivi; kim, kime karşı, ne yaptı; onu ortaya çıkarmak demek. “Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir” sözünü anımsayacak olursak hafıza arşivi faillerin ortaya çıkarılması, cezalandırılması konusunda çok mühim genel bir çalışmayı ifade ediyor. Kimi özür örnekleri ne yazık ki bu sağlamaktan uzak gibi görünüyor. Yetersiz ve yapmacıklar.
Srebrenitsa'da olduğu gibi mi?
Evet, oradaki annelerden birinden kitapta bir alıntı yaptık. O anne diyor ki; “Bu özür benim için bir anlam ifade etmiyor. Ben oğullarımın, kocamın katillerinin bulunmasını istiyorum.” Faillerin ortaya çıkarılmayıp gereken cezanın verilmediği ve onların ellerini kollarını sallayarak normal hayatlarına devam ettikleri bir “özür sonrası ortam” ne yazık ki bir şey ifade etmiyor. Özür, sonrasında yapılması gereken tahkikat ve cezayla birlikte yürümesi gereken bir adım.
Ünlü Alman Filozof Karl jasper,”Dünyada insanlar hakkımızda ne düşünüyor” diyerek özre yöneldiğimizi iddia ediyordu. Reelpolitik olarak değerlendirdiğimizde doğruluk payı taşısa da sizce sorumluluk perspektifinden baktığımızda özür bu denli kolay sınırlandırabilecek tek taraflı bir deneyim midir?
Burada ben daha çok reelpolitik ve etik karşıtlığına değinmek isterim. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü sadece reelpolitik bir anlama sahip değil. Etikle de ilgili. Bence burada reelpolitik hesaptan çok etik bir nokta var. Ahlaklı olmak için yapılması gereken şeyler gibi. Aslında bu Elezar Barkan'ın yazısında daha geniş bir biçimde var. O makalesinde “Yeni Uluslararası Moral”den bahsediyor. Bu tanıma göre ulus-devletler bir şeyler yapıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazlar, geçmişleriyle yüzleşmek zorundalar. Şu anda yaşanan eşitsizlikleri giderme yönünde bir adımdır bu. Çünkü birilerinden özür dilemek aslında onları eşitin kabul etmektir.
Hatta Willy Brandt'ın yaptığı gibi önünde eğilmektir.
Aynen. Aslında eşit konuma gelmek demokrasiyle de ilgili. Sadece etik ve reelpolitikle değil. Mesela Sırbistan'ın özrü tamamıyla reelpolitik.
Bulgaristan'ın Türklerden özrü de sanırım bu minvalde.
Evet, Avrupa Birliği üyelik süreci tüm bunları zorluyor zaten ülkelere. Ama ben burada bir parantez açmak istiyorum. Özellikle sadece ülkelerin çıkarlarına ve niyetlerine vurgu yaptığınızda bu konuda çalışmalar yapmış insanların da emeklerini görmezden gelmiş oluyorsunuz. Sırbistan'da, Boşnaklara yapılan soykırımın hesabını sormak için yapılan gösterileri düşünün örneğin. Yine Bulgaristan'da, Türklerin kurduğu Hak ve Özgürlükler Hareketi'nin özürde çok önemli bir payı vardı.
Özrün moda olması gibi durumla karşı karşıyayız. Her şeyde olduğu gibi dönem dönem uluslararası siyasi trendler de bunda etkili olabiliyor. Sizce bu gerçekten bir moda mı? Yoksa ulus-devletlerin yeni yüz yılda kabuk değiştirme sinyali mi?
Son yıllarda özürlerde inanılmaz bir artış yaşandığı bilinen bir gerçek. Bunun birçok nedeni var. Ulus-devletlerin o eski içine kapanık yapısı değişime uğruyor. Sivil toplum denen bir yapı var ve soğuk savaş sonrası daha da aktifler. Keza küreselleşme de ulus-devletleri yeni şeylere zorluyor bir yandan. Nitekim bu mesele moda deyip kenara atılabilecek cinsten değil. Son yıllarda bir artış var ve bunun arkasındaki nedenlere bakmalıyız. Etkenlerden biri de eski kuşakların artık gidiyor olması ve onlar gitmeden bir an önce hesaplaşılması.
“24 Nisan'ı anarken sizi polis koruyacaktır”
Elazar Barkan'ın kitapta yer alan makalesinde, “Ancak gruplar arası (örneğin farklı uluslar, etnik kökenler ya da dinler arası) bir çatışmada tarihi güncelliğini koruyorsa, çatışma çözümü genelde dikkati geçmişteki meseleyle yüzleşmekten ziyade geleceğe yönelterek tarihi aşmaya çabalar” diyor. Küllenmiş ve artık siyasal bir rantı kalmamış vakaların özrü çok daha kolay mı oluyor? Türkiye bu manada çok zor bir ülke olsa gerek.
Evet, Türkiye çok zor bir ülke. Mesela Ermeni soykırımıyla ilgili yapılan 24 Nisan anmalarına gittiğinizde polis sizi koruyacaktır. Bu örnek bile Türkiye'de pek çok olayın hâlâ canlı olduğunu bize gösteriyor. Türkiye bir ulus-devlet ve bu tip devlet homojenliği arar. Türkiye bu nedenle Ermeni Soykırımında olduğu gibi inkâra gidiyor. “Biz Ermenileri öldürmedik” , “Kürtler aslında yok” gibi inkâr cümlelerini sıklıkla duyuyoruz. Ama yine de Türkiye'de bunun bir nebze kırıldığını söylemeliyim. Bu Ermenilerin, Kürtlerin mücadeleleri, yani genel olarak sivil toplumun mücadelesi. Bunlar olabildiğinde inkâr edilen alanlara yaklaşımda da bir değişiklik olacaktır elbette. Bize Ermenilerle ilgili çalışmalar yaptığımız için tepki gösterenler oluyor. Ama bu sergide, sergiyi yapan ustalar da oturup izlediler. Çünkü Bulgaristan, Sırbistan ve Cezayir örneklerinde olduğu gibi bu mesele Müslümanları da yakından ilgilendiriyor. Yani bu sadece batıda olup biten ve batılıları ilgilendiren bir niteliğe sahip değil. İnsan olan herkesin ortak sorunu. Doğu'nun da Batı'nın da.
“Almanya'dan istediğin anadili burada Kürtlere vermiyorsun”
Bulgaristan'da Türklere yapıldığında sesimizi yükseltiyoruz ama biz Türkiye olarak yaptıklarımıza sessiz kalıyoruz diyebilir miyiz?
Evet, bu ilginç bir durum. Başbakan Erdoğan Almanya ziyaretinde anadilde eğitim talebinde bulunmuştu. Sen kendi ülkende Kürtlere bunu vermiyorsun, Almanya'da talep ediyorsun bu çok büyük bir ikilem. İşte kitap biraz da buna dikkat çekiyor. Ortak duyarlılığa.
İshak Alaton yazısında 2015'e freni boşalmış, duvara çarpmak üzere olan bir kamyon gibi gittiğimizi söylüyor. Sizce AKP 2015'i nasıl karşılayacak?
Hazırlıksızlar. Ömer Çelik'i bu işin sözcüsü olması için atamışlar gibi geliyor bana. Agos'taki röportaj da bunun işareti. Ömer Çelik röportajda gördüğümüz gibi yumuşak bir dil tutturmaya çalışmış. “Karşılıklı acılar”, “Oldu bir şeyler” gibi ifadelere rastlıyoruz. Fakat en azından bunun dillendirilmesi bile bir ilerleme, bir adım. Ancak yeterli bir adım değil tabi.
Tanıl Bora kitapta yer alan “Tüm İnsanlar Önünde Özür Dilerim” makalesinde, “Özür deneyimi adı ütünde bir deneyim; tek taraflı işlemlerle değil, tartışma ve diyalogla ilerleyebilir. Özür nokta koymak değil noktayı silmek, dinlemezlikten, işitmezlikten çıkıp yeni cümlelere kulak kesilmektir” diye yazmış. Dersim'de başbakan özür diledikten sonra bir nokta koyulacağını düşünüldü. CHP'ye karşı Dersim katliamını bir araçsallaştırmaydı bu. Fakat bu katliam araştırıldı ve altından AKP'nin öngörmediği kimi bilgiler çıkmaya başladı. Celal Bayar'ın rolü gibi mesela. Tüm bunları düşündüğümüzde Dersim'i hakiki bir özür deneyimi olarak tanımlayabilir miyiz?
Bu açıkçası bir özür bile değil. Bir özrün en başta iyi bir araştırmaya dayanması lazım. Faillerin net bir şekilde ortaya konulması lazım. Başbakan burada net değildi. Belgelerle olayı ortaya koyması gerekirdi. Bunu Türkiye Cumhuriyeti adına değil partisinin siyasi çıkarı için yaptı. Ancak devlette süreklilik vardır. Orada özür dileyecek olan yine Başbakan Erdoğan. Bunu yaparken bir devletin başbakanı olarak açık ve araştırılmış bilgilerle yapmalıydı.
Tazminat hiç konuşulmadı sanırım bu dönemde?
Evet, gerekiyorsa tazminat verilmeli, manevi mağduriyetler de giderilmeliydi.
“Helâlleşme riskli bir kavram”
Yetvart Danzikyan makalesinde AKP'nin ısrarla birçok olayda helalleşme kelimesini kullandığı söylüyor. Helalleşme gibi İslami bir kavramın Türkiye'de özür yerine geçmesi mümkün müdür?
Helâlleşme aslında riskli bir kavram. İçinde geçmişe sünger çekmek gibi bir anlam barındırıyor. Sanki “Barışıp, devam edelim” gibi bir manası var. Özürde ise az önce de belirttiğim gibi birilerinin hesap vermesi gerekir. Haydi barışalım demek yaşananlardan sonra anlamlı. Fakat her şeyden önce bunun için devlet olarak gerekli olan bedelleri ödemek lazım. Konu Kürt meselesi olduğunda, faili meçhulleri, JİTEM’i, bilemediğimiz olayları aydınlatmak ve yargının önüne çıkarmak lazım. Bunlar olmadıktan sonra helalleşme bile çok zorken, özür imkânsız. Özür, geçmişi bugün üzerinden yeniden kurmayı gerektirir. Fakat helalleşmeden böyle bir anlam çıkaramayız.
Roboski Katliamında hükümetin tazminat deyip, özür dilememesini nasıl değerlendirirsiniz?
Hükümet tazminatla, özrü eşitlemek istiyor. Yani özür görmezden gelinerek sonraki aşamaya geçiliyor. Bu parasını vereyim sussunlar demek gibi bir şey. O insanlar çok açıkça bir özür beklediklerini söylemelerine rağmen hala bir özür gelebilmiş değil.
Gezi Direnişleri, şu an için mümkün gözükmese de gelecekte 6-7 Eylül ve Ermeni Soykırımı konusunda özre talip olan bir olay olarak görülebilir mi?
Olabilir. Orada bir şiddet yaşandığı ve ölenlerin olduğu kanıtla sabit. Halkına savaş açan bir polisle karşı karşıyaydık. İlerde bu konuda özür taleplerinin dillendirilmesi de pekâlâ mümkündür.
Bir de uluslararası özürler var. ABD'nin İran'dan Musaddık için dilediği özrü hatırlıyorsunuz. ABD, Şili'den, belki de ilerde Irak ve Afganistan'dan özür dilemek zorunda kalacak. Bu yönde bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?
Bu çok geniş bir konu. Biz kitabı geliştirmeyi düşünüyoruz. Üzerine çalışılacak çok alan var ve bu da üzerinde durulması gereken bir mevzu. Belki Hafıza Merkezi ve Elazar Barkan ile bu yönde bir çalışma içine girebiliriz.
Kanlı Pazar: Kuzey İrlanda'nın Derry şehrininde, 30 Ocak 1972'de düzenlenen barışçıl gösterilerde İngiliz askerlerinin açtığı ateş sonucu 14 kişi ölmüştü. Yaşanan vahim hadiselerden dolayı Başbakan David Cameron 15 Haziran 2010'da parlamentoda yaptığı özür konuşmasında Kuzey İrlanda halkından özür diledi.
Srebrenitsa Katliamı: 1995 yazında Bosna-Hersek'teki Srebrenitsa kasabası, Bosnalı Sırp silahlı güçlerinin eline geçti. Birkaç gün için hepsi erkek olmak üzere 8 binden fazla Boşnak Müslüman katledildi. Tüm savaş boyunca yapılan katliamlar için Sırbistan 2010'da özür dilemiş. Fakat Uluslararası kamuoyu tarafından samimi bulunmamıştı.
Bulgaristan'dan Türk sürgünü: 1989'da Jivkov yönetimi altındaki Bulgaristan'dan 360 bin Türk kökenli Bulgar vatandaşı yerlerinden edilerek sürgün edildi. Bulgaristan 11 Ocak 2012'de “yeniden doğuş süreci” için Türklerden özür diledi.
Nazi katliamı özrü: Federal Almanya Şanşölyesi Willy Brandt Polonya Varşova Getto'su önünde 7 Aralık 1970'de diz çökerek soykırım için özür diledi. Hem spontane gelişmesi hem de samimiyeti ile Almanya için büyük bir yer tutan bu özür pratiğinin önemini Nazi katliamından kurtulan bir Yahudi, “Willy Brandt'ın Varşova Gettosu anıtındaki diz çöküşünü gördüm. O anda şunu hissettim: Artık içimde nefret yok! O diz çöktü ve halkını yükseltti” diye özetlemişti.